NİYÂZÎ-i MISRÎ
Prof. Hasan Kavruk 01 Ocak 1970
Yaşadığı dönemden bu yana tasavvuf ehlinin baş tacı ettiği 17. yüzyıl Türk edebiyatının önde gelen mutasavvıf şairlerinden olan Niyâzî-i Mısrî kendi ifadesine göre 1027/1618 yılında Malatya’da dünyaya gelmiştir. Safâyî ve Sâlim tezkirelerinde ve Ş. Sâmî’nin Kâmûsu’l-A‘lâm’ında Malatya’nın Soğanlı köyünde doğduğu belirtilir. Fakat kendi eserlerinde doğum yeri olarak Soğanlı’dan bahsedilmemekle birlikte Malatya açık olarak belirtilir. Gibb ve bazı yerli araştırmacılar Malatya civarında Aspozi denilen yerde doğduğundan söz ederler. 17. yüzyıla ait sicil defterlerinde, tarihi kaynaklarda ve bugün bilinen coğrafî mekânlar arasında Malatya ve civarında Soğanlı diye bir yerleşim biriminin olmaması bu bilgiye ihtiyatla yaklaşmamız gerektiğini düşündürmektedir. Şairin divanında Aspozi adına yazılmış, oldukça etkili bir şiiri bulunmaktadır. Aspozi’nin bugünkü Malatya şehir merkezi civarının o dönemindeki yazlık olarak kullanılan yer olduğu, merkezde Niyâzî-i Mısrî adında bir mahalle ve caminin varlığı, son zamanlara kadar onun adına yapılmış bir tekkenin ve çeşmenin bulunduğu göz önüne alınırsa şairin Aspozi ile derin ilişkisi anlaşılmış olacaktır.
Niyâzî-i Mısrî’nin asıl adı Muhammed/ Mehmed’dir. Mahlas olarak ‘Niyâzî’yi kullanmıştır. Babası Soğancı-zâde Ali Çelebi adında bir Nakşibendi tarikatı müntesibidir. İlk eğitimine kardeşleri ile birlikte köyünde başlayan şair Malatyalı bilginlerden hem dinî alanda hem de tasavvufî alanda dersler alarak kendini yetiştirir. Babasının, onu kendi şeyhine bağlanma arzusunun hilafına yine Malatyalı Halvetî şeyhi Hüseyin Efendi’ye talebe olur. Kısa bir müddet sonra şeyhinin Malatya’dan ayrılması üzerine Niyâzî 20 yaşları civarında 1048/1638’de şehirden ayrılarak önce Diyarbakır’a, oradan Mardin’e geçer. Buralarda kaldığı zaman içinde ilmî yönden kendini geliştirmeye devam eder. Daha sonra Kerbelâ, Bağdat ve Kahire’ye gider. 1050 /1640’ta İskenderiye’dedir. Mısır’da bulunduğu süre zarfında da Câmiü’l-Ezher’de ilmî faaliyetlerini sürdürmüş, tasavvufî gelişimini tamamlama gayreti içinde olmuştur. Gördüğü bir rüyanın etkisiyle 1053/1643’te Mısır’dan ayrılarak Arabistan ve Anadolu’nun değişik yörelerini gezen şair 1056/1646’da İstanbul’a gelir. Artık bundan sonra Mısrî lakabıyla Niyazî-i Mısrî adıyla anılacaktır. İstanbul’da fazla kalmayan şair önce Bursa’ya, oradan da Uşak’a geçer. Burada kısa bir süre Ümmî Sinan’ın talebesi Şeyh Mehmed’in yanında kalır. Ardından Elmalı’ya gider. Artık şeyhi Elmalılı Ümmî Sinân’a kavuşmuştur. (1057/1647). Uzun bir süre burada nefsini terbiye ile uğraşır, tasavvufî yönden kendini yetiştirmeye çalışır. Bir ara ziyaret için Malatya’ya gelirse de tekrar geri döner. 1066/1655’te kendisine şeyhi Ümmî Sinân tarafından hilafet verilir.
