Bilgimiz artıyor mu yoksa cahilleşiyor muyuz?
Prof. Dr. Erol Göka 01 Ocak 1970
“Has düşüncenin, tutarlı ve sistematik düşünmenin, hakiki anlamanın gereğini bilen ve yerine getirmeye çalışan birçok yazar, şimdilerde giderek sığlaşan popüler bilinç karşısında ne yapabileceğine kafa yoruyor. İnsanlar önemli, anlamak kadar anlatmak da önemli, bir yolu bulunmalı.”
Geçenlerde sosyal medyada kullandığım bu ifade, uzun zamandan beri zihnimi meşgul eden düşüncelerin sonucuydu. Farkındayım, bu ifadede belirgin iki taraf var. Bir tanesi, has düşünce, tutarlı ve sistematik düşünme ve hakiki anlamanın peşinde olanlar yani “bilenler”, diğeri ise popüler bilincin ağına takılanlar ya da kestirmeden söyleyelim, “diğerleri”…
İki tarafı keskin çizgilerle birbirinden böyle ayırınca, birçok soru birbiri ardınca sökün ediyor. Elbette ilk önce “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer/8-9) diyen ayet akla geliyor ve ardından bilenleri ve bilmeyenleri nasıl ayırt edeceğimiz başta olmak üzere birçok soru…
Bilmekten maksat nedir? Bizzat bu ayetin alındığı Kur’an, neyi kast etmektedir? Hakikat, Yunus Emre’nin bahsettiği “ilim kendin bilmektir.” Modern zamanlarda gerçekliğe ulaşmanın biricik yolu ve yegane mürşit olarak görülen bilimsel bilgi ve Martin Heidegger’in “bilim düşünmez” sözü arasında biteviye raks edip dururken sen hangi donanım ve gerekçeyle kendini ya da bazılarını “bilen” makamına oturtuyorsun? Bunlara başka sorular da ilave edebiliriz şüphesiz. Hızımızı alamayıp sözün sahibinin kendini beğenmişliğini de işin içine katabilir, onu ağzını açtığına pişman edecek, gerçeği kişinin psikolojisinde saklı bir “şey”e indirgeyecek bir söyleve girişebiliriz.
Cehalet türleri ve yeni cehalet
Bunların hepsi olabilir, ama size şunu açık yüreklilikle söyleyebilirim: Bir insanın daha bilgi ve bilme hakkındaki düşüncelerini dile getirmesi sırasındaki üslubu, soru sorması ve cevap verme tarzına bakarak “cehalet” karşısındaki konumu, haydi kibarlığı bırakalım, “cehalet düzeyi” hakkında bir fikir edinebiliriz.
Geleneksel dünyada âlimler, cehaletin üç türü olduğunu söylerlerdi: ‘Cehl-i mu’kab’ halinde kişi bilmez ama bilmediğinin farkında da değildir. ‘Cehl-i basit’ hali, bilmemek ama buna rağmen bilmediğinin de farkında olmaktır. ‘Cehl-i mürekkep’ ise; bilmediği halde, kendini biliyor zannetme veya yanlış malumatını doğru kabul etme halidir. Yani, kendi yanlış bildiği şeyi en gerçek ve en uygun bilgi olarak satmaya kalkmaktır…”
Bu cehalet düzeyleri derecelendirmesinin günümüze kadar gelmiş ve hepimize “Ne kadar da güzel söylemişler” dedirtmesi, cahilliğin pek de öyle sır bir durum olmadığının göstergesi. Hatta cahillik de çoğu zaman tıpkı güzellik gibi apaçıktır. Güzelliği nasıl estetik bir algılamayla idrak edebiliyorsak cahilliği de önce insanın hakikat merakı ve öğrenme iştiyakına, hemen ardından insanın soyutlama yetisinin göstergesi olan kavramlarla ilişkisine bakarak görebiliriz.
