İnsan Haklarının Unutulduğu Yer: Doğu Türkistan
Eren Alper Yılmaz 01 Ocak 1970
Bugün anavatanlarında yalnızlaştırılan ve Çin’in devasa nüfusu içerisinde “egzotik” etnik unsurlar hâline getirilen Uygur Türkleri, günümüzde dünyada örneğine pek rastlanmayan otoriter rejimlerden birinin sömürge tebaası konumundadır. Tibet ve İç Moğolistan gibi bölgelerde de benzeri uygulandığı gibi, Doğu Türkistan’da da Müslüman Türklerin yüzlerce yıllık kültürel kimliği, dili ve dinî inançları tehdit altındadır.
İnsan hakları, genel olarak bireylerin doğuştan sahip olduğu, insanlara dokunulmaz özel alanlar yaratan bir kavramdır. Zamanla sınırların geçişkenliği, uluslararası sistemin kaotik yapısı, uluslararası örgütlerin bölgesel ve küresel arenada devletlere nazaran daha aktif bir rol oynaması gibi faktörler, insan hakları ihlallerine olan farkındalığı artırdı. II. Dünya Savaşı sonrasında insan hakları ihlallerinin önüne geçebilmek, barışı, demokrasiyi ve güvenliği sağlayabilmek amacıyla bazı uluslararası sözleşmeler yürürlüğe girdi. 1945’te kurulan Birleşmiş Milletler (BM) adlı uluslararası örgüte bağlı olan BM Genel Kurulu, 10 Aralık 1948 tarihinde 48 devletin temsilcisinin “olumlu” oy kullanarak kabul ettiği İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne imza attı.
Ne yazık ki bu sözleşmelerin genellikle kâğıt üzerinde kaldığı, özellikle totaliter sistemle yönetilen kapalı ülkelerde pek geçerli olmadığı görülmektedir. Çin, Kuzey Kore, Suudi Arabistan gibi totaliter sistemin başat olduğu ülkelerde, devletin sert güç kullanma oranı çok yüksek olmakla birlikte, kamusal ve özel yaşam neredeyse tüm yönleriyle devlet tarafından kontrol edilmektedir. Yönetimler, vatandaşların kurallara riayet etmesini sağlamak için “korku” ve “tehdit” unsurlarını kullanmaktadır.
Totaliter ülkelerin bir başka karakteristik özelliği ise azınlık haklarının hiçe sayılması, tabiri caizse azınlıkların ikinci sınıf vatandaş olarak görülmesidir. Bu noktada Çin, azınlık haklarını ihlal eden ülkelerin en başında gelmektedir. Hakları gasp edilen, birçok insanlık dışı baskı, tahakküm ve işkenceye maruz kalarak hayatta kalma mücadelesi veren en önemli azınlık grubu ise Doğu Türkistan bölgesinde yaşayan Uygur Türkleridir. Çin’de daha önceden uygulamaya konulan reform hareketlerinin geri alınmasıyla birlikte yaşam koşullarını daha da ağırlaşmasıyla Uygur halkı özgürlük arayışları adına sokaklara taştı.
Çin hükümetinin Doğu Türkistan’daki baskıları daha çok din ve inanç odaklı bir ayrımcılık şeklinde tezahür etti. Bu minvalde, çok sayıda cami ve Kur’an kursu kapatıldı, din adamlarının ibadet faaliyetlerine kısıtlamalar getirildi ve halkı örgütlediği düşünülen dinî liderler görevden alındı veya tutuklandı. Uygur Türkü olan devlet memurlarının ibadet özgürlüklerine de yasak getirildi. Bu yasaklar, Pekin Hükümeti’nin daha çok dini merkezine alan yoğun asimilasyon politikalarını gözler önüne serdi.
5 Temmuz 2009 günü Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nin başkenti Urumçi’de başlayan protesto gösterileri yeni bir insan hakları ihlali söylemini beraberinde getirdi. Söz konusu sürecin fitilini ateşleyen olaylar, 26 Haziran’da Guangdong eyaletine bağlı Shaoguan nahiyesindeki bir oyuncak fabrikasında, Çinli işçilerin Uygur işçilere saldırması üzerine başladı. Olayların fabrika dışına taşması ve diğer Çinlilerin de çatışmalara müdahil olmasıyla çok sayıda kişi hayatını kaybetmişti.
Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamalarına göre, 140’tan fazla insan hayatın kaybetti, 800 kişi de yaralandı.[3] İnsan hakları örgütlerinin kaynaklarına göre ise, bu protestolarda Uygur kökenli en az 500 kişi öldürüldü, 1.000 kişi ise Çin kolluk kuvvetlerinin sert güç kullanımı sonucunda yaralandı. Kolluk kuvvetlerinin Urumçi’de Uygur Türklerinin yaşadığı bölgelerde düzenlediği operasyonlarında sonucunda ise en az 4.000 kişi cinayet, yağmalama ve kundakçılık vakalarına karıştıkları iddialarıyla gözaltına alındı.[4]
11 Eylül saldırılarına müteakip, dünya genelinde yükselen İslamofobi ve radikal sağ siyasetin güçlenmesi, Pekin Hükümeti için de kaçırılmayacak bir fırsat yarattı. Teröre karşı uluslararası bir koalisyon oluşturulması fikri ivedilikle hayata geçirildi. Ekim 2001’de Şangay’da toplanan Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği Örgütü Zirvesi’nde Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Zhu Bangguo, “Doğu Türkistan terör grupları”nı küresel terör örgütünün bir parçası olarak nitelendirdi. Aynı zirvede Çin Dışişleri Bakanı Tang de Uygur ayrılıkçıların El-Kaide hareketi ile yakın ilişkileri bulunduğunu, hatta bazı militanların Afganistan’daki kamplarda eğitim aldığını iddia etti.[5]
Bugün ise anavatanlarında yalnızlaştırılan ve Çin’in devasa nüfusu içerisinde “egzotik” etnik unsurlar hâline getirilen Uygur Türkleri, günümüzde dünyada örneğine pek rastlanmayan otoriter rejimlerden birinin sömürge tebaası konumundadır. Tibet ve İç Moğolistan gibi bölgelerde de benzeri uygulandığı gibi, Doğu Türkistan’da da Müslüman Türklerin yüzlerce yıllık kültürel kimliği, dili ve dinî inançları tehdit altındadır.
Doğu Türkistan’da sivil, siyasi, ekonomik ve sosyal haklar noktasında yaşanan insan hakları ihlalleri; keyfî tutuklamalar, işkence ve idam, Doğu Türkistanlı genç kadınların Çin’in batı şehirlerine zorla transfer edilerek ağır şartlarda çalıştırılması, işe alımlarda ve sağlık hizmetlerinde ayrımcılık şeklinde görüldüğü gibi; “iki dilde eğitim” politikasıyla Uygur dilinin tasfiye edilmesi, ibadet yasakları ve seyahat hakkının kısıtlanması şeklinde de tezahür etmektedir.
Bu ihlalleri bazı örneklerle açıklamak gerekirse, Doğu Türkistan’daki en büyük üniversite olan Sinjang Üniversitesi’nde 2002’denitibaren Uygur dili ve edebiyatı dersleri hariç, Uygurca eğitim tamamen kaldırıldı. Bu durum ilköğretim düzeyine de sirayet etti, böylece Sincan’daki tüm anaokullarında, ilkokullarda ve ortaokullarda Uygur dilinin kullanımı yasaklanarak, sadece Mandarin dilinde eğitim yapılması kararı alındı. Şu an bu bölgede anaokulu düzeyinden üniversite düzeyine kadar yalnızca Çince ve Mandarince eğitim verilmekte, seviye belirleme sınavları bu iki dilde yapılmaktadır. Ayrıca Pekin’in “mesleki eğitim merkezleri” olarak adlandırdığı ancak uluslararası kamuoyunun “toplama kampları” şeklinde tanımladığı yerlerde tutulan Uygur Türklerine zorla Çince öğretilmekte, kendi dilleri unutturularak asimile edilmektedir.
Pekin yönetiminin tarihi camileri yıkma, Kur’an kurslarını yasaklama ve İslami kitapları komünist ideolojiye uygun şekilde yeniden yorumlama gibi hamleleri de dini asimilasyon bağlamında “İslamiyeti Çinlileştirme” olarak görülebilir. Dinî nikâh kıyılması, cenazelerin kaldırılması, kutsal sayılan mekânların ziyareti ve halka açık ortamlarda ibadet edilmesi dâhil “23 çeşit dinî faaliyet” Doğu Türkistan genelinde yasadışıdır.[6]
Yasal mevzuata göre Uygurlu ebeveynlerin çocuklarına dinî eğitim vermesi hakkı yoktur. 18 yaş altındaki çocukların camilere girmesi veya Kur’an eğitimi dâhil dinî eğitim almaları mümkün değildir. Dahası, Ramazan ayında okullarda öğretmen ve öğrencilerin oruç tutmaları yasaklanmakta, iftar vakitlerinde evlerine gitmeleri engellenmektedir. Yine son zamanlarda kamu kurumlarında çalışan kadınların başörtü takması ve erkeklerin sakal bırakması da yasaklanmıştır.