Hilafet verildikten sonra bir müddet daha Elmalı’da kalan şair, oradan Uşak’a geçer. Çal’da, Kütahya’da bir müddet şeyh olarak irşada devam ederse de şeyhinin ölümünü duyunca 1657’de Uşak’a geri döner. Fakat burada da fazla kalamaz. 1072’de Bursa’ya gelir. Bir müddet burada irşad işleriyle uğraşır. Kısa zamanda şöhreti her yere yayılır, hatta saraya kadar ulaşır. Saray tarafından Edirne’ye davet edilir. Edirne’ye giden şair, kısa bir süre burada kaldıktan sonra İstanbul’a, oradan da Bursa’ya geri döner. Kaynaklar Niyâzî-i Mısrî’nin yine saray tarafından ikinci kez Edirne’ye davet edildiğini belirtirler. Fakat bu ikinci gidişinde bazı sözlerinin beğenilmemesi üzerine Rodos’a sürgün edilmiştir. (1083) Affedilene kadar, 9 ay süren Rodos sürgünü sonunda yine Bursa’ya dönen şair, halk ve bilim adamları arasında te’vilinde zorluk çekilen bir takım fikirleri dolayısıyla Limni adasına sürgüne gönderilir (1088/1677). Eserlerinden anlaşıldığı kadarıyla oldukça sıkıntılı geçen bu sürgün hayatı yaklaşık 15 yıl sürmüştür.
1103/1691’e kadar devam eden bu çileli hayatın şairin ruhî durumu üzerinde derin etkiler bırakmış olduğunu eserlerinden anlıyoruz. Sürgün dönüşü tekrar Bursa’ya dönen Mısrî, Sultan II. Ahmed’in Avusturya seferine müridleriyle birlikte katılmak isteyince padişah tarafından bir fermanla durdurulmak istenir. Fakat Niyâzî, fermanı kabul etmez. Bunun üzerine dönüşünden 16 ay sonra 78 yaşında iken tekrar Limni adasına sürgüne gönderilir. Onun bu son sürgün hayatı artık fazla uzun sürmeyecektir. Gerek madden gerekse manen oldukça yıpranan şair 1105/1694’te Limni’de vefat etmiştir. Cenazesi Limni’de vefat ettiği makamda defnedilmiş olup mezarı halen oradadır.
Hem şair, hem mutasavvıf olarak devrinde kendini kabul ettirmiş bir sanat adamı olan Niyazî-i Mısrî’nin vefatı zamanın aydınları arasında büyük üzüntü yaratmış, ölümüne birçok tarih düşürülmüştür. Bunlardan Bursalı İsmail Beliğ’in: “Ruh-ı Mısrî mahfel-î âlîye pervâz eyledi”; Bursalı İsmail Hakkı’nın: “Kutb olup Mısrî cihândan gitti yâ hû Hay diyüp”; Müstakim-zâde Süleyman Sa’deddin Efendi’nin: “Bâl û perin açdı Mısrî adne pervâz eyledi”; Şair Nazîm’in: “Cân-ı ‘azîz-i Mısrî bir kumrî gibi uçdı” mısraları ilk akla gelenlerdir.
Niyâzî-i Mısrî’nin gerek Türkçe gerek Arapça çok sayıda eseri bulunmaktadır.
