Prof. Dr. Haluk Karamağaralı
Halit ÇAL 01 Ocak 1970
Türk sanatı tarihçisi, hocam, merhum Prof. Dr. Haluk Karamağaralı 30 Ocak 2009 günü fena âleminden beka âlemine göçtü. Hocam hakkında bir yazı yazmam istendiğinde tabiî ki hiç düşünmeden evet dedim. Tereddüdüm ise evet dedikten sonra başladı. Bunca yıllık beraberlikten ve öğrendiğim onca şeyden sonra Hocamı tanımayanlarına layığı ile anlatabilmek bana çok kolay görünmedi.
İnsanların bu dünyada sevdikleri bir işi meslek olarak yapıyor olmalarının bir lütuf olduğuna inandım hep. Hiç beklemediğim bir zamanda, bana halen de yapıyor olmaktan mutluluk duyduğum bilim dünyasının kapısını açan, Haluk Karamağaralı hocam oldu. Hocamın Türk kültürüne yaptığı hizmetleri anlatmadan önce, bu dünyada olduğum sürece minnet duygumun hep benimle olacağını söylemek isterim.
İzmir tapu grup müdürü Yümni Bey ile Cemile Hanım’ın 1923 yılında bir çocukları oldu, adını Osman Haluk koydular. Ailesinin göçebeliği, daha Haluk Karamağaralı doğmadan başladı. Aslen Yozgat’ın Karamağara Köyü’nden olan sülale, politik çekişmeler sonucu 19. yüzyılda Elazığ’a göçtü. Haluk Bey de babası Yümni Bey’in memuriyeti dolayısıyla ilkokul ve ortaokulu Bursa’da, liseyi ise Erzurum’da bitirdi. Bu iki şehir, özellikle de Erzurum, daha sonra meslek olarak sanat tarihini seçmesinde çok etkili olmuştur.
Erzurum Lisesi’ni bitirdiğinde, o yıllarda liseyi pekiyi dereceyle bitiren öğrenciler, istedikleri fakülte ve bölüme mülakatla girebildikleri için, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji bölümünü seçti. Mülakatta, bölüm hocalarından, adı her geçtiğinde saygıyla ve hayırla andığı rahmetli Prof. Dr. Remzi Oğuz Arık, neden Arkeoloji bölümünü seçtiğini sorar. Haluk Bey, aslında Türk sanatı okumak istediğini, ancak böyle bir bölüm olmadığı için yakın bir bölüm olarak Arkeoloji Bölümünü tercih ettiğini söyler. Haluk Bey, lise yıllarında iken evlerinin Erzurum Çifte Minareli Medrese’nin karşısında olduğunu ve bu yapının kendisini çok etkilediğini belirtmiştir.
Üniversite öğrenciliği ile beraber Hocanın kültürel-siyasi mücadelesi de başlar. Üniversite çağı genelde insan kişiliğinin biçimlendiği, pekiştiği yıllardır. Haluk Bey’in kişiliği ise daha başlangıçtan itibaren kendini belli etmişti. Mensup olduğu kültürden utanmayan, kendisi ve kültürüyle barışık, onunla gurur duyan ve bunu ifade etmekten de hiçbir zaman çekinmeyen bir insan idi. Bunun ne demek olduğunu anlamak için dönemin siyasi ortamını biraz bilmek gerekir.
1940’lı yıllar, Atatürk’ün Türk milliyetçiliği esasına dayanan yeni bir Türk kültürü yaratma politikasının terk edildiği ve batı kültürünün temel alındığı, farklı bir Türkiye oluşturulmaya başlandığı yıllardır. Basitleştirecek olursak Türklerin bu coğrafyaya 300 çadırla geldikleri, Anadolu’nun çoğunluğunu oluşturan Hıristiyan halkını zorla Müslüman yaptıkları, Osmanlı devlet modelinin büyük ölçüde Bizans devlet yapısından kopyalandığı, Osmanlının önemli devlet ve bilim adamları ile sanatçılarının da aslında ırk olarak Türk olmadıkları şeklinde bir anlayış doğmuştu. Bu moda, kalkınan Avrupa gibi bizim de yeni modelimizin hümanizm adı altında eski Yunan ve Avrupa kültürü olması gerektiği görüşünde idi. Aslında Atatürk’ün Türk milliyetçiliği gibi bu da Osmanlı aydınlarının 19. yüzyılın bilhassa ikinci yarısında tartıştıkları görüşlerdendi. Yeni bir devlet kurma karışıklığı içinde, doğrularla yanlışların birbirine girdiği ve doğruyu aramaktan çok rakibi alt etme anlayışının bir parçası haline getirilen bu görüş, kültürel hayatımızda etkisini kısmen bugün de sürdüren büyük kırılmalar yarattı. 1940’lı yıllar bu kopukluğun en ciddi olduğu dönemdi. Devletçe desteklenen ve aydınların çoğunun katıldığı hareket ile bu devirde Türk müziği, sanatı genel ifade ile Türk kültürü aşağı görülüyor, Avrupa kültürü yüceltiliyordu. Mesela Mimar Sinan’ın Osmanlı mimarisindeki yeri değil de onun etnik kökeninin Rum veya Ermeni olduğu iddiası öne çıkarılıyordu.
İşte böyle bir dönemde Türk olduğunu söyleyebilmek, o kültüre sahip çıkabilmek ciddi bir cesaret gerektiriyordu. Tek partili devirde, devletin doğru dediği şeyin karşısında durabilmek, kısaca sonradan ağır bedeller ödeyebilecek bir muhalif olmak, herkesin göze alabileceği bir şey değildi.
Haluk Karamağaralı daha bir üniversite öğrencisi iken muhalefet saflarında yerini aldı. Siyasi bir ikbal beklemeden, inandığını her zaman cesaretle söylemekten korkmadı. 1944 yılında başta Nihal Atsız olmak üzere Türkçülükle suçlananlar için de Haluk Bey de vardı. Hoca öğrenciliğinde, gazeteci Kenan Öner’in Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ile olan davasında Kenan Öner’in şahididir. Hasan Ali Yücel’in İsmet İnönü ile kendisini kıyaslamak için kullandığı, onun yanında ben sıfırım ifadesine dayanarak mahkemede, bakan için, kendisini sıfır olarak kabul eden bir kişiye söylenecek sözüm yoktur anlamında bir ifadede bulunmuş ve bu yüzden küçük bir ceza almıştır.
1946 yılında fakülteyi bitirince Remzi Oğuz Arık’ın yanında Etnografya Müzesi’ne müze araştırmacısı oldu.
1949 yılında Ankara İlahiyat Fakültesi’nde açılan Türk ve İslam Sanatları Kürsüsü asistanlık sınavına girer ve kazanır. Fakat ataması yapılmaz. Bana, hocası Suut Kemal Yetkin’in, Milli Eğitim Bakanı’nın atamanın yapılmaması için Fakülte dekanına telefon ettiğini aktardığını, bunun üzerine Remzi Oğuz Arık’ın Meclis’te Milli Eğitim Bakanına soru önergesi vermesi üzerine bir yıl sonra tayininin yapıldığını söylemişti. Bu arada Milliyetçiler Derneğinin genel başkanlığını yapmıştır.
Haluk Bey’in sert bir görünüşü vardı. İlk tanışan insanlar ondan çekinir, fakat zaman içinde tanıdıkça bu çekingenlik önce saygıya sonra da sevgiye dönüşürdü. Çok yakınında olan sevdiği insanlara karşı bile belli bir mesafeyi hep korurdu. Öğrencilerinin, asistanlarının nasıl bir evde kaldığını, ne tür problemleri bulunduğunu mesela kömürünün olup olmadığını takip ederdi. Giyimine çok dikkat eder, gayet şık giyinirdi. Son derece titizdi. Mesela kazı bitiminde fotoğraf çekilme aşamasına gelindiğinde bütün kazı alanı dikkatle süpürülür, Belediyenin itfaiye aracı çağırılır, bütün alan yıkanırdı. Çünkü yıkanmış nesnelerin fotoğrafları daha iyi çıkardı. Sonra itfaiye aracının yangın merdiveni sonuna kadar açılır, bütün alanın tepeden fotoğrafları çekilirdi. Hoca bizleri bir tehlikeye atmamak için ilerlemiş yaşına karşılık her seferinde yangın merdivenine kendisi çıkar ve fotoğrafları kendisi çekerdi. Asistanı olarak beraber çalıştığımız gençlik yıllarımda bu titizlik bazen bana aşırı görünür bu kadarı da fazla diye düşünürdüm. Ancak yaşım ilerleyince iyi bir sonuç elde etmek için bu titizliğin gerekli olduğunu anladım. Terörün azdığı yıllarda sadece öğrencilerinin güvenliğini düşündüğü için Ahlat Kazısına birkaç yıl ara verdiğini biliyorum.
Hayatının her döneminde etkili, unutulmayan hocalardan olmuştur. 1992 yılında Niğde şehrindeki Türk eserleri hakkındaki araştırmamı yürütürken izin almak için –adını unuttuğum için beni bağışlasın- zamanın Niğde Müftüsünün makamına çıktım. Beni çok iyi karşıladı, izzet ikramda bulundu, sohbet sırasında ziyaret sebebimi açıkladığımda, İlahiyat Fakültesinde bir sanat tarihi hocamız vardı, bize öyle bir öğretti ki Selimiye Camisi’nin planını şimdi bile ezbere çizerim dedi. Durumu bildiğim için o hoca, yani Haluk Karamağaralı benim de hocamdır dediğimde Müftü beyin bana bakışının değiştiğini hatırlarım.
Ahlat Kazısı sırasında iki minibüsle Van Gölü Çevre gezisine çıkmıştık. Haluk Beyle Beyhan Hanım minibüsün birinde, ben ve kızları Nakış Hanım da diğerinde idik. Yolculuğu hareketlendirmek için minibüsün camından diğer araçtaki arkadaşlara bazı yazılar gösterip sataşıyor onlar da bize karşılık veriyordu. Bir ara hocanın bulunduğu minibüsü geçmişiz. İlk mola yerinde, hocanın bulunduğu araç geçilmez diyerek bir azar işitmiştim.
Bakmakla görmek arasında fark olduğunu, bir araştırmanın sadece konu olan nesnenin fiziki biçimini incelemekten geçmediğini, görünenin arkasındaki anlamanın önemli olduğunu söylerdi. Örnek olarak şu olayı anlatmıştı: Bir araştırması sırasında yanlış hatırlamıyorsam, Çorum’a giderken hocası Prof. Dr. Suut Kemal Yetkin’e uğrar ve gideceği yerlerle ilgili olarak bir emirleri olup olmadığını sorar. Suut Hoca, bir hamamın fotoğrafını çekmesini ister. Haluk Hoca dönüşünde çektiği fotoğrafları Suut Bey’e verir. Suut Bey, teşekkür ederim evladım der ve sorar, hamamın içine girip yıkandın mı? Haluk Bey şaşırarak hayır hocam der. Suut Bey, olmadı evladım, bir yapı bakılarak ya da içine girip çıkılarak anlaşılmaz. Hamama girip yıkanacaktın ancak o zaman o hamam sende kalıcı fikirler bırakırdı der.
Türk sanatı tarihçisi olarak Haluk Karamağaralı’nın bu alanda nasıl bir yeri vardı? Türk sanatı kavramının yeni oturmaya başladığı bir dönemde hoca iki önemli konuda tez hazırlamıştır. “Beylikler Devri Ahşap Minberleri” adlı doktora tezi ve “Anadolu’da Moğol İstilasından Sonra Yapılan Dini Mimari Eserlerinde Görülen Plan ve Form Özellikleri” adlı doçentlik tezi. Özellikle Moğol işgalinin Anadolu Türk sanatında önemli değişikliler yaptığı şeklindeki tezi o zaman büyük tartışmalar yaratmış olmakla birlikte bu görüş artık günümüzde bir genel kabul haline gelmiştir. Adı artık Haluk Karamağaralı ile özdeşleşen Ahlat şehrini Türkiye genelinde tanınır hale getiren, Hocamın burada yıllardır sürdürdüğü kazılardır. Bir kısmına katılma fırsatı bulduğum Ahlat kazısını uzun süre imkansızlıklar içinde devam ettirmiş, eşi merhume Beyhan Karamağaralı hocam ile beraber, dünya çapında önemli bir merkez olan Ahlat’ın Türk sanatı içindeki yerini almasında büyük katkı sağlamışlardır. Yürüttüğü tezlerde, imla hatalarını tek tek düzeltecek kadar metni baştan sona okurdu. Bu yüzden çoğu insan Haluk Bey’i tez danışmanı olarak seçmekten korkar, fakat bilirlerdi ki Haluk Bey bir teze evet dediyse o tez jüriden dönmezdi.
Haluk Bey, meşhur titizliği ile az yazan bir hoca olmuştur. Buna karşılık yazdığı her makale bu alanda ses getirmiştir. “Erzurum Hatuniye Medresesi”, “Erzurum Ulu Camii” gibi makaleleri, ben de dahil pek çok öğretim üyesi tarafından yüksek lisans ve doktora seviyesinde öğrencilere örnek makale olarak okutulmaktadır. Konya Alaaddin Camisi, Konya Sahip Ata Camisi, Konya İplikçi Camisi’nin asli hallerini belirlemeye çalıştığı, restitüsyon problemlerini ele aldığı makaleleri de bu türde yapılan ilk ciddi çalışmalardır.
Türk sanatı tarihindeki önemli yerine karşılık Haluk Karamağaralı hocamın ben de dahil, pek çok insanı etkileyen tarafı, Türk kültürüne karşı olan tutumu ve kişiliğidir. Hiçbir zaman güce tapmadı, makam ve mevki peşinde koşmadı, günlük politikaya karışmadı, her şart ve zeminde, bir gelecek kaygısı taşımadan dik durmayı, sözünün eri olmayı bildi. Türk kültürü ve milliyetçiliği onun için pek çok şeyden önce Türkçe demekti, Türkçenin doğru kullanılmasına çok önem verdi.
Artık günümüzde kaybolmuş olan ve geleneksel kültürümüzün zirvesi sayılmak lazım gelen Osmanlı kültürünün son temsilcilerinden, milletine aşık bir beyefendi idi. Sağlığında da hastalığında da kimseye boyun bükmedi. Adam gibi yaşadı, adam gibi öldü.
Kendisinin merhum Remzi Oğuz Arık hocamız için söylediği söz ki koca Türkmen, nur içinde yat.