12 Yılın Ardından Galip Erdem’e Hasret Mektubu
Osman Oktay 01 Ocak 1970
Galip Ağabey;
Çoktandır aramızda yoksun. 12 Mart 2009 tarihi itibariyle sen gideli tam 12 yıl olacak. Gerçi her fırsatta yâd edip hatıralarını canlı tutuyoruz ama yoksun işte, yoksun!
Kimi zaman gözlerimiz, gönüllerimiz buğulanarak, kimi zaman tebessümle, kimi zaman da ahlarla, vahlarla anıyoruz seni. Memleketin içine düştüğü durum, iç politika, dış politika, camiamızın kırık-döküklüğü, eve ya da bir çocuğa aldığımız çikolata, hatta ve hatta “Beşiktaş”ın durumu bize hep seni hatırlatıyor. Senin gibi bir ehl-i dil, ehl-i kalem, ehl-i sohbet çıkaramadığımız için de kara gürültü, kuru gürültü idare edip gidiyoruz. Emr-i Hakk’a uyup herkes gidecek, hepimiz gideceğiz lâkin giderken o “Ağabeylik” kavramını niye götürdün be canım Ağabeyim? Senden sonra bu kavramı -senin gibi- taşıyan mı çıkmadı biz mi kimseye yakıştıramadık bilmiyorum. Sana yaşıtların, hatta yaşça büyüklerin bile “Ağabey” diyordu, şimdi herkesin ağabeyi farklı. Zaman mı değişti, biz mi değiştik, nifak kol mu geziyor nedir; durumumuz bu, halimiz perişan…
Bir zamanlar hep zoru isteyen, güzellikler içinde yaşamak varken sıkıntılara talip olan insanların nice zaman sonra bile değişmeleri mümkün mü? 1970’li yılların başında on beş on altı yaşlarında iken yani hayatlarının baharında o büyük ideallere bağlanan gençler bugün elli yaş sınırını çoktan aştılar. Hayatlarının en olgun, en verimli çağını yaşıyorlar. Kısacası otuz beş kırk yıl öncesinin “Çoluk çocukları” bugün kocaman adamlar oldular. Hepsi okumuş, yetişmiş insanlar. Çoğu bir ateş çemberinin içinden geçip de geldi:
“Biz kim bu cihan gülşenini hâra değiştik,
Varını yoğa, yârını ağyâra değiştik!”
Divan Edebiyatımızın bu nadide beyti aslında tam da bizim o -eski günlerdeki- halimiz için söylenmiş gibiydi. Ancak ne olduysa oldu mazimizi, kendimizi inkâr ediyoruz Ağabey. Sen kendini unutmuş; başkaları için yaşıyordun. Onun içindir ki 67 yıllık ömründe beş yüz yıllık çile çekmiştin, yorulmuştun. 12 Mart 1997’de tarihimizin ikinci 12 Mart Muhtırası’nı vererek terk-i dünya ettiğin gün Dr. Haluk cansız bedenine bakıp ağlarken, “Ah Galip Ağabey ah, demişti! Bu küçücük bedenine o koskoca Galip Erdem’i nasıl sığdırdın?”
Evet evet… Sen gerçekten bir muhtıra vererek gittin Ağabey. Yorgun olduğun kadar da kırgındın, biliyorum. Darmadağınık oluşumuza, ayakların baş oluşuna, “birbirimizi yeterince sevmeyi hâlâ öğrenememiş olmamıza” kızıyordun. Hakk’a yürümeden bir süre önce Ankara’da düzenlenen “Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri” konulu konferansta da bu yüzden tek cümle söyleyip kürsüden inmiştin: O cümlen çok müthişti Galip Ağabey: “Türk milliyetçiliğinin tek meselesi vardır, o da Türk milliyetçileridir!”
Dinleyenler afallamış, günümüzün moda söyleyişi ile “şok” olmuşlardı. Sonra düşününce sana hak verdiler vermesine de hâlâ bu meseleyi halledemediler. 2008’in Kurban Bayramı’nda Türk Ocağı Genel Merkezi’ndeki bayramlaşma töreninde idik. Bir dostum, orada bulunanlara şöyle bir baktı, tanımadıklarını sordu ve sonra, “Yahu Osman, dedi. Bu camiada çok değerli adamlar var da, neden Türkiye’nin yönetiminde söz sahibi olamıyorlar? Bunca yetişmiş insan gücüne yazık değil mi?”
