« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

22 Mar

2021

Eğitemeyen Eğitim

Adem İnce 01 Ocak 1970

“Dünyaya en ağır gelen yük hangisidir?” diye sual edildiğinde Diyojen, “Eğitimsiz bir insan.” cevabını vermişti. [1] Kastettiği şey, elbette ki bugünkü okul eğitimi değildi. Aksine filozofumuz bugünkü modern eğitimin tezgâhından geçmiş birini görseydi ne derdi bilinmez, lakin aşağı yukarı bir tahminde bulunmak o kadar da zor değildir. Modern eğitilmiş insan, Odoyevski’nin Rus Geceleri’ndeki “İnsan dünyanın uyumlu bir duasıdır.” [2] deyişini hükümsüz kılan bir kişiliğe karşılık gelir, zira geç-modern birey bu dünyanın uyumlu bir duası olmaktan çoktan çıkmış ve onu tüm azmi ve iştihası ile yerle bir etmeye azmetmiş, Heidegger’in deyişiyle mevcudata karşı “meydan okuma” (Herausfordern) [3] yolunu tutmuş bir karakterdir. Diğer bir tabirle modern eğitimli beşer, bu dünyanın kâbusudur artık.

Bauman, Akışkan Hayat’ın başında akışkan moderniteye yönelik bir girizgâh yaparken sonunda lâfı bizi bütün araçlarıyla kuşatmış bu akışkan modernite karşısında ne yapılması gerektiğine getirir ve yegâne çözüm yolu olarak da eğitimi gündeme alır. Düzeltilmesi, ıslah edilmesi gereken bir şey varsa bu pek tabii eğitim yoluyla gerçekleştirilecektir. İyi, güzel ama hangi eğitim ile? Bauman, eğitimin de akışkan modernite içerisinde okul öğretimi ile birlikte akışkan modern birey yetiştirmeye matuf bir tarzda organize edildiğinin farkında olduğundan sözü, hususiyle Giroux’nun çalışmalarından bahsederek “eleştirel pedagoji”ye getirir ve modern eğitim sistemine eleştirel bir perspektifle yaklaşmakla başlanacak olan sahih eğitim anlayışını inşa sürecini gönülden destekler. [4]

Sahih eğitim anlayışındaki eğitim, esasında Diyojen’in kastettiği eğitimin ta kendisidir. İnsanın “kendini bilme” yolunda kendisini/nefsini terbiye ettiği bir şahsiyet eğitimi mevzubahistir burada. Talimin yanında ve belki ondan daha fazla terbiye ve terbiyenin şahıs nezdindeki teşekkülüdür kastedilen. Lakin, modern okul öğretimi ile birlikte -Ivan Illich’in deyişiyle- “muhayyilenin okullulaştırılması” [5] neticesinde eğitimin okul dışında gerçekleşemeyeceği algısı modern bireyin iliklerine kadar işlemiş olduğundan günümüzde şahsi terbiye imkânı da gözümüze pek olası görünmez. Dolayısıyla şahsi terbiyenin devre dışı bırakıldığı günümüz dünyasında salt okul talimi ile ancak müesses düzenin görmeyi arzuladığı tipolojiye muvafık dimağlar yetiştirilir.

Günümüz eğitiminin eğitimsizleştirmesi; aslında özgürlüğün tutsaklaştırması, sağlıklı kalmanın sağlıksız bir takıntıya dönüşmesi, sürekli mutluluğa yönelik talebin mutsuzlukla sonuçlanması, pozitifin tahakkümünün negatifliği intaç etmesi ve kendini gerçekleştirmenin kendini sömürmeye tekabül etmesi gibi birçok mefhumun modern dünya dâhilinde tam aksi bir istikamette işlev görüşüyle bir arada düşünüldüğünde bu çağdaş tenakuz zemininde tezahür eden genel çarpıklığın alelade bir parçası durumundadır. Dolayısıyla örnekleri daha da çoğaltılabilecek olan bu çelişkiler düzleminde eğitimin de geç-modern bireyi eğitimsizleştiriyor oluşu, taaccüp edilecek bir mesele değildir kuşkusuz.



Yozlaştıran Eğitim
Eğitimin, insanları de´cadence’a (yozlaşma, tefessüh) maruz bıraktığını düşünen Nietzsche, modern eğitimin en ciddi olumsuzluğunun insanı sükûnetten alıkoyan hususiyeti olduğu kanaatindeydi: “Bizim eğitim ve öğretim biçimimizdeki en büyük eksikliğin ne olduğunu zamanla anladım: İnzivaya katlanmayı kimse öğrenmiyor. Kimse buna çaba göstermiyor ve kimse [bunu] öğretmiyor.”

Nietzsche aslında bu fikri Schopenhauer’den tevarüs etmişti: “Gençliğin başlıca eğitim konularından birisi, yalnızlığa katlanmayı öğrenmek olmalıdır; çünkü yalnızlık, mutluluğun ve içsel huzurun bir kaynağıdır.” Geç-kapitalist düzende öğrenciyi ivmelenmiş yaşama hazırlayan eğitim sistemi, bugün artık Schopenhauer’un ve Nietzsche’nin bahsini ettiği sükûnet yoksunluğunu içinden çıkılmaz bir hâle sokmuştur. Öyle ki, bu adem-i sükûnet hâli, insanı her geçen gün daha fazla keşmekeşe ve hengâmeye aşina kılarak insanın varlığın sükûnetli frekansından yalıtılmış bir yaşam sürmesine neden olur. John Taylor Gatto, “okulların istediği gibi yetiştirilmiş kimseler yalnız kalmaktan nefret etmeye koşullandırılmışlardır. Sürekli olarak televizyonun, bilgisayarın, cep telefonunun, çabuk edinilen ve çabuk kaybedilen sığ dostlukların kendilerine arkadaşlık etmesini isterler.” [8] derken tam da bu duruma işaret eder.

Modern yaşam tarzının mütemmim bir cüzü olan modern eğitim sistemi, öğrenciyi sükûnete yaklaştırmak şöyle dursun, onu gün geçtikçe daha fazla keşmekeşe ve dağdağaya gark eder. Bu minvalde telaşeden ve ivmelenmeden kendini azade kılmanın intaç edeceği içsel sükûnet ile birlikte hâsıl olabilecek sekinet hâli, öğrencinin içsel dünyasının yerle yeksan edilişiyle gerçekleşmesi imkânsız bir hülyaya dönüşüverir. “İçinde ölecek hiçbir şeyi kalmamış insana Tanrı acısın!” [9] diyordu Cioran, Gözyaşları ve Azizler’de. Bugünün eğitilmiş bireyi tam olarak içinde ölecek hiçbir şeyi kalmamış bir tipolojiye tekabül eder.

Kulağa başta mübalağalı gelebilir, lakin modern eğitim ile birlikte Leonardo Da Vinci’nin “Yaşamayı öğrendiğimi sanarken ölmeyi öğreniyormuşum meğer.” [10] sözündeki durumun bir benzeri vuku bulur. İnsanın insanî hasletlerinin tefessühü ile neticelenen uzun bir eğitim sürecinin sonunda insan, dımdızlak yaşama elverişli hâle getirilmiş bir vaziyette -Illich’in tabiriyle- “hayatiyetsizliğinde hayatta kalabilen”[11] bir garabet olarak imal edilir. Giroux, hayatiyetsizliğinde hayatta kalmaya çabalayan bu kitleyi “zombileştirilmiş bir nüfus” olarak görmüştü. Ona göre bu nüfus “faziletsiz, idi tarafından yönetilen, ölümün ve gaddarlığın bir avatarı olarak yaşam süren