MOLLA FENARİ
Doç. Dr. Reşat ÖNGÖREN 01 Ocak 1970
Osmanlılarda birçok ilmiye mensubunun tasavvufla alâkadar olduğu bilinmektedir. Asırlardır ilmî üstünlüğü ve yetkinliğiyle haklı şöhrete sahip bulunan Molla Fenârî (ö. Mart 1431) bunların önde gelenlerindendir. Asıl adı Şemseddin Muhammed olan Fenârî, Yıldırım Bayezid Dönemi’nde başkent Bursa’da kadılığa, Sultan II. Murad Dönemi’nde de ilk defa olarak Şeyhülislâmlık makâmına getirilmiş önemli bir âlimdir. Onun tasavvuf düşüncesi ve kültürüne olan yakın ilgisi, kaleme aldığı birçok eserinde açıkça görüldüğü gibi, “el aldığı” şeyhler ve mensup olduğu tarîkatlar da güvenilir kaynakların verdiği bilgilerden öğrenilebilmektedir. Kaynaklardaki bu bilgilerin bir kısmı bazı çağdaş müellifler tarafından muhtelif çalışmalarda kullanılmış ve Fenârî’nin tasavvufî yönüne daha önce de işâret edilmiştir; ancak bunların bir kısmı hatalı, bir kısmı da yetersizdir. Bu araştırmada konu ile ilgili yeni bilgiler sunulurken yeri geldikçe önceki çalışmalara da işâret edilerek gerekli ilâve ve düzeltmelerin yapılması hedeflenmektedir.
Kuruluşundan itibaren tasavvuf ehlini koruyup kollayan Osmanlı Devleti, ortaya koyduğu bilinçli politikalar sâyesinde medrese ile tekke arasında sağlıklı bir denge oluşturmayı başarmış gözükmektedir. Kurulan bu denge Osmanlı toplumda önemli oranda “mutasavvıf-âlim” tipinin yetişmesine imkan sağlamıştır.[1] İşte konumuz olan Molla Fenârî de bunların ileri gelenlerinden biridir. Bu açıdan bakıldığında Fenârî, yalnızca tasavvufa ilgi duyan bir âlim olmaktan öte, Osmanlı tasavvuf târihinde önemli bir işlevî üstlenen köşe taşlarından biri olma niteliğini taşımaktadır. Nitekim o, bir şeyhülislâm olarak zamanında ulemânın başı durumunda olduğu gibi, aynı zamanda entelektüel tasavvuf anlayışını sürdüren Ekberiyye mektebinin önemli bir temsilcisi ve birçok tarîkat silsilesinin kendisinde birleştiği önemli bir merkez durumundadır. Onun bu çok yönlü durumu bir yandan tasavvuf ehlince öteden beri uygulanagelen birtakım âdâp ve usulleri benimseyip bizzat icrâ etmesine, diğer yandan da tasavvufa muhâlif olanlara karşı bir kısım eserler yazarak tasavvuf düşünce ve anlayışını benimsetmek için gayret göstermesine vesîle olmuştur. O dönemde sûfîlerin uyguladığı tarîkat âdâp ve erkânını savunmak için müstakil bir risâle kaleme almış olması bunun en güzel göstergesidir. Giriş kısmında eserin yazılış sebebini şu şekilde açıklamaktadır:
“Bazı kimseler tasavvuf ehlinin yaptıklarını bid’at, tavırlarını gösteriş ve aldatma, sözlerini de yalandan ibâret zannetmektedirler. Oysa ben biliyorum ki, onlar Peygamberden mîras olarak aldıklarını uyguluyor, Kitap ve Sünnet’in gösterdiği sağlam ve emin bir yolda yürüyorlar…”[2]