Bu sorunun cevabı aslında senin o tek cümlelik konferansında verilmişti. Ben lâfı biraz da dolandırarak belki aynı şeyleri söyledim. Eve dönünce, Türk tarihinin her döneminde ülkücüler olmasına rağmen, 1960’lı yılların başında, ülkü ve ülkücülüğün bir kavram olarak siyasi ve kültürel edebiyatımıza henüz girmediği bir dönemde Tercüman Gazetesi’nde yayınlanan “Ülkücü’nün Çilesi” başlıklı yazınızı bulup okudum. Şu satırlarınızın altını bir daha çizdim:
“Ülkücülerin hayatı bambaşkadır. Sözlüklerinde rahatlık kelimesinin yeri yoktur. Daimi bir mücadele içinde ömür tüketirler. Hemen herkesle, her şeyle zaman zaman çatıştıkları görülür. Arkadaşları ile aileleri ile hatta sevdikleri ile… Belli bir ülkünün esaslarından ziyade politikanın değişen icaplarına uymayı tercih eden kudret sahipleri ile de sık sık ihtilafa düşerler. Çok defa başları belaya girer; gene de sinmezler. Bu halleri ‘kalabalık’a göre, ‘uslanmamak’tır; kendilerine göre de ‘yılmamak.’”
“Ülkücü, dünya nimetlerinden yana nasipsizdir. Gözü yoktur ki nasibi olsun. Bir lokma, bir hırka ona yeter. Paraya karşı o kadar müstağnidir ki, halkın hayretine sebep olur. Herkesin istediğini istemez, ne istediğini de herkes anlayamaz. Kendi zevkleri dışında zevk tanımayanların gözünde ‘zevksiz’ bir adamdır! Küçümserler onu. Hayatı anlamamakla, üç günlük dünyanın hakkını vermemekle itham ederler. O, böyle davranışlara hiç önem vermez. Elverir ki, inandığına dokunulmasın!”
“…….Ülkücünün en çok dinlediği ‘nasihat’tir. ‘Yapma’ derler, ‘Hayatını heba etme’ derler. ‘Gününü gün et’ derler. O kadar çok şey söylerler ki hiç bitmez. O hepsini dinler ama hiçbirini tutmaz, gene bildiği gibi yaşar.” (G. Erdem, Ülkücünün Çilesi. Tercüman, 13 Ağustos 1961)
Kamuoyunda “Ülkücü” diye bilinenlerden çoğu o “nasihatleri” dinlemeye devam ettiler ama ne yazık ki bildiklerinden -ya da bildiklerini zannettiklerimizden- şaştılar Galip Ağabey. Ancak onlar senin ölçülerine göre zaten “ülkücü” değillerdi; öyle değil mi? 1977 yılında Ankara’da Ülkü Ocakları Başkanları’na verdiğin seminerde söylediğin sözler hiç aklımdan çıkmıyor: “…İnsanoğlunun hayat çizgisi her an değişebilir. Onun için bir kişiye sağlığında kolay kolay ‘ülkücü’ denmez. Hayat çizgisini değiştirmeden, ideallerinden taviz vermeden terk-i diyar edip Rahmet-i Rahman’a kavuşursa işte o zaman ‘O bir ülkücü idi’denir.” Siz bu ölçülere göre gerçek bir ülkücü idiniz. Çünkü hayat çizginizde hiçbir değişiklik olmadan, ideallerinizden taviz vermeden ömrünüzü tamamlamıştınız. Sizinle ilgili bir çalışma yaparken, ortaokul – lise çağlarında yazdığınız şiirlerinize rastlamıştım. “Bozkıra Özlem” adını taşıyan şiirinizde şöyle diyordunuz:
“Çok evvel ecdadımın at oynattığı kırlar
Şimdi bana yabancı, şimdi düşman elinde.
Bozkurt sürülerinin dolaştığı çayırlar
Bir yeşil güzellikle tütüyor hayalimde…”
Sonra, arkadaşınız Servet’le birlikte Erzurum’dan yola çıkıp ecdadımızın at oynattığı o diyarlara gitmeye karar verdiniz. 8 Eylül 1948 tarihini düştüğünüz günlüğünüzün bir sayfasına yazıp imzaladığınız yemin metni beni çok etkiledi:
AND
Birbirimizden ayrılmayacağımıza,
Birbirimizin sözünden çıkmayacağımıza
Birbirimizi tek insan kabul edip koruyacağımıza
And içeriz.
Servet KURT Galip ERDEM
İMZA İMZA
Turan yolculuğunuz Van’dan öteye geçememiş ve Erzurum’a geri gönderilmiştiniz ama olsun; siz yolunuzdan şaşmadınız. Öğrenciliğinizde, yazı hayatınızda, işinizde sadakati, doğruluğu, dürüstlüğü, kısacası ülkücülüğü bir an olsun terk etmediniz. İdeallerinizden taviz vermediniz. Seminerlerinizde, konferanslarınızda hep bunları anlattınız. Biz ise menfaat girdaplarında debelenip duruyoruz.
Siz, 1961 yılından 1966 sonuna kadar, 6 yıl içinde Tercüman, Yeni İstanbul, Son Havadis, Bâb-ı Ali’de Sabah ve Zafer gibi günlük gazetelerde yazılar yazmıştınız. Prensipleri, idealleri olan bir yazarın esen siyasi rüzgârlara ve menfaatlere göre yön değiştiren matbuat ortamında tutunması mümkün değildi. Onun için sık sık kovuluyor ya da ayrılıyordunuz ve çalıştığınız her gazetedeki ilk yazınıza şu cümlelerle başlıyordunuz: “Bu gazetede belki inandıklarımın hepsini yazamayacağım ama inanmadıklarımı asla yazmayacağım!” İnanmadıklarınızı yazmadınız, yazdıramadılar. Çünkü eyyamcılığı ve eyyamcıları sevmiyordunuz:
“Ülkücülerin en amansız düşmanları ‘eyyamperest’lerdir. Menfaatlerine tapan bu adamlar daha çok kazanmalarına, daha rahat yaşamalarına mâni olacak sanırlar da ülkücüyü hep ezmeğe çalışırlar! Ne garip tecellidir ki, ülkücünün gayretlerinden en çok faydalananlar da ‘eyyamperest’lerdir.” (G. Erdem, Ülkücünün Çilesi. Tercüman, 13 Ağustos 1961)
Bu yazı çıktığı zaman siz henüz 29 yaşındaydınız. Günümüzde artık “medya” diye anılan basın – yayın dünyası böylesine yozlaşmadan da işin farkındaydınız. Onun içindir ki, Tercüman’daki ilk “Sohbet” yazınıza şöyle başlamıştınız:
“…Yalanla gerçeğin birbirine karıştığı, iyi ile kötünün kolay kolay seçilemediği bir yola giriyorum. Belki de en iyi niyetlerle bu yolculuğa çıkanların birçoğu kendi kendilerinin kurdu kesilmişlerdir. Hele bazıları kendilerini yiyip tükettikten sonra masum ve mazlum, üstelik aynı zamanda âlicenap bir halkın mukaddesatını kemirerek yaşamışlardır. Hâlâ da yaşıyorlar. Böylelerine acıyorum. Yegâne tesellim, ‘ifrit’i yenmiş ve Türklük sevgisini ebedî bir aşk haline getirmiş hakikî kalem kahramanlarının da mevcudiyetidir. Fâni âleme veda edenleri rahmetle, yaşayanları hürmetle anıyorum. Ehliyet ve kifayetlerinden elbette ki çok uzağım. Ama gene de ‘maddeci’lerin en ustası olmaktansa; bir ömür boyu ‘ülkü erleri’nin peşinden gitmeyi, -hatta ifademi mazur görünüz- hep ‘çırak’ kalmayı tercih ederim.”
“Bâb-ı Ali’nin öyle bir havası var ki kalemin sürçmemesi, sözün şaşırmaması ve bilhassa istikametin değişmemesi çok zor. Daima sevginizden kuvvet alacak, ilginize lâyık olmaya çalışacağım. Yazacaklarımı dost gözü ile okumanıza, hatalarımı müsamaha ile karşılamanıza ve hepsinden önce Tanrı’nın yardımına muhtacım. Ara sıra benim için dua ediniz.” (G. Erdem, Sohbet. Tercüman, 1 Ağustos 1961)
Kalemi sürçüp sözü şaşanları sen de görmüş ve hatta bir ara “yazı orucu” bile tutmuştun. Bunda, “Okuyan kim, dinleyen kim?” hesabı camiamıza kızgınlığının da rolü vardı, biliyorum. Kurşun kalemle çizgili kâğıtlara yazdıklarını okuyabilmek için ihtisas gerekse de; muhtevasına erişilemeyen o güzel, anlamlı yazılarını daktilo etme şerefine erenlerden biri de âcizane bendim. Sizden yazı almanın zorluğunu da bilenlerdenim. Devlet Gazetesi’ne, Bozkurt Dergisi’ne yazı almak için kaç defa evinize gitmiştim bilmiyorum. Ancak gönül istiyor ki keşke siz şu günleri görseydiniz de, 12 Eylül felaketinden sonra döktürdüğünüz o sanatlı, cinaslı yazılarınızın benzerlerini alabilmek için kapınızda nöbet tutsaydım! O dönemde “Beşiktaş Nasıl Kurtulur?”, “Türk Gençliğine”, “Akyuvarların Hikâyesi”, “Has Kul”, “Var mı idi Yok mu idi?”, “Sihirli Kumaş”, “Sessiz Dünya” ve “Bir Çin Masalı” gibi şaheserleri kaleme alan bir deha son dönemlerde içeride ve dışarıda yaşadıklarımızı (AB, Kıbrıs, Kerkük, Irak, İsrail – Filistin, PKK, Terör, Ergenekon…) ve daha da yaşayacaklarımızı o güzel üslubuyla kim bilir nasıl yazıya dökerdi! Yazılarınıza, yol göstericiliğinize gerçekten ihtiyacımız var ama siz yoksunuz Galip Ağabey, siz yoksunuz!
Olmadığınız için de teselliyi yine eski yazılarınızda buluyoruz. Bazıları tazeliğini hiç yitirmemiş ve sanki bugünler için yazılmış inanın… İbrahim Ağabey titiz bir çalışma yaparak eski yazılarınızı derleyip toparladı, sınıflandırdı. İlk olarak “Türk Kimdir, Türklük Nedir?”(*) başlığı altında bir kitap yayınladı. Bildiğim kadarıyla ikinci kitap da baskıya hazır. Yalnız, sizsiz geçen 12 yılda yaşananların da bilge kişiliğiniz ve o eşsiz üslubunuzla yazılıp yorumlanması gerekiyordu. Mesela şu “Ergenekon” konusu…
Asırlar önce Türklüğün yok oluşun eşiğinden dönüp yeniden şahlanışa geçişinin destanı olan bu kutsalımız ne yazık ki şimdilerde ilgisi ve alâkası olmayan bir karmaşık işe ad oldu. Hele bazı köşe yazarlarının ve TV sunucularının üstüne basa basa “Ergenekon Terör Örgütü” demeleri kanımıza dokunuyor Galip Ağabey. Sen yazılarınla hem nalına hem mıhına vurarak; Ergenekon’un yüceliğini bu adi, gizli kapaklı işlere bulaştıranlara lâyık oldukları cevabı çok güzel verirdin, biliyorum. Biz bunu bile yapamıyoruz. Gidenin yeri dolmuyor ve hasret bitmiyor Galip Ağabey, bitmiyor…
Son yıllarda yardım kuruluşlarının sayısı arttı. Neredeyse her cemaat, her görüş değişik adlar altında yardım amaçlı dernekler kuruyor. Bazıları, faaliyetlerini kendi doğrultularındaki TV kanallarında sergiliyorlar. Doğrusu gıptayla seyrettiğimiz çok güzel işler de yaptılar, yapıyorlar. Ancak bu güzel işlere şaibe bulaştıranlar oldu Ağabey. Hal böyle olunca biz yine seni hatırladık. 12 Eylül felaketinden sonra suçsuz – günahsız yere zindanlara tıkılan ülkücüler için yaptığın fedakârlık herkesin dilinde. Bir lokma bir hırka misali yollara düştüğünü, o gençlere ve ailelerine yardım edebilmek için neler çektiğini unutmak mümkün mü?
Hani bir defasında, Sitelerden aldığın yardım zarfını -ki sen buna mektup diyordun- cebine koyup yola koyulmuştun. Kerim Ünal da sizinle birlikte idi. İkiniz de ceplerinize baktınız; otobüse, dolmuşa ya da taksiye verecek paranız yoktu. Yol arkadaşınızın, “Ağabey, zarftaki paradan alıp taksiye binelim. Kızılay’a gidince maaşımı çeker, yerine fazlasıyla koyarım” teklifini, “Kafamı bozma da, yürü!” diyerek şiddetle reddetmiştiniz. Çünkü o para yardım parası idi, emanetti ve yerine konmak üzere de olsa başka bir iş için kullanılamazdı. Siz bu kuralı daha işin başında koymuştunuz ve hiç taviz vermeden uyguluyordunuz. “Akıl Dükkânı” dediğiniz Avukat Bürosu’nda çalışanlar da bunu çok iyi biliyorlardı. Çünkü aynı gerekçe ile üzerinizde bulunan yardım paralarından -yine yerine konmak şartıyla- onlara kahvaltılık bile almamıştınız. Yardım amaçlı çalışma yapanlardan hesaplarına şaibe karışanları duyunca biz yine sizi hatırladık ve sırılsıklam halinize acıyıp arabasına alan bir vicdan sahibi vatandaşa rastlayana kadar yayan yapıldak yürümenizi yâd edip bir daha, bir daha saygı ve rahmetle andık.
Kısacası, sizi çok özledik Ağabey. Ara sıra iyi işler yapıyor olsak da bir yere kadar. Siz, “Başka noksanlarımız da elbette vardır. Ama asıl noksanımız, yeterince sevmesini hâlâ öğrenememiş olmamızdır” diyordunuz. Bu hasret mektubu ile sizi üzmek istemiyorum. Lâkin biz yeterince sevmesini hâlâ öğrenemedik.
Ruhun şad, Allah’ın rahmeti üzerine olsun.