a. Türkçe Eserleri:
1. Dîvân-ı İlâhiyât: Şairin en çok okunan ve bilinen aynı zamanda tasavvufî Türk edebiyatının en etkili eserlerindendir. Dîvân'da kaside yoktur. Ekseriyeti gazel nazım şekliyle yazılmış manzumelerden oluşturulmuştur. Son kısımda bir mesnevi ile dörtlü, beşli ve altılı bentlerden oluşan metinlerle iki de kıt’a tarzında tarih manzumesi bulunmaktadır. Gazeller genellikle yedi beyitlidir. Dîvân'da Arapça-Türkçe karışık şiirlerle tamamı Arapça’dan oluşan gazeller de yer almaktadır. Divan, klasik divan tertibine göre hayli eksik olmakla birlikte şiirler kafiyelerine göre alfabetik olarak sıralanmıştır. Hem aruz, hem hece vezninin kullanılmasına rağmen bunlar ilgili kafiye harflerine göre dizilmiştir. Bent esasına göre yazılan manzumelerde de aynı durum söz konusudur. Dîvân'da tamamına yakını gazellerden oluşan 195 şiir yer almaktadır. Niyazî-i Mısrî Divanı yüzyıllar boyu çok okunan eserler içinde yer almıştır. Yurt içi ve yurt dışı kütüphanelerde pek çok el yazması, eski harfli pek çok baskısı olan divan; Kenan Erdoğan, Hasan Kavruk, Mustafa Tatçı tarafından yeni harflerle yayımlanmıştır.
2. Mecmûa-i Kelimât-ı Kudsiyye: Yazarın kendi el yazısıyla yazılmış bir nüshası Bursa Sultan Orhan Ktp. No 690’da bulunan bu mecmua bir günlük, hatırat tarzında kaleme alınmıştır. 116 yapraklı gün gün tutulan notlardan oluşan eserde birtakım cifir, ebced hesapları, kişisel bilgiler, oldukça değişik, ilginç fikirler ve gazel tarzında 20 civarında müstakil şiir bulunmaktadır. Halil Çeçen tarafından yeni harflerle de yayımlanan eser üzerinde Dicle Üniversitesinde bir yüksek lisans tezi hazırlanmıştır.
3. Mecmûa-i Şeyh Mısrî Efendi: Niyazî-i Mısrî’nin kendi el yazısıyla yazılmış bir nüsha olup Süleymaniye Ktb. Reşid Ef. No 1218’de bulunmaktadır. 252 yapraklık antoloji nitelikli eserde şairin ailesi ve hayatıyla ilgili başka kaynaklarda rastlanmayan kişisel bilgiler bulunmaktadır.
4. Risâle-i Es’ile ve Ecvibe-i Mutasavvıfâne: Bazı tasavvufî ıstılahların soru-cevap usûlüyle açıklandığı bir eserdir. Eser eski ve yeni harflerle birçok kez yayımlanmıştır.
5. Ta‘birâtü’l-Vâkı‘at: Bazı kaynaklarda Ta’bir-nâme adıyla da kayıtlı bu eser küçük bir rüya tabiri kitabıdır. Mustafa Tatçı tarafından yeni harflerle yayımlanmıştır.
6. Risâle-i Hasaneyn: Mısrî, bu risalesinde kendince Hz. Muhammad’in torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’den bahsedip onların nübüvvetlerini anlatmaya, ayet ve hadislere dayanarak ispat etmeye çalışmaktadır. Mevâ‘idü’l-irfân adlı eserinin 59. mâidesi ile aynı mahiyettedir. Eser eski harflerle 1271’de yayımlanmıştır.
7. Risâle-i Vahdet-i Vücûd: Vahdet-nâme adıyla da bilinen bu risâle tasavvufun ana eksenini oluşturan vahdet-i vücud felsefesini anlatmak için yazılmıştır.
8. Risâle-i Hızriyye: Kur’an-ı Kerim’de geçen Hazret-i Musa ve Hızır Kıssasının tasavvufî izahının anlatıldığı bir eserdir. Küçük bir risaledir.
9. Risâle-i Eşrâtu’s-Sâ‘at: Kıyâmet alâmetlerinin tasavvufî açıdan anlatıldığı küçük bir risaledir. Mustafa Tatçı tarafından yeni harflerle yayımlanmıştır.
10. Risâle-i Arşiyye: Şairin sürgüne gönderilmesi ile ilgili bazı bilgileri, başından geçen bazı hadiseleri ihtiva eden eser, Bakara suresinden bazı ayetlerle ilgili şairin yorumlarını ihtiva eder. Risale 1104/1693’te yazılmıştır.