Fenârî’nin daha başka bir kısım eserlerinde de tasavvuf düşünce ve anlayışını özellikle ilmiye mensuplarına benimsetmek için özel çaba sarf ettiği gözlenmektedir. Ekberiyye mektebinin İbnül- Arabî’den sonra ilk temsilcisi Sadreddin Konevî’nin vücut, vücut mertebeleri vb. konulardan bahsettiği Miftâhu’l-gayb isimli eserine yazdığı şerhin (Misbâhu’l-üns) ön sözünde açıkça, tasavvuf ehlinin ortaya koyduğu keşfî kâideleri (kavâid-i keşfiyye) mümkün olduğunca nazar ve burhan metodunu kullananların (ulemâ) akıllarına uygun gelecek şekilde açıklamaya çalıştığını belirtmekte,[3] aynı çabayı Fâtiha sûresinin tefsîri sadedinde kaleme aldığı Aynü’l-âyân isimli eserinde de göstermektedir. Fenârî burada Fusûsü’l-hikem’in ilk şârihi olarak bilinen Müeyyidüddin Cendî’nin bir mesele hakkındaki îzâhına karşı, “Şeyhin bu görüşünü zâhir bakımından doğru anlamak çok zordur (müşkildir). Hatta bu, tasavvuf ehli olmayan akıl sâhiplerini dalâlete düşürecek mâhiyettedir” diyerek kendisi o hususta anlaşılabilir bir açıklama yapmaya çalışmıştır.[4] Ayrıca şu da belirtilmelidir ki, Fenâri bâzı eserlerinde ulemâya tasavvuf düşüncesini kabul ettirmek için çaba sarf ederken, aynı zamanda hakîkate ulaşma noktasında tasavvuf ehlinin kullandığı metodun (keşf) önemine ve ilim erbabına sağlayacağı katkılara da işâret etmiştir. Örneğin zâhir ilimlerle tasavvuf ilmini mecz ettiği adı geçen Aynü’l-âyân isimli eserinde[5] ilm-i tefsîr ile alâkalı bilgi verirken müfessirin muhtaç olduğu hadis, fıkıh, kelâm gibi ilimlerin yanı sıra “mevhibe ilmi”ni de zikretmesi[6] ve âyetlerin tefsîri sırasında zaman zaman keşfin verilerine de başvurmuş olması[7] bunu göstermektedir. Ona göre sûfilerin benimsediği keşif ilmi, dinin temel kaynaklarını da ihtivâ edecek kadar geniş bir alanı içine almaktadır. Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin girişine yazdığı şerhte gâyet net bir şekilde şöyle diyor:
“Usûluddin olarak kabul edilen kelâm ilminin asılları Kitap ve Sünnet’tir. Binâenaleyh Kitap ve Sünnet ‘usûlü usûliddin’ olmaktadır. Kitap ve Sünnet’in asılları da gaybî ve ledünnî olan keşfî ilimlerdir. Bu durumda keşfî ilimler ‘usûlü usûli usûliddin’ olmaktadır.”[8]
Fikrî açıdan kendi döneminde tasavvuf düşünce ve anlayışını bir kısım eserleriyle savunmuş olan Fenârî’nin, fiilî olarak da bizzat tasavvufun içinde olduğu görülmekte, devlet nezdindeki yüksek mevkiine rağmen başına derviş tâcı, üzerine de basit ve sâde giysiler giymeyi tercih ettiği belirtilmektedir.[9] Öyle anlaşılıyor ki o, bir yandan şeyhülislâmlık görevini icrâ ederken diğer yandan da tarîkat şeyhliği vazîfesini yürütmekteydi. Düşünce olarak Ekberiyye mektebinin görüşlerini benimsemişti. Bilindiği gibi Ekberiyye, vahdet-i vücut anlayışı başta olmak üzere Muhyiddin İbnü’l- Arabî’nin görüşlerini benimseyenlerin oluşturduğu bir mekteptir. Bursalı M. Tâhir ile daha sonra İ. H. Uzunçarşılı gibi müellifler, Fenârî’nin feyz aldığı tarîkatları sayarken Ekberiyye’yi de bu tarîkatlardan biri olarak saymış,[10] bazı araştırmacılar da bu görüşü benimsemişlerdir.[11] Ancak Ekberiyye’nin tarîkattan çok bir entelektüel tasavvuf/mektep olarak kabul edilmesi daha doğrudur. Gerçi Ekberiyye’nin mektep olarak kabul edilişinin yanı sıra, bir tarikat olduğunu söyleyenler de vardır,[12] fakat Fenârî’nin Ekberiyye ile ilişkisinin daha çok entelektüel planda olduğu anlaşılmaktadır.