Bu konuda daha çok söz söyleyebilir, belki daha ikna edici olabilirim ama şimdilik, evet, bazı insanların daha cahil ve cahilliğin de bilgi yarışmasıyla ölçülen bir şey değil insanın bilgi karşısındaki konumlanışına bakarak görülen bir durum olduğunda anlaşalım. Ve kaldığımız yerden devam edelim…
Teknomedyatik dünya
Büyük ölçüde teknoloji ve medya tarafından belirlenmiş ve çerçevelenmiş olan günümüz dünyasına “teknomedyatik dünya” diyorum, yaşadıklarımızı en iyi bu kavramlaştırmanın ifade edebildiğini düşünüyorum. “Teknik” her tarihsel dönemde vardı ama modern zamanlarda “teknoloji” dediğimiz bir hüviyete büründü. İletişimlerimizin cereyan ettiği bir ortam anlamında “medium” her zaman vardı, ama modernlikle birlikte önce yazı yaygınlaştı, sonra görsellik ve en nihayet dijitallik işin içine katılarak bugünkü pek karışık medya ortaya çıktı.
Yaşadığımız dünyanın tartışmasız egemenleri olan, zihinlerimizin bile denetimini elinde bulunduran teknoloji ve modern medya, farklı oldukları kadar birbirlerine benziyorlar aslında. Onları benzer kılan, kökenlerindeki sunilik; ikisi de bir biçimde şu veya bu şekilde otantik olanı bozuyorlar. “Sanallık” dediğimiz de son tahlilde aslında, şeylerin ve ilişkilerin (insan-insan ve insan-tabiat ilişkilerinin) suni bir karaktere bürünmesi. Elbette sunilik, şeylerin ve ilişkilerin gerçek değil tümüyle sahte oldukları anlamına gelmiyor. Sunilikten kastımız, şeylerin ve ilişkilerin yaratılıştan olmayan, sahici (otantik) varoluşlarına sonradan eklenen yanlarının öne çıkması. Suni olan gerçek olmasına gerçek, ama hakiki değil…
İnsanın bilgiyle değişen ilişkisi
Sözü uzattıkça uzatıyorum zira yaşadığımız dünyada büyük bir değişim yaşandığını ve en çok da insanın bilgiyle ilişkisinin değiştiğine getirmek istiyorum. Bilişim teknolojilerindeki devasa değişimi, bilgiye önceden hayal bile edemeyeceğimiz bir hızla ulaşabildiğini görenler, başlangıçta “Bilgi Çağı”nın geldiğini sandılar ve yaşadığımız zamanları tanımlamak için bu kavramları kullandılar. Ama çok geç olmadan böyle olmadığı, zihnimizde yükselen “veri” dağlarının “bilgi” anlamına gelmeyeceği anlaşıldı. “Bilgi Çağı” hüsnü kuruntusu çabucak terk edildi. Sosyal medyanın ortaya çıkışıyla bu durum iyice belirginlik kazandı. Her geçen gün daha iyi farkına vardık ki, veri yığmak, bilgi; haberdar olmak bilmek; bilgi sahibi olmak, anlamak; görüş bildirmek, yorumlamak demek değil…
Bu kadarla kalsa iyi, yaşadığımız dünyada ayrıca insanların zihinlerinden ve gündemlerinden kavramlar ve onlarla birlikte “iyi hayat” sorunu giderek ortadan kalkıyor. Felsefi sorgulamadan ve hayat bilgisinden ödümüz kopuyor. Yaşantımızdan çıkardığımız sezgisel, pratik bilgilerin değerini bilmiyoruz, “basiret” ve “feraset”in ne olduğundan çoğumuzun haberi dahi yok. “Hikmet”, “irfan” gibi kelimeleri anlamsız bulmakla kalmıyor, o gün canımız ne isterse ona inanıyoruz. Bir bakıma felsefesizleşiyoruz. Felsefesiz kaldıkça, tüketim toplumuna, teknomedyatik dünyanın sahiplerine, onların önümüze koydukları sözüm ona akıllı aygıtlara daha sıkıca bağlanıyoruz. Sanal olanı hakikat sanmaya, daha çok görüntü ve bakışla idare etmeye, kısa cümlelerle yetinmeye başlıyoruz. Halimizi ifade etmek için geleneksel dünyanın âlimlerinin yaptığı cehalet derecelendirmeleri işe yaramıyor. Giderek daha yaygın bir hal alan yenidünyanın cehalet biçimi (haydi kimseyi incitmeden “popüler bilinç” diye çağıralım onu) karşısında ne diyeceğimizi bilemiyoruz.
Çare, yazı ve kitap
Hali pür melalimiz budur. Gelelim ne yapacağımıza, bu iki tarafı uzlaştırmanın, “bilenler”in bildiklerini “diğerleri”ne nasıl ileteceklerinin yolunu konuşmaya… Telaşlanmayın, bu kez sözü eğip bükmeyeceğim, cevabım oldukça basit.
Sanıyorum bilgi karşısında bugün yaşadığımız bu özgün durumu anlayabilmek için en işe yarar kavramlardan birisi, “ikinci sözlü kültür çağı”… Bazı düşünürler, kavramların ve enine boyuna ve derinlemesine düşünmenin yerini kısa, hap niteliğinde bilgiye, görüntü ve bakışa bıraktığı günümüzü anlatmak için bu kavramı kullanıyorlar. Ne kadar haklılar bilemem ama bu kavramın yol açtığı çağrışımlardan çareye kolayca ulaşabileceğimiz kanaatindeyim. Ama önce, şu “söz” ve “yazı” ayrımını belirginleştirelim:
Sözlü ortamda kelime, gerçek ve var olan bir şimdinin parçasıdır; hiçbir zaman tek başına yalnız kelimelerden oluşan bir bağlamda ortaya çıkmaz. Yazılı metinde ise, kelimeler de, yazan kişi de yalnızdır, hayali bir okuyucuya hitap edilir. Yazıda ifade edilen her kelime, sonradan değiştirilme ve silinme şansına sahiptir; söylenen söz ise silinemez ancak yamalama yoluyla düzeltilmeye çalışılabilir. Yazarın kelimelerle oynayabilme kapasitesi genişledikçe, yazılı gelenekteki alay da incelip keskinleşir. Yazılı metinde anlam yazarın niyetinden ve metnin bağlamından bağımsızlaşmıştır; orada gerçek, görünür dünyadan farklı, sınırsız bir dünya bulunur. Yazının bu sınır tanımazlığı sayesinde, okuyucu bir metni anlarken yazıdaki görünmeyen göndermelerin manevi zenginliğinden kendisine yeni bir dünya kurar veya varoluşuna yeni boyutlar katma olanağına sahip olur. Yazının etkisiyle ortaya çıkan en çarpıcı görünümlerden biri de dış dünyanın ve vicdanın içselleştirilmesidir. Bugün aklına ve kendine güven içinde karar verebilen bir bireyden bahsedebiliyorsak bunda yazının payı çok büyüktür.
Yazı, modern bilimin ve edebiyatın gelişmesindeki katkılarının yanı sıra bilinci keskinleştirir. Yazının yabancı etkisi ve yaşamla aramıza koyduğu mesafe nedeniyle hayatımız birçok bakımdan zenginleşir, yüceleşir. Yazı sayesinde, insanlığın repertuarında sözlü geleneğin hantal belleğiyle hiçbir zaman erişilemeyecek ve algılanamayacak kadar bilgi ve beceri birikmiştir.
İtiraf ediyorum, en hazzetmediğim kavramlardan bir tanesi, “modernliğin kazanımları”dır. Bu kavram, öncelikle modernliğin kaybettirdiklerini düşünmemiz gerektiğine inandığım için bende otomatik bir tepkiye neden oluyor. Ancak mesele “söz ve “yazı” arasındaki ilişki olduğunda, yazının yaygınlaşmasının modernliğin açık bir kazanımı olduğunu söylemekte bir sakınca görmüyorum. İkincil sözlü kültür çağında modernliğin bu kazanımını kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıyayız. Bu önleyebilmenin yegâne yolu, yazıyı ve yazının arşivlenme yeri olan kitabı asla bırakmamaktan, onları öne çıkarmaktan geçiyor. Yazı ve kitap ayaktaysa, korkulacak bir şey yoktur. O halde bıkmadan yazalım, okuyalım.