Gara, Batı ve Doğu
Sinan Baykent 01 Ocak 1970
PKK teröristleri Gara'da 13 yiğidimizi katlettiler. Böylelikle alçaklık kitabında yeni bir sayfa daha yazılmış oldu.
Ne var ki bizim haklı olarak "alçaklık" olarak tarif ettiğimiz eylemi, Batı dünyası olduğu gibi yani "alçaklık" şeklinde telakki etmedi, etmiyor.
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) başta olmak üzere birçok Batı devleti sözde "kınama" mesajlarında ne terör örgütü PKK'ya atıf yaptı ne de katliamın adi usulüne.
Hatta ABD, hadisenin duyulduğu gecenin sabahında PKK'nın Suriye kolu YPG'ye silâh desteği sağlamak adına yeni konvoyları yollara sürmekle meşguldü.
Nitekim ABD Dışişleri Bakanlığı, yayımladığı birinci notta, PKK'nın kanlı eylemdeki sorumluluğuna dair bir "eğer" şerhi düşmüş, böylelikle hem Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne hem de terör örgütüne dair resmî bakışının içeriğini açıkça ilân etmişti.
Bu elbette şaşırılacak veya şaşırmaya değer bir durum değil.
Aksine, şaşırmamız gereken hadise ABD ve diğer bilumum Batı devletlerinden gelecek bir samimi ve sahici "dayanışma" tavrı olurdu.
Peki, Türkiye'de iktidarı ve muhalefetiyle siyaset kurumu hâlâ neyin ne olduğunun tam olarak farkında mı?
Ciddi şüphelerim var.
Türkiye 1990'lı yıllardan bu yana giderek artan ve yoğunlaşan bir tarzda terör örgütlerinin ve dolayısıyla da terör örgütlerinin tasmalarını ellerinde tutanların açık hedefindedir.
Adını koyalım: Türkiye şiddetle bölünmek ve parçalanmak isteniyor. Ve ilave edelim: Türkiye her görüşten terörle "terbiye" edilmek isteniyor.
Mesele yalnızca jeopolitik ufalanmayla ilgili değil.
Mesele, Türkiye'de egemenlik prensibi ve pratiği nâmına ne varsa silinip süpürülme meselesidir.
Yıllarca milliyetçiler, ulusalcılar ve Millî Görüş'çüler "Batı Sevr'i hortlatmak istiyor" dediklerinde en aşağılık ifadelerle komploculukla, çocuklukla ve paranoyaklıkla itham edildiler.
Oysa bugün herkes bir zamanların "komplo"larının en yalın ve en vurucu gerçekler olduğunu idrâk ediyor.
Sevr; asırlara yayılan "Türk'ü ve Müslümanları dize getirme" tasavvurunun yakıcı bir izdüşümü, can alıcı zirve noktasıydı.
Kimse kimseyi kandırmasın: Batı'nın kolektif bilinçaltında Sevr ve Sevr-vârî ögeler, bağrında taşıdığı ihtiras tohumlarıyla birlikte, hâlâ dipdiri ve canlıdır.
Şüphesiz ki toptancı ve genelleştirici bir tutum, hayatın diğer bütün şubelerinde olduğu gibi, burada da yanlış olur.
Kaldı ki Batı bugün kendi içinde bile "monoblok" olmaktan çok uzaktır.
Elbette dayatmalardan temizlenmiş bir kapsamda adil ticaret yapılır, koşullar elverdikçe müspet diyalog tesis edilir.
Bu minvaldeki bir Batı'yla ilişkiyi sürdürmeyi istemek bir şeydir. Özeldeki esas, Batı'nın dilinden anlayan ve hitapta bu dili nüanslarıyla kullanabilen aklı geliştirmekle sınırlı kalır.
Benim "Batı" dediğim ise daha ziyade anlaşılan "Batı"dır: Devletleri, şirketleri ve siyasî kültürleriyle emperyalist, plütokratik ve üstüncü Batı.
İşte mevcut hâliyle bu Batı'yla "stratejik müttefik" olunmaz, olunamaz.
Böylesi bir çerçeve deyim yerindeyse eşyanın tabiatına aykırıdır.
Üstelik aykırılık bu denli ayyuka çıkmışken ve çıkmaya da devam ederken!
Tasvir edilen bu Batı şematiği karşısında iki yol vardır: Ya emperyalizmin gönüllü köleliği ya da tam bir yüzleşme.
Türkiye bugün bir yandan köleliği haklıca reddetmeye çalışırken diğer yandan tam bir yüzleşmeyi yapmamakta ısrar ediyor.