Bu konudaki en akıl almaz uygulamalardan birisi ise; 2019 yılında Uygurlu öğrencilere komünist ideolojiyi aşılamak ve Çin geleneklerini öğretmek için açılan özel kursta Uygur Türklerine zor yolu ile domuz eti yedirilmesidir.[7] Yine toplama kamplarına kapatılan Uygurlara zorla domuz eti yedirilmekte, domuz eti yemeyenlere başka yemek verilmeyerek açlığa terk edilmektedir. Kısacası Uygur Türklerine karşı ciddi bir dini asimilasyon uygulanmaktadır.
Uygur Türklerine karşı uygulanan bir diğer insanlık dışı muamele ise ölüm cezası ve işkencedir. Doğu Türkistan’da ölüm cezası daha çok siyasi sebeplerle verilmektedir ve çoğu kez ölüm cezası verilen mahkûmların suçlarının kanıtlanmış olması şartı bile gözetilmemektedir. 5 Temmuz olaylarından sonra Ocak 2010 itibarıyla en az 22 Uygur Türkü keyfi olarak ölüm cezasına çarptırıldı. Özellikle ölüm cezası vakalarının, tarafsızlığı şüpheli mahkemelerde görülmesinin yanı sıra, sanıkların zor kullanılarak ve işkence ile itirafa zorlanması, savunma hakkının ihlal edilerek avukata erişimlerinin engellenmesi ve suçsuzluk karinesinin uygulanmayışı, adil yargılama kurallarının ihlali anlamına gelmektedir.
Siyasi tutuklular konusu ise Çin’de üzerinde durulması gereken bir başka konudur. Uygur Türklerinin haklarını ve özgürlüklerini savunmaya kalkışan birçok aydın, akademisyen ve yazar kendisini hapiste bulmaktadır. Pekin Milletler Üniversitesi öğretim üyesi Profesör İlham Tohti’nin başına gelenler bu baskı ve korku ortamını özetler niteliktedir. Pekin hükümetinin Uygur meselesine sadece ekonomik kalkınma sorunu olarak yaklaşmasını eleştiren, son 30 yıldır bölgede sürdürülen ekonomik kalkınma odaklı yaklaşımın yalnızca bölgedeki Han Çinlileri memnun ettiğini, Uygurları ise toplumsal olarak marjinalleştirdiğini savunan Tohti, ayrılıkçılık suçu ile müebbet hapse mahkûm edildi ve tüm malvarlığına el konuldu.[8] Bu durum karşısında sesini çıkaran birçok Uygurlu aydın da bastırıldı.
Baskı altında kalan Arakanlı ve Filistinli Müslümanların savunucusu olarak ön plana çıkmış Türkiye’nin Çin’deki bu baskılar karşısındaki tutumuna bakacak olursak Uygur Türklerinin haklarının savunulması açısından pek de yeterli olamamıştır. 5 Temmuz olaylarından sonra Uygur Türklerinin haklarının ihlaline karşı Türkiye’den sert tepkiler gelse de 2010 yılının Eylül ve Ekim aylarında Türk ve Çin Hükümetlerinin askerî uçaklarının Konya’da gizli hava tatbikatları yapması, Pekin ile ilişkilerin düzelmeye başladığının belirtilerini göstermiştir. Bu gelişme, ekonomik ve ticari anlaşmalarla Türkiye’ye “sus payı” verilmesi olarak görülebileceği gibi, Çin tarafından Türkiye’nin Doğu Türkistan’daki gelişmeler karşısında daha “ılımlı” bir politika sergilemek zorunda bırakıldığı yorumu yapılabilir.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, 2020 yılında 56. Münih Güvenlik Konferansı’nda Çin Dışişleri Bakanı Wang Li ile bir araya geldikten sonra düzenlediği basın toplantısında, Uygur Türklerinin de aynı Çinliler gibi “tüm haklara” sahip olması gerektiğini vurgularken, öte yandan “Çin’in ülkesel bütünlüğünü destekliyoruz” mesajını verdi. Bu konuşma da Uygur karar vericileri nezdinde fazla tatmin edici olmamış, Uygurların Türkiye tarafından “ayrılıkçı” olarak görüldüğü şeklinde algılanmıştır.