11. Risale-i Tevhîd: Allah’ın varlığı ve birliğinden, esma ve sıfatlarından bahseden bir nevi kelime-i tevhid izahını ihtiva etmektedir. Risâletü’t-Tevhid veya Risâle-i Kelime-i Tevhîd adlarıyla da bilinir.
12. Risâle fi-Deverân-ı Sûfiyye: Niyazî-i Mısrî’nin zikir ve devir hakkındaki görüşleriyle bunları destekleyen başka alim ve mutasavvıfların görüşlerinin yansıtıldığı bir küçük risaledir.
13. Şerh-i Esmâu’l-Hüsnâ: Şehr-i Esma-i İsnâ Aşere, adıyla da bilinen bu eser Niyazî-i Mısrî’nin tarikatında sülûk esnasında zikredilen 12 esma-i hüsnânın tasavvufî bakış açısıyla şerhinden izahından ibarettir.
14. Şerh-i Nutk-ı Yûnus Emre: Yunus Emre’nin “Çıktım erik dalına anda yedim üzümü” mısraıyla başlayan şathiyyesinin tasavvufî bakış açısıyla izahıdır. Bazı Yunus Emre Dîvânı baskılarında eski ve yeni harflerle yayımlanmıştır.
b.Arapça Eserleri
1. Mevâ’idü’l-İrfân ve Avâ’idü’l-İhsân: 1105 / 1694’te Limni’de tamamlanan bu mensur eser Niyazî Mısrî’nin hayatıyla ilgili önemli bilgileri ihtiva etmekle birlikte onun tasavvufi görüşlerini de yansıtması açısından önemlidir. Dr. Süleyman Ateş tarafından İrfan Sofraları adıyla Türkçeye çevrilerek yayımlanmıştır.
2. Tesbi‘-i Kasîde-i Bür’e: Mısrî değişik dillere çevrilen, şerhleri yapılan, tahmis ve taştirleri yazılan bu Arapça kasidenin her beytine beşer mısra ekleyerek manzumeyi yine Arapça olarak tesbi‘ etmiştir.
3. Ed-Devretü’l-Arşiyye: Devre-i Arşiyye olarak da bilinen eserde bir hatime ve üç bölüm (bab) bulunmaktadır.
4. Mecâlis: Kur’ân-ı Kerim’den Mâ’ide, En’am ve Nisa surelerinin tasavvufî yorumunu ihtiva eden bu eser ilk kez Dr. Kenan Erdoğan tarafından tespit edilmiş ve bilim dünyasına duyurulmuştur.
Niyazî-i Mısrî’nin yukarıda bahsedilenlerden başka kaynaklarda daha birçok eserinden ve mektuplarından bahsedilir. Gerek bunlarla ilgili gerekse bunlar ve diğer eserlerin el yazma nüshalarıyla ilgili olarak Dr. Kenan Erdoğan ve Dr. Mustafa Aşkar’ın çalışmalarına bakılabilir.
Tasavvufî Türk edebiyatının en büyük mutasavvıf şair ve fikir adamlarından biri olan Niyazî-i Mısrî Yunus Emre tarzı şiir geleneğinin en önde gelen takipçilerindendir. Gerek divanında gerekse diğer eserlerinde fikirlerini, duygularını, tasavvufî düşüncenin yoğun, girift meselelerini herkesin anlayabileceği bir üslûpla, sade bir anlatımla ve Yunusça dile getirmiştir.
Eğitiminin önemli bir kısmını Arapçanın yoğun olarak kullanıldığı yörelerde yapan Niyazî-i Mısrî eserlerinin bir kısmını Türkçe, önemli bir kısmını da Arapça olarak kaleme almıştır. Arapça eserlerinde bu dile hâkimiyeti, vukufiyeti rahatça anlaşılmaktadır. Bu eserlerinin ekseriyeti onun tasavvufî görüşlerinin, düşüncelerinin tespitinden oluşmuştur ve okuyanlara bilgi vermek gayesiyle kaleme alınmış didaktik eserlerdir. Bu arada Arapça eserleri içinde Türkçe, Türkçe yazdığı eserlerinde Arapça kısımlar da dikkati çekmektedir. Şair şiirlerinde iki değişik mahlas kullanmıştır. Bir kısım şiirlerinde Niyazî mahlasını kullanırken bir kısmında da Mısrî’yi tercih etmiştir. Çok az da olsa mahlas kullanmadan yazdığı şiirleri de göze çarpmaktadır.