Molla Fenârî Ekberiyye mektebinin görüşlerini, Taşköprîzâde ve Hoca Sâdeddin Efendilerin kaydına göre, İbnü’l-Arabî’nin evlatlığı Sadreddin Konevî’nin (ö. 1274) talebelerinden olan babası Hamza’dan öğrenmiştir.[13] Hamza Efendi, Konevî’den okuduğu Miftâhu’l-gayb isimli eserini oğluna okutmuş ve oğlu Fenâri de yukarıda işâret edildiği gibi, bu eseri daha sonra şerhetmiştir (Misbâhü’l- üns).[14] Fenârî’nin ayrıca babasından sonra hem bu eseri,[15] hem de İbnü’l-Arabî’nin Fusûsü’l- hikem’ini okuttuğu kaydedilmektedir. Onun özellikle Füsûsü’l-hikem’i okutması ve İbnü’l-Arabî’nin görüşlerini aşırı derecede savunması sebebiyle bir kısım tenkitlere de maruz kaldığı nakledilir.[16] Fenârî’den Konevî’nin Miftâhu’l-gayb’ını okuyup icâzet alanlar arasında Yıldırım Bayezid’in dâmâdı
Kübreviyye şeyhi Buhâralı Emir Sultan da bulunmaktadır. Taşköprîzâde Emir Sultan’a âit Fenârî’nin icâzet yazdığı Miftâhu’l-gayb nüshasını gördüğünü belirtmektedir.[17]
Molla Fenârî Sadreddin Konevî’den babası Hamza Efendi vâsıtasıyla Ekberiyye mektebinin görüşlerini aldığı gibi, ayrıca Harîrîzâde’nin tasnifine göre Ebheriyye’nin bir kolu olan Evhadiyye tarîkatından da iki ayrı silsileyle hilâfet almıştır.[18] Bu silsilelerde İbnü’l-Arabî’nin evlatlığı Sadreddin Konevî’nin de bulunması dikkat çekmektedir. Kaydedildiğine göre Sadreddin Konevî İbnü’l-Arabî’nin fikir mîrasını tevârüs etmekle kalmamış, on altı sene hizmetinde bulunduğu Evhadiyye tarîkatının kurucusu Evhadüddin Kirmânî’den de tarîkat icâzeti almıştı. Onun, bu iki büyük zâtın yanında yetiştiğini ifâde için “Ben iki anadan süt emdim” dediği nakledilir.[19] İşte Molla Fenârî’ye Sadreddin Konevî’den gelen tarîkat silsilelerinden biri (Şeyh Evhadüddin Kirmânî > Şeyh Sadreddin Konevî > Şeyh Hamza > Molla Fenârî),[20] Ekberiyye mektebinin silsilesiyle (Sadreddin Konevî > Şeyh Hamza > Molla Fenârî) aynı olduğu için olmalı, bazı müellifler yanlışlıkla onun Ekberiyye tarîkatından hilâfet aldığını söylemişlerdir. Oysa Ekberiyye’den aldığı düşünce mirâsıdır.