Türkiye’nin son yıllarda Uygur Türklerine yönelik yeterince aktif bir politika sergilememesi, Çin’in Türkiye pazarındaki ekonomik etkisini yıllar içinde artırmasına bağlanabilir. 2019 yılında Çin’den Türkiye’ye yapılan ithalat oranı 18,49 milyar dolar iken, 2020 yılında her ne kadar pandemiden ötürü sınırlar kapansa da, ithalatta yine Çin ilk sırayı aldı ve Eylül ayında Çin’den yapılan ithalat 2 milyar 161 milyona tekabül etti.[9] Taraflar arasındaki ekonomik ilişkiler kapsamında hızlı demiryolu hattı, köprü ve nükleer enerji santrali inşaatları gibi çeşitli altyapı projeleriyle genişlemiş, modern İpek Yolu olarak görülen “Bir Kuşak Bir Yol” projesi ile de ivme kazandı.
Batı kamuoyunda da son zamanlarda Çin aleyhine geniş bir tepki oluştu. BM İnsan Hakları Konseyi’ne üye 22 ülke, Çin’in, Sincan bölgesindeki Uygur Türkleri ve diğer Müslüman azınlıklara yönelik insan haklarına aykırı muamelesini eleştiren ve kitlesel gözaltıların durdurulması çağrısında bulunan bir mektup imzaladı.[10] Almanya, Japonya, İngiltere gibi ülkeler başta olmak üzere bu 22 ülke, Uygur Türklerine yönelik haksız gözaltılar, izleme ve gözetleme, işkence gibi temel özgürlükleri kısıtlayıcı eylemlerden rahatsızlık duyulduğunu, bu durumun bir an önce son bulmasını talep etti.
Fransa Devlet Başkanı Macron, Sincan’da yaşayan Uygur ve diğer tüm azınlık gruplara yapılan baskı ve kısıtlamaların kabul edilemez olduğunu vurgulayarak Pekin hükümetini kınayan bir tavır gösterdi. Bunun yanı sıra ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Çin’in Doğu Türkistan bölgesindeki bazı kuruluşlarda Uygur halkının zorla çalıştırıldığı gerekçesiyle, bu firmalarca üretilen mallara ithalat yasağı konulacağını açıkladı.[11] ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun, Joe Biden’ın başkanlık yemini ederek göreve başlamasına sadece 24 saat kala Çin’in Sincan özerk bölgesinde yaşayan Müslümanlar’a ve etnik azınlıklara yönelik politikalarının “insanlığa karşı işlenmiş suçlar” olduğunu ve “soykırım” olarak tanımlanması gerektiğini vurgulaması da, Batı’nın bu konudaki tavrını ortaya koyması ve yeni ABD yönetiminin bundan sonraki süreçte atacağı adımların öngörülmesi noktasında önem arz etmektedir.
Çin’e gösterilen tepkide Çin’le yaşanan küresel rekabetin ve ikili ilişkilerin etkisi de olmakla birlikte bunun gibi birçok kınama ve ambargo faaliyetleri Batı’dan gelirken, Müslüman dünyası bu duruma sessiz kalmaktadır. Türkiye de dahil olmak üzere, Arap Birliği, İslam Konferansı Örgütü gibi Müslüman tabanlı örgütler de Çin’e karşı söylemsel veya eylemsel boyutta herhangi bir tepki göstermemektedir. İsrail zulmüne uğrayan Filistinliler, iç savaştaki Libyalılar, Ermenilerle savaşan Azeriler gündeme gelirken Uygurlar unutulmakta, uluslararası arenada yalnız bırakılmaktadır.
Her ne kadar Türkiye realist çıkarlarını göz önünde bulundurup Çin ile pragmatist adımlar atsa da Filistin ve Azerbaycan’da olduğu gibi Uygur Türklerinin uluslararası kamuoyunda seslerini duyurabilmeleri için daha çok mücadele vermeli, bu hak ihlallerine göz yummamalıdır, zira Uygur Türklerinin “dost” olarak görebileceği Türkiye dışında başka bir ülke yoktur, ne yazık ki Müslüman dünyası da buna dahildir.