Tekke edebiyatımıza mensup çoğu şairde olduğu gibi Niyazî-i Mısrî’de de hem klasik edebiyatın, hem de halk edebiyatının biçim ve muhteva özelliklerini bir arada görmek mümkündür. O, şiirlerinde hem hece veznini hem de aruz veznini kullanmıştır. Aruzla yazılan şiirlerde en çok, halk şiirinde 15’li hece veznine tekabül eden fâ‘ilâ tün fâ‘ilâtün fâ‘ilâtün fâ‘ilün kalıbının kullanıldığını görmekteyiz. Bundan sonra en fazla kullanılan kalıp mefâ‘îlün mefâ‘îlün mefâ‘îlün mefâ‘îlün’dür. Niyazî’nin aruzu kullanmadaki performansı klasik şairlerden geri kalmamakla birlikte yer yer imale, zihaf gibi vezin kusurlarına da rastlanmaktadır. Şairin aruzla yazdıkları daha fazla olmakla birlikte 25 civarındaki şiirinde hece veznini başarılı bir şekilde uyguladığı görülmektedir. Bu vezinle yazılan şiirlerinin bir kısmı dörtlükler halinde bend usulüne göre yazılmışken bazıları da gazel kafiyesinde, beyitler halinde yazılmıştır. Aruz vezninin kullanıldığı şiirlerin bir kısmı musammat gazel denilen ve hem kafiyeleniş, hem vezin itibariyle ortadan ikiye bölünebilen iç kafiyeli şekillerle yazılmıştır. Bu şekilde yazılan şiirlerin büyük bir kısmında beyitlerin ikinci mısralarının ikinci kısımları redif olarak karşımıza çıkar ki bu durum manzumelerin dörtlük (murabba) olarak tasarlandıkları intibaını vermektedir. Bunlarda son mısra genellikle mütekerrir-nakarat- mısradır.
Yunus Emre tarzı tasavvufî şiir geleneğinin en başarılı temsilcilerinden olan Niyazî’nin şiirleri kendi ifadesine göre “ilahî” formunda yazılmıştır. Dinî ve tasavvufî muhtevanın esas alındığı bu tür manzumeleri şiirlerinin nerdeyse tamamını teşkil etmektedir. Tasavvufî olmayan şiiri birkaç adedi geçmez. O, şiirlerinde Allah aşkını, sevgisini, Allah’ın sıfatlarını, isimlerini, vahdet-i vücud düşüncesini, Hz. Muhammed’e olan sevgisini, bağlılığını, onun insanlığa vermek istediği mesajını, şeriat, tarikat, ma’rifet, hakikat gerçeğini, Hz. Peygamberin âl ü ashâbına karşı gösterdiği hassasiyetini, aşırı sevgisini, Kur'ân’ı, onun insanlığa mesajını, Allah'ın yarattıkları içinde en kâmil, şerefli mahlûk olan insanın nasıl olması gerektiğini, aczi, fakri, Allah’a karşı sorumlulukları, insanın yaratılışının gayesini tasavvufî bakış açısıyla mısralara yansıtmıştır. Onun şiirlerinin ana eksenini aşk oluşturur. Bu aşk derin, yoğun bir ilahî aşktır. Allah aşkıdır. Bu şiirlerinde Niyazî oldukça duygu yüklü, oldukça coşkuludur. Ruhunun derinliklerinde hissettiği dalgalanmayı, çalkantıyı, sarsıntıyı son derece lirik bir anlatımla dile getirmiştir. Bazı şiirleri adeta feryat gibi, çığlık gibidir.