Aynı silsileden tarîkat olarak aldığı ise Evhadiyye’dir. Fenârî bu tarîkattan meşhur hadis hâfızı İbn Hacer Askalânî’ye hilâfet vermiş ve silsile Askalanî’den sonra şu şekilde devam etmiştir: Şeyhülislâm Zekeriyya el-Ensârî > Şeyh Ebu’l-Hasan el-Bekrî > oğlu Şeyh Muhammed el-Bekrî.[21]
Molla Fenârî’ye aynı tarîkatın Sadreddin Konevî’den gelen diğer silsilesi ise Hacı Bayrâm-ı Velî’nin de şeyhi olan Hamîdüddin Aksarâyî/Kayserî (Somuncu Baba) vasıtasıyla ulaşır. Tibyân’ın hâmişinde silsile şu şekilde kaydedilmiştir: Şeyh Sadreddin Konevî > Şeyh Şemseddin Mûsa Tebrîzî > Şeyh İzzeddin Yûsuf Kayserî > Şeyh Şemseddin Mûsa Kayserî > oğlu Şeyh Hamîdüddin Aksarâyî (Somuncu Baba) > Molla Fenârî.[22] Tibyân müellifi Harîrîzâde bu silsile dolayısıyla Somuncu Baba’nın Ebheriyye tarîkatına bağlandığını belirtmiştir ki,[23] bu aynı zamanda Evhadiyye’ye bağlanması anlamına gelmektedir. Zira silsile Sadreddin Konevî’nin şeyhi olan Evhadiyye’nin kurucusu Evhadüddin Kirmânî’den yürüyerek Ebheriyye’nin kurucusuna (Kutbuddin Ebherî) çıkmaktadır.[24] Molla Fenârî de Somuncu Baba’dan hilâfet almakla bu silsile ile aynı tarîkata bağlanmış demektir. Fenârî’nin bu tarîkata (Ebheriyye) bağlanan üçüncü bir silsilesi daha vardır ki, onu da yine Somuncu Baba vasıtasıyla almıştır. Bu silsile ise Safeviyye’nin kurucusu Safiyyüddin Erdebîlî üzerinden yürüyerek Kutbuddin Ebherî’ye ulaşmaktadır. Safeviyye tarîkatı da Evhadiyye gibi Ebheriyye tarîkatının bir kolu sayılmıştır.[25] Bu kol ayrıca Erdebîliyye adıyla da bilinmektedir.[26] Harîrîzâde ile Tabibzâde’ye göre silsile Safeviyye’nin kurucusundan itibâren şu şekildedir: Safiyyüddin Erdebîlî > oğlu Sadreddin Mûsa Erdebîlî > oğlu Alâeddin Ali Erdebîlî > Hamîdüddin Aksarâyî (Somuncu Baba) > Molla Fenârî.[27]
Görüldüğü gibi Molla Fenârî’nin Ebheriyye (Evhadiyye-Safeviyye/Erdebîliyye) ile irtibâtını sağlayan üç silsileden birinde babası, diğer ikisinde de Somuncu Baba bulunmaktadır. Onun Somuncu Baba’yla olan tasavvufî ilişkisi yukarıda zikredilen silsilelerde açıkça görüldüğü gibi erken dönemden itibâren birçok kaynakta da yer almıştır.[28] Nakledildiğine göre Fenârî’nin bu zâtla ilk karşılaşması, Yıldırım Bayezid tarafından Bursa’da yaptırılan Ulu Câmî’nin açılışı sırasında meydana gelmişti. Bilindiği gibi pâdişah caminin açılış konuşmasını damadı Emir Sultan’ın tavsiyesi üzerine Somuncu Baba’ya teklif etmiş, o da yaptığı bu konuşmada Fâtiha sûresini tefsir etmişti. O sıralar Molla Fenârî, daha sonra Aynü’l-âyân ismiyle tamamladığı Fâtiha sûresinin tefsirini yapmayı düşündüğü için konuşmayı dikkatlice dinlemiş ve şeyhin oldukça ilginç açıklamalar yaptığını görerek merasimden sonra yanına gidip onunla tanışmış ve ondan Fâtiha’nın tefsîriyle ilgili daha başka bilgiler de öğrenmişti. İşte Fenârî o günden sonra başlayan görüşmelerinde şeyhin hem zâhir hem de bâtın ilimlerine vukûfuna hayran kalarak ona mürit olmuştur.[29]
Somuncu Baba’nın yukarıdaki silsilede kaydedildiği gibi görünürde Alâeddin Ali Erdebîlî’nin halîfesi olmakla birlikte gerçekte Üveysî bir şeyh olduğu ve Bayezid-i Bistâmî’nin rûhâniyyetinden terbiye gördüğü kabul edilmektedir. Ayrıca Erdebîlî’ye intisabından önce uzun müddet Şam’da Bayezidiyye hânkâhında ismi belirtilmeyen bir şeyhin hizmetinde bulunarak icâzet aldığı da kaydedilmektedir.[30] Muhtemelen bu sebeple İ. H. Uzunçarşılı Somuncu Baba’nın tarîkatını Bistâmiyye şeklinde kaydetmiş ve Fenârî’nin ondan bu tarîkatı aldığını belirtmiştir.[31] Mustafa Aşkar ise Fenârî’nin Somuncu Baba’dan Halvetiyye tarîkatı prensiplerini öğrendiğini belirtmektedir.[32] Oysa Aşkar’ın kaynak olarak gösterdiği ne Tibyân’da ne de Osmanlı Müelliflerinde böyle bir bilgiye rastlanmamaktadır.[33]
Molla Fenârî’nin hilâfet aldığı bir diğer tarîkat Rifâiyye’dir. Yavuz Sultan Selim devrinde Kemâl Ahlatî tarafından kaleme alınmış olan Münevvirü’l-ezkâr’da[34] ve daha sonra da bazı küçük farklılıklarla Harîrîzâde’nin Tibyân’ı ile Tabibzâde’nin Silsilenâme’sinde Fenârî’nin Rifâiyye’ye varan silsilesi kaydedilmiştir.[35] Buna göre Molla Fenârî Rifâiyye hırkasını Antakyalı Şeyh Abdurrahman b. Muhammed el-Hanefî’den giymiştir. Taşköprîzâde cifr, vefk, havas vb. ilimlere vâkıf olan bu şeyh ile Fenârî’nin Bursa’da buluştuğunu ve birçok ilim dalında kendisinden istifâde ettiğini belirtir, fakat intisabından söz etmez.[36] Şeyh Abdurrahman’dan yukarıya doğru tarîkat silsilesi Muhammed b. Ahmed Sûfî > İbrahim b. Hasan Rifâî > İzzeddin Rifâî gibi şeyhlerle devam ederek tarîkatın kurucusu Ahmed er-Rifâî’ye ulaşmaktadır. Molla Fenârî ile birlikte Rifâiyye’de “Fenâriyye” diye bir kolun meydana geldiği belirtilmekteyse de,[37] Fenârî’den sonra bu silsilenin hangi şeyh ya da şeyhlerle devam ettiği tespit edilememiştir. Ayrıca Hakkı Şinasi Çoruh kaynak göstermeksizin Fenârî’nin Rifâiyye tarîkatına intisâbının yirmi yedi yaşında iken gerçekleştiğini belirtmektedir.[38]
Molla Fenârî’nin intisap ettiği bir başka tarîkat Zeyniyye’dir. Bilindiği gibi Zeyniyye, Sühreverdiyye tarîkatının bir kolu olup Şeyh Zeynüddin Hâfî tarafından Horasan’da kurulmuş ve kısa süre içinde Hicaz, Sûriye, Mısır, Anadolu ve Rumeli’de yayılmıştır.[39] Fenârî’nin bu tarîkata girdiğini ilk olarak, tespit edilebildiği kadarıyla, Osmanlı şeyhülislâmlarından Hoca Sâdeddin Efendi (ö. 1599) kaydetmiş, ancak hangi şeyhe mürit olduğunu belirtmemiştir.[40] Bursa Vefeyâtı ile daha sonraki kaynaklardan Osmanlı Müellifleri ve Sefîne-i Evliyâ’da ise onun Zeynüddin Hâfî’nin ileri gelen halîfesi Abdüllatîf Kudsî/Makdisî’ye mürit olduğu belirtilmiştir.[41] Çağdaş müelliflerden A. Zeki Velidî Togan ve İ. Hakkı Uzunçarşılı da Kudsî’ye intisap ettiğini belirtmektedirler.[42]
Öte yandan Taşköprîzâde eserinde Abdüllatîf Kudsî’nin Anadolu’ya gelişi sırasında onu medih sadedinde Fenârî’nin söylediği “Kadimte bilâde’r-Rûmi yâ hayra kâdimin=Ey Anadolu’ya gelenlerin en hayırlısı…” diye başlayan dokuz beyitlik Arapça şiirini, Kudsî’nin de ona “Elâ yâ imâme’l-asri yâ hayra kâimin=Ey zamanımızın önderi.” şeklinde başlayan on beyitlik cevâbını kaydetmiş, ancak Fenârî’nin intisabından söz etmemiştir.[43] İsmâil Beliğ de Fenârî’nin Kudsî için söylediği şiiri “Abdüllatîf Kudsî hazretlerine “muhib” ve dildâde olup.” şeklinde bir ifâdeyle Kudsî’ye muhabbetinin bir semeresi olarak değerlendirmiştir.[44] Ancak Beliğ’in XVIII. yüzyılın ilk çeyreğinde (1722) kaleme aldığı Güldeste’deki “muhib” kelimesini “mürit” anlamında kullanmış olabileceğini de düşünmek gerekir. Nitekim XVI. yüzyılın ikinci yarısında Mehmed Mecdî Efendi (ö. 1591) tarafından yapılan eş- Şakâiku’n-nu’mâniyye tercümesi ile XVII. yüzyılın ilk yarısında Mehmed b. Sa’dî (ö. Aralık 1630) tarafından kaleme alınan Türkçe Bursa Vefeyâtı’nda “muhib” kelimesinin “mürit” anlamında kullanıldığı görülmektedir.[45]
Bununla birlikte değerli araştırmacı Mustafa Kara, Abdüllatif Kudsî Anadolu’ya geldiğinde Molla Fenârî’nin hayatta olmadığını belirterek, onun Kudsî’ye mürit olduğuna dâir bilgileri şüpheyle karşılamış ve Bursa’nın tarîkat ve tekkelerini anlattığı eserinde değişik ihtimallerden söz etmiştir.[46] Lâmiî Çelebi’den (ö. 1531) itibaren Kudsî’nin Anadolu seyâhatine temas eden Mehmed b. Sa’dî, Baldırzâde Mehmed, İsmâil Belîğ, Mehmed Şemseddin, Hüseyin Vassâf gibi Osmanlı müelliflerinin verdiği kısmen birbirinden farklı bilgilerden, seyâhatle ilgili elde edilen en erken târih 1446 senesidir.[47] Buna göre Mart 1431’de vefat ettiği bilinen Fenârî ile Kudsî’nin Anadolu’da buluşması, Kara’nın belirttiği gibi, mümkün değildir. Ancak eserini yukarıdaki müelliflerden daha önce kaleme almış olan Muhammed b. Abdurrahman Sehâvî’nin (ö. 1497) ed-Dav’ül-lâmî’de verdiği bilgiler dikkate alındığında, Abdüllatîf Kudsî’nin Anadolu’ya adı geçen Osmanlı müelliflerinin temas ettiği seyahattan önce de en az bir defa geldiği anlaşılmaktadır.[48] Eğer Fenârî Abdüllatîf Kudsî’ye mürit olmuş ise, muhtemelen, Sehâvî tarafından kaydedilen bu önceki Anadolu seyâhati sırasında olmuştur. Yine Sehâvî’nin aynı yerde kaydettiğine göre, zikredilen seyâhat sırasında Kudsî ile Sultan II. Murad’ın görüşmek için yanına kadar gitmiş olması, şeyhin Osmanlı topraklarına da girdiğini hatta başkent Edirne’de bir müddet kaldığını göstermekte,[49] bu arada sohbetlerine katılan önemli kişiler[50] arasında Osmanlı ileri gelenlerinin de bulunduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Molla Fenârî Kudsî’ye bu seyâhati sırasında intisap etmiş olabilir.
Öte yandan çağdaş araştırmacılardan Hüseyin Hüsâmeddin (Yasar) kaynak belirtmeksizin Molla Fenârî’nin 821’de büyük oğlu Muhyiddin Muhammed Şah Çelebi ile birlikte çıktığı hac yolculuğunda Mısır’a giderek Horasan’dan Zeyniyye’nin kurucusu Zeynüddin Hâfî’nin gelmesini beklediğini,[51] 822’de Hâfî ile birlikte Kudüs’ten hacca gidip tekrar Kudüs’e döndüklerini kaydetmektedir.[52] Görebildiğimiz kaynaklarda Fenârî’nin 822 senesinde hacca gittiği,[53] Medîne’de bulunduğu sırada orada vefat eden Nakşibendiyye şeyhi Muhammed Pârsâ’nın cenâze namazına katıldığı,[54] hac dönüşü Kudüs’e, oradan da Mısır sultânının dâveti üzerine Kâhire’ye giderek sultanla ve ileri gelen âlimlerle görüştüğü belirtilmiş,[55] yine bu târihte Zeynüddin Hâfî’nin o bölgede olduğu, Mısır’da hazırlatıp getirdiği beyaz mezar taşını Pârsâ’nın kabri başına diktirdiği tespit edilmiştir.[56] Ancak bu kaynaklarda Fenârî’nin Zeynüddin Hâfî ile görüşüp görüşmediği husûsuna temas edilmemiştir. Öyle olduğu halde Mustafa Aşkar Fenârî’nin bu seyahat sırasında Hâfî ile görüşüp ona mürit olduğunu belirtmektedir.[57] Fenârî’nin bu sırada Zeynüddin Hâfî ile buluşmuş olması, bize göre de kuvvetle muhtemeldir. Ancak sırf görüşmüş olmalarından yola çıkarak ona mürit olduğu söylemek mümkün değildir.
Aşkar ayrıca Zeyniyye’nin Rifâiyye tarîkatının bir kolu olduğunu, Molla Fenârî’nin bu kol vâsıtasıyla Rifâiyye’ye bağlandığını belirtmektedir.[58] Ancak bu hususta da çok açık bir bilgiye sahip değiliz. Gerçi Zeyniyye’nin kurucusu Zeynüddin Hâfî’nin şeyhi olan Abdurrahman Şirşî’nin Rifâiyye tarîkatından da hilâfeti bulunması sebebiyle, Zeyniyye Sühreverdiyye’nin bir kolu olduğu gibi, aynı zamanda Süreverdiyye ile Rifâiyye’yi cem eden bir tarikat olarak da bilinmektedir.[59] Ancak Fenârî’nin bu tarîkat (Zeyniyye) silsilesiyle Rifâiyye’ye bağlandığına dâir kaynaklarda hiçbir açıklık yoktur.
Molla Fenârî’nin yukarıda adı geçen tarîkatlardan başka, dönemin bir diğer önemli tarîkatı Kâzerûniyye ile de yakın ilişki içinde olduğu belirtilmektedir. Ebû İshak Kâzerûnî (ö. 1034) tarafından kurulmuş olan bu tarîkatın gazâya büyük önem verdiği ve Yıldırım Bayezid’in tarîkat adına Bursa’da bir zâviye yaptırdığı (Ebû İshak Zâviyesi) biliniyor.[60] İşte Molla Fenârî birçok devlet adamı gibi bu tarîkatın tertip ettiği sohbetlere de katılıyordu.[61] Ancak tarîkata intisap edip etmediği hususunda bir bilgiye sahip değiliz. Sefîne müellifi Hüseyin Vassaf’ın “Molla Fenârî’yi ilk önce irşad eden Bursa’da medfun Abdal Mehmed isimli bir velî idi”[62] şeklindeki ifâdesinde geçen Abdal Mehmed’in Kâzerûniyye ile bir ilgisinin olup olmadığı ya da hangi tarîkate mensup olduğu hususu açıklık kazanmamıştır.
Sonuç olarak denilebilir ki şeyhülislâm Molla Fenârî, devrinde ilmiye mensuplarının başı olduğu gibi, ileri gelen birçok şeyhten icâzet/hilâfet almak suretiyle dönemindeki tarîkatların da önemli bir temsilcisi durumuna gelmiştir. Bu vasıflarıyla bir taraftan tarîkatların usul ve prensiplerini yaşatmaya çalışmış, bir taraftan da kaleme aldığı bir kısım eserleriyle tasavvuf ilminin diğer ilim dalları yanındaki önemine işâret etmiştir. Sahip olduğu bu çift yönlü özelliğiyle o, kanaatimize göre Osmanlı Devleti’nin hedeflediği mutasavvıf-âlim tipinin en güzel örneğini teşkil etmiştir.