Hâlbuki ikisini bir arada yürütmek bir nevî imkânsıza davettir. Nitekim çelişki de buradan doğuyor.
Kanımca bugün itibarıyla cevaplanması gereken soru şudur: Türkiye varoluşsal sorunlarını kiminle, nasıl ve hangi çizgide çözebilecektir?
Maddî/fizikî varoluşsal sorunların birincisi ve en büyüğü elbette "sürekli terör"dür.
Sürekli terör 2021 yılı bağlamında bir ayağı Suriye'de bir diğer ayağı da Irak'ta mevzilenen bir fesattır.
Söz konusu coğrafî kökleşme tuhaf değildir zira bölgede ne oluyorsa dört devleti (Türkiye, İran, Irak ve Suriye) yıkmaya yönelik oluyor.
Bu zaviyeden ele alındığında ise "ilk" ve fakat "hayatî" yıkım aşamasının bahsi geçen dörtlünün arasındaki en zayıf iki halkadan başlatılmış oluşu doğaldır.
Şimdi sormak lazım; sürekli terörü onu jenere eden kibir abidesi zalimlerle iş birliği yaparak mı yenmek daha olasıdır yoksa ona muhatap kalan mazlum uluslarla dayanışarak mı?
Bugün gerek reel-politiğin gerekse de ilkesel duruşun Türkiye'ye dikte ettiği tek bir gerçeklik demeti var: Doğu'ya el uzatmak.
Suriye'yle bir an evvel barışmak ve başka hiçbir devletin aracılığı olmaksızın doğrudan konuşmak artık elzemdir.
Irak'ta merkezî hükûmetle el ele vermek, iş birliğini olabilecek en üst seviyeye çıkarmak artık elzemdir.
İran'la asgari müştereklerden en büyük verimi elde etmek için çalışmak artık elzemdir.
Dahası bölgedeki her türlü yabancı-emperyalist varlığı sonlandırmak ve mevcut hâliyle dört başlı bir ejderhayı andıran bölgesel terör illetinin kökünü kazımak için dört devlet olarak ortaklaşa, egemenlik haklarının karşılıklı idrakiyle harekete geçmek artık elzemdir.
Rusya'yı rasyonel ama bir o kadar da hakkaniyetli bir çerçeve örgüsü dâhilinde ikna etmeyi denemek pekâlâ mühimdir.
Azerbaycan, Pakistan, (yeni) Afganistan, Katar ve Lübnan gibi devletler bu mücadeleye kazandırılabilir.
İlaveten bölgede yeni, kalıcı ve barışçıl bir statükonun inşasına değişmesi muhtemel dengeler ışığında sonradan veya dışarıdan katkı sunmak isteyen devletlere açık kapı bırakılabilir.
Keza coğrafî pozisyonu gereği Batı'da addedilen ve fakat aynı zamanda Batı'yla mücadele eden devletlere de (bilhassa Avrupa'dakilere) yer açmak abesle iştigal sayılmayacaktır.
Tek rehber ulusumuzun kayıtsız-şartsız egemenliği ile devletimizin âli menfaatleri olmalı, diğer bütün potansiyel etmenler kararlılıkla etkisizleştirilmelidir.
Bunun için Türkiye öncelikle yeni dünya düzenindeki rolünü ve dahi misyonunu doğru tanımlamalı, çelişkilerinden arınmalıdır.
Bundan 100 yıl evvel Türkiye neo-kolonyalistlere ve plütokratik vampir-devletlere karşı ileride tasallut altındaki bütün mazlum halklara örnek teşkil edecek nitelikte destansı bir mücadeleyle "dur" ihtarını vermişti.
100 yıl sonra bugün yine çepeçevre çevreleniyor, abluka altına alınmaya çalışıyoruz.
Türkiye o zamanlar yüzleşmeden kaçınmadı ve gereği neyse yerine getirdi. Büyük bedel ödendi, doğrudur. Fakat en nihayetinde kavgadan yüz akıyla çıkmasını bildi.
Tarihin bir kuralıdır: Mazlumların ahı bir gün mutlaka çıkar.
Şimdi Türkiye'nin önünde, tıpkı 100 yıl evvel olduğu gibi, yine tarihî bir fırsat var.
Türkiye yeniden hem aklı hem de icap ederse yumruğuyla ezilen dünyanın, mazlumlar âleminin kurtuluş öncülerinden olabilir.
Yeter ki zikzak çizilmesin.
Ve yeter ki adımlarımız günümüz reel-politiğinin nesnel gereksinimleri ile kudretli tarih bilincimizden damıtılmış olsun.