Halvetiye tarikatinin Ahmediye koluna mensup olan Niyazî, bu koldan ayrılarak kendine mahsus Mısriyye kolunu oluşturmuş ve Halvetiliğe yeni bir bakış açısı, adeta yeni bir yorum getirmiştir. Şiirlerinde bu konudaki görüşleriyle ilgili bilgileri de her kademeden insanın rahatlıkla anlayabileceği bir Türkçe ile külfetsiz bir üslupla okuyucusuna aktarabilmiştir.
Niyazî-i Mısrî’nin hem Dîvân'ında, hem de diğer Türkçe eserlerinde tasavvufî terminoloji hariç genellikle sade bir dil kullandığı görülmektedir. Şair klasik edebiyatın ıstılahlarıyla örülmüş yer yer san’atlı ifadeler olsa da genellikle okuyanın hemen anlayacağı rahatlıkta, sadelikte bir anlatımı tercih etmiştir. Bunu yaparken de ayetlerden, hadislerden, Arapça kelâm-ı kibarlardan yeri geldikçe faydalanmıştır. Çok fazla olmasa da atasözlerine deyimlere, halk tabirlerine de rastlanır. Niyazî’nin dili halk konuşma dilidir. Bazen “gele deccal gele gele” gibi halk söyleyişini benimsemesi bazen Arapça, Farsça kelimeleri halkın konuştuğu tarzda çeşm-çeşim, kahr- kahır, ilm-ilim, cehl-cehil gibi iç ünlü türemeleriyle kullanması onun dilinin hitabettiği kitlenin diline ne derece yakın ve uyumlu olduğunu göstermektedir. Niyazî Türkçeye hâkimdir. Yer yer bugün için arkaik diyebileceğimiz, 17. yüzyılda da fazla kullanımda olmayan “bolay ki, assı virmek, oñarmak, toylamak, geñez, öñdin, yarlıgamak, uçmak (cennet) tamu, tuygurmak, ırmak, döymek, dükeli, iñen, ivmek, talazlamak, aldamak” vb. kelimeleri de kullanmaktan çekinmez. O, tekellüflü, san’ata boğulmuş bir anlatımdan ziyade, soyut, tasavvufî derinliği okuyanın, dinleyenin zorlanmadan anlamasını sağlayacak bir anlatım tarzını tercih etmiştir.
Gerek ifadesinin, üslûbunun besteye uygun oluşu, gerekse söyleyişteki rahatlığı nedeniyle Niyazî’nin şiirlerinden önemli bir miktarı bestelenmiştir. Yazma divan nüshalarındaki şiirlerinin başında bestelenenler belirtilmiş, hatta manzumenin hangi makamda bestelendiği kaydedilmiştir. Bu bestelerin bir kısmı bugün de halen icra edilmektedir. TRT Türk Sanat Musikisi Sözlü Eserler Repertuvarı’nda bu bestelerden 17 tanesi kayıtlıdır.
Niyazî-i Mısrî’nin şiirlerinde kendinden önce yetişen şairlerin de etkisi vardır. Başta Yûnus Emre olmak üzere Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Nesîmî, Fuzûlî, Aziz Mahmud Hüdâyî, Elmalılı Sinan Ümmî gibi mutasavvıf şairlerden, Muhiddin-i Arabî, Şeyh Bedreddin gibi mutasavvıflardan etkilenmiş, bazılarının şiirlerine nazireler yazmış, gazellerini tahmin etmiştir.
Yaşadığı dönemde hem tasavvufî yönü hem de sanat telakkîsi itibariyle önemli ölçüde kabul görüp çevresini etkileyen şairden, sonraki dönemlerde etkilenen pek çok mutasavvıf ve sanat erbabı mevcuttur. Te’vilinde zorlanılan ve kendisinin uzun yıllar sürgün hayatı yaşamasına sebep olan bir takım fikirleri nedeniyle küçük bir azınlık tarafından tenkide maruz kalıp eleştirildi ise de genel olarak o, halk tarafından sevilmiş, sayılmış, halkın gönlünde taht kurarak, yüzyıllarca varlığını ve canlılığını devam ettirmiştir.