Sosyoloji ilminin babası: İbni Haldun
Ömer Ömeri 01 Ocak 1970
Muhterem Okur!
Bu yazımızda, dünya ilim ve düşünce tarihinin, sönmeyen ve hala parlamaya devam eden tek yıldızı diyebileceğimiz bir değerinden; İbn Haldun’dan bahsetmek isterim.
Özelde İslam coğrafyası, genelde dünya siyaset yapıcılarına ışık tutacağından eminim.
Ebu Zeyd Abdurrahman bin Muhammed bin Haldun el Hadramî veya tanınan kısa adıyla İbn-i Haldun, 1332 yılında Tunus’ta dünyaya gelmiş ve 1406 Kahire’de vefat etmiştir.
İbn Haldun’dan önceki tüm tarihçiler olayları tek tek ele alıp, hikâye gibi anlatmış, bir senteze gidememişlerdir.
İbn Haldun ise tek tek fenomenlerden yola çıkarak ünlü tarih tezini öne sürmüş, böylelikle de sosyoloji adını verdiğimiz bilim dalı kendisiyle başlamıştır.
Yaklaşımları özellikle köy-kent farklılaşması hakkında toplumsal çözümlemeler getirmiştir.
Köy halkı, kent halkından daha sağlam, mert, özgüveni daha fazla, özgür, köklü ve az bozulmuştur.
Köy aile yaşamı, kent aile yaşamından daha dengeli, daha sağlam ve daha huzurludur.
Toplumsal bilinç ve duyarlılık, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma köy toplumsal yaşamında daha fazladır. Ayrıca yaşlılara ve kadınlara verilen saygı ve değer de çok daha fazladır.
İbn Haldun, tüm krallıkların da tıpkı canlı organizmalar gibi doğum, gelişme, duraklama ve ölüm evreleri olduğunu; doğum ve gelişme gibi evrelerin göçebe yaşam kültür ve ahlakının sonucu olduğunu, zamanla kent yaşamına alışan uygarlıklarınsa gerilemeye ve ölmeye başladıklarını (yok olmuş medeniyetleri ve yaşadığı dönemin olaylarını örnek göstererek) ileri sürmüştür.
Tunus ve Fas’ta devlet görevlerinde bulunduktan sonra Gırnata ve Mısır’da çalıştı.
Kuzey Afrika’nın o dönem istikrarsız ve entrikalarla dolu siyasal yaşamı 2 yıl hapiste yatmasına neden oldu.
Fas Sultanı’nın hizmetinde çalışırken siyasi iftiraya uğrayan düşünür, hapse atılmış ve buradan ancak sultanın ölümü sonucu kurtulabilmiştir.
Bundan sonra Endülüs’e giderek elçilik yapmış ve bu arada İspanya Kralı Alfonso’nun hayranlığını kazanmıştır.
Kralın, İspanya’da yerleşmesi isteğini kabul etmeyen İbni Haldun, İspanya’dan ayrılarak tekrar Afrika’ya dönmüş, çeşitli Berberî ve Arap devletlerinde siyasi, idari, vazifelerde bulunmuştur.
Bedevi kabilelerini çok iyi tanımasından dolayı aranan bir devlet adamı ve danışman olan İbni Haldun, daha sonra Mısır’a yerleşerek Mısır’da 6 defa Maliki kadılığı yaptı.
Fakat adalete düşkünlüğü, tarafsızlığı, siyasi etkilere karşı koyma gücü yüzünden bazı kişilerin şikayet ve iftiralarına uğradı.
Sultanın huzurunda yapılan duruşmada beraat etmişse de, gururu incinen düşünür, kadılığı bırakarak, bir süre Kahire‘de Camii Ezher’deki müdderisliği ile yetindi.
Bir devletin/iktidarın nasıl zeval bulacağına, yani çökerek tarihten çekileceğini dair ölümsüz tespitler yaptı.
İbn Haldun’dan bu yana altı yüz yıl geçmiş olmasına rağmen tespitleri hala taptaze, hala dipdiri…
İbn Haldun’u günümüze çevirerek söyleyecek olursak;
Devletin sorunu devlet, milletin sorunu millettir. Buna Ali Şeriati’yi de eklersek; dinin sorunu da dindir. Yani devleti yerinden kımıldatmayan içte bir karşı devlet, milleti kokuşturan içte bir karşı millet, dini uyuşturup afyonlayan da içte bir karşı din vardır.
Kimse, öğretmen “Hey sen” deyince arkasındaki duvara bakan en arka sıradaki öğrenci gibi arkasına veya sağa sola bakınıp durmasın.
Kendi içinden kokuşup çürümedikçe ne devleti, ne milleti ne de dini kimse yıkamaz.
Bir yerde yok oluş varsa kokuşmuşluk vardır. Tefessüh (kokuşmuşluk) tezelzülün (onursuzluk, zillet), zillet de zevalin habercisidir.
Mehmet Akif, 1913 yılında İbn Haldun’u bir kez doğrulayarak gayet yerinde teşhisi koymuştu;
İçerdedir darbe… Dışarıda değil… Asla değil!
Sonra olmaz dünyada ez kazara bir şey böyle bil
‘Gökten gelen bela’ sözünün manası yoktur herzedir
En beyinsizler bile zira istikbali kestirir
Gökten inmez bir de hiçbir şey… Bütün yerden taşar”
Kendi ahlakıyla bir millet ölür yahut yaşar
(Safahat)
İbn Haldun’a göre;
Devlet asabiyetle kurulur, fakat sadece asabiyetle devam edemez. Devletin bir felsefesi, ideali, doktrini, akılcı bir programı olmalıdır.
Sadece asabiyete dayanarak geniş ve uzun ömürlü devletler kurulamaz.
Bu tür asabiyetler bir anda parlar, iktidarı ele geçirir ancak sorunlara akılcı ve kalıcı çözümler bulamayacağı için söner gider.
Öte yandan ideal bir devlet fikrinin de millette kuvvet bulmaya, bir asabiyete dayanmaya ihtiyacı vardır.
Peygamberler bile toplumda güç bulduktan, bir asabiyete dayandıktan sonra başarılı olabilmişlerdir.
Ancak her asabiyete sahip olanın samimi ve iyi niyetli görüntü vermesine de kanmamalıdır.
Bazıları kendi çıkarları için dini asabiyeti istismar (telbis) eder, sahtekarlık (mülebbis) yaparlar.
(Mukaddime, I-488 )
İbn Haldun’a göre bir devletin tabii sınırları vardır. Devlet, o sınırlara ulaşınca durur.
Devletin sınırlarını arazi şartları ve coğrafi engeller tayin eder. Fakat daha çok, devletin sahibi olan topluluğun sayısı, hamle kabiliyeti, hücum yeteneği, teşebbüs ve istila kuvveti daha etkili olur.
Bu noktada zayıf olan devletler daha fazla genişleyemezler. Keza devletin ömrünün uzun olması ve geniş topraklara uzun asırlar hükmetmesi, asabiyetin güçlü, sayılarının da çok olmasına bağlıdır.
İbn Haldun’a göre “çok sayıda kabilelerin”, “çeşit çeşit cemaatların” bulunduğu topraklarda, kuvvetli, sağlam bir devletin kurulması zordur. (Mukaddime, I, 492, 495, 496 ).
Acaba İbn Haldun burada sağlam bir devlet için “iç muhalefetin” tümüyle susturulması gerektiğine mi işaret ediyor?
Öyle görünüyor ki onun şikayet ettiği şey çok renkli bir iç muhalefetin “devletin işleyişini engellemesi”, “muhalif gurupların birbirini çelmelemesi” diye ifade ettiği olaylardır.
Yani rejim çalkantıları içinde yaşayan bir devlet haliyle güçlü olamayacaktır.
Muhalefetin barışçı yollardan sisteme katıldığı, iç çatışmaların düzene sokulduğu, muhalif gurupların enerjisinin devletin yükselmesine yönlendirildiği ülkelerde, iç muhalefet devletin gücünü zayıflatan değil tam tersi artıran bir işleve sahip olacaktır.
Bu durumda çok seslilik, İbn Haldun’un tabiriyle “çok sayıda kabileler, çeşit çeşit cemaatlar” devletin güç kaynakları haline gelecektir. Bu da ancak katılımcı bir sistem içinde mümkündür.
İbn Haldun’un çağında mülkü ilahi bir hak olarak gören hanedanlar ve bu ilahi hakkın kendinde olduğunu iddia eden karşı-hanedanlar kıyasıya bir çatışma içindeydi.
Kim güçlüyse o diğerini bastırarak “ilahi hakkı” elde ediyordu. Bir devlette istikrar, muhalefetin barışçı yollardan sisteme katılması yoluyla değil, güç ve kuvvet kullanıp bastırılarak oluyordu.
Baskı gevşeyince muhalefet zembereğinden boşalmışçasına patlıyor, iç savaşlar ve rejim çalkantıları kaçınılmaz hale geliyordu.
İbn Haldun devlette “tek adam” (infirad) yönetiminin doğuşunu da tabii/fıtri kanunlarla açıklar.
Şöyle ki: Farklı asabiyetlerden birisi diğerlerini bertaraf ederek mülkü ele geçir. İnsanın tabiatında varolan her şeye hakim olma dürtüsü giderek “tek adam” yönetimine dönüşür.
İktidarını başkalarıyla paylaşmaz. Artık her şeyi kendisi belirler.
“Bir küllükte iki horoz olmaz” sözü, İbn Haldun “Şan ve ihtişama tek başına sahip olmak mülkün tabiatındandır” şeklinde ifade eder (Mukaddime, I, 499).
Bugünün sosyoloji diliyle ifade edecek olursak İbn Haldun’a göre bir sosyal devrim, bir toplulukta arzu, iştiyak ve hak talebinin (mutalebe) doğması ile başlar.
Güçlü bir asabiyet (ordu veya halk desteği) oluşturarak iktidara yürür. İktidarı ele geçirince devrimi birlikte gerçekleştirdikleri diğer ortaklar bertaraf edilir.
Bir tek kişinin iradesi diğer bütün kesimlere egemen kılınır. Muhalefetin bastırılmasıyla istikrar sağlanır. Devrim, böylece devlete dönüşür.
Devlet olmak rahatlık, bolluk ve refah getirir. Devlet iyice oturur, statükolaşır. Artık devlet olmanın getirdiği ağırbaşlılıkla hareket edilir.
Yeni kurulan devlet önceki devlete galip gelmiş olsa da eğer medeniyetçe geriyse onu taklit eder. Önceki devletin, gelenek ve göreneklerini içselleştirerek devam ettirir.
Bu, bedevilikten hadariliğe doğru bir evrilmedir (tatavvur, inkişaf, tekamül).
Nihayet giderek asabiyet çözülür, devrim yıllarından kalma heyecan ve coşku kaybolur. Devlet olmakla ağır ve hantal bir statüko oluşur. Tören ve merasim devleti haline gelinir.
Devletin sahibi yeni ataklar yapmak yerine devletin ilk kuruluş yıllarındaki töreleri (kanun-u kadim) korumaya ve muhafaza etmeye yönelir.
Bunlardan ayrılınca devletin yıkılacağını sanarak koyu bir devlet muhafazakarlığı geliştirir.
Giderek lüks ve konfora dalınır, israf artar.
Devlet asabiyet mensupları arasında pay edilir.
Devletin her bir köşesi asabiyet (burada hanedan) mensuplarının şahsi çiftliklerine dönüşür.
Milletin devleti temellükü ve temerküzü (kamusal ruh) kaybolur.
Devlet, bir gurubun kendi arasında dönüp dolaşan ayrıcılıklı bir kulübe dönüşür.
Makam, mansıp, şan, rütbe ve terfiden başka hiç bir şeyi gözü görmeyen bir asalaklar topluluğu ürer.
Devletin manevi temeli ganimetçiliğe kayar.
Hanedan, sülale, aile veya bir gurup azınlığın menfaatleri “Devletin ali menfaatleri” olur.
Devletin bütün enerjisi bu ayrıcalıklı sınıfların çıkarını koruma ve kollamaya yönelir.
Artık devlet milletten ontolojik olarak kopmuştur.
Millet, bu asalaklar topluluğunu doyurmak için elinde avucunda ne varsa verir. Vergi, mahsul, ürün vs. hepsini doymaz bir iştahla bu asalaklar yer yutar.
Devletin kasası açıldıkça açılır. Açıkları kapatmak için bir taraftan yeni vergiler konulur, diğer taraftan borçlanmaya gidilir.
Devlet, bir gurup azınlığın “har vurup harman savurduğu” (israf ve terbiz) bir çiftliğe dönüşmüştür.
Bu durumda devleti elinde tutan topluluk acze düşer, dışardan veya içerden yeni asabiyet dalgaları yükselir.
Buna karşı koyamayınca artık o devlet için sonun başlangıcı (mahv, zeval) gelmiş demektir.
(Mukaddime, I, 499-505)
İbn Haldun’un anlattıklarından devletlerin doğuşu ve çöküşü ile ilgili aşamalı beş dönem çıkarılmıştır.
Buna göre bir devlet kuruluş, gelişme, yükseliş, duraklama ve gerileme dönemleri olmak üzere beş safhada ele alınır.
İbn Haldun, organizmacı ümran kuramına paralel olarak devletleri insanlara benzetir ve genellikle bir devletin ömrünün 120 yıl kadar olacağını söyler.
Bunu biraz kısaltmak veya uzatmak mümkündür. Bütün bu dönemlerde yukarıda anlatılan haller vuku bulur (Mukaddime, I, 505).
İbn Haldun, mülkün tabiatıyla ilgili oldukça önemli bir fasıl daha açarak “tam bağımsızlık” (mülk ale’l-hakika) hakkındaki görüşlerini açıklar.
Buna göre bir devlet (mülk) dahili egemenlik, vergi toplayabilmesi, elçiler gönderme (dış dünyaca tanınma), sınırları koruma ve yabancı himayesine girmeme ile tam bağımsız olur. Bunlardan birisi eksik olursa o devlet tam bağımsız değildir (Mukaddime, I, 537).
Demek ki İbn Haldun’a göre bir devleti zevale götüren sebepler daha anlaşılır ifadelerle şunlar oluyor;
Devletin hazinesine üşüşme olur; devlet çiftlik gibi yönetilir, paralar har vurup harman savrulur.
Boşalan hazineyi doldurabilmek için borç alınır.
Borçları ödemek için de vergiler artırılır.
Sonuçta ağır borçlanma ve yüklü vergiler sebebiyle devlet çarkı dönmez olur. Devleti elinde tutan “asabiyet” sahipleri acze düşer.
İbn Haldun’a göre bunlar hangi devlette oluyorsa bilin ki o devlet için “mahv ve zeval” vakti gelmiş demektir…
İbn Haldun’un altıyüz yıl önce yaptığı bu tesbitler bir gerçeği bizlere yeniden hatırlatıyor; insanlığın “klasik” sorunları yine “klasik” yöntemlerle çözülmektedir.
Zevale doğru giden devletler, bu durumdan kurtulmak istiyorlarsa, İbn Haldun’un söylediklerinin tersini yapmalıdırlar.
Yani;
Devletin hazinesine yönelik “üşüşmeyi” dağıtarak, hazineye sahip çıkmak.
Hazineyi toparlayıp borçları ödemek
Borcu ödeyip halkı ezen vergi ve aşırı masrafları azaltmak, hatta kaldırmak…
"Bu iş bu kadar basit mi?" diyeceksiniz.
Evet, bu kadar basit.
Çünkü klasik sorunlar için üretilen ve hala geçerliliğini koruyan klasik çözümler, bilinmeyi değil uygulanmayı bekleyen evrensel ilkelerdir.
Bilineni “uygulamak” için ortaya çıkan siyasi lider ve kadrolarda üç özelliğin bulunması yeterlidir; içeriye yönelmek, dürüstlük ve cesaret…
Fakat sorunların kaynağını “gökten gelen belalarda” veya “sadece dış mihraklardan gelen kışkırtmalarda” arayıp duranlarda bu özelikleri aramak beyhudedir.
Ne zaman ki bu özelliklerle donanmış, yani “içeriye yönelen, dürüst ve cesur” lider ve kadrolar, milletin ve de devletin içinden saf iyilik ve adalet duygularıyla bir “huruç” hareketi başlatırlar, o zaman devlet de adam olur.
Millet kendi özünde olanı değiştirip kendine gelince devletini de adam eder.
Devlet adam olunca milletini ayağa kaldırır.
Millet ayağa kalkınca da o ülkeyi kimse tutamaz.
Vesselam.
İbn Haldun'un kitapları:
– Kitâbu’l-İber
– Mukaddime
– Lubâb’ul-Muhassal
– Şifâu’s-Sâil li-Tehzîbi’l-Mesâil
– Et-Târif bi ibn Haldun
– Kaside-i Bürde şerhi
– İbn Rüşd felsefesi hakkında bir risale
– Mantığa dair bir risale (Kitab el-Mantık)
– Hesap hakkında bir risale (Kitab el-Hisab)
– Marakeş sultanına yazılan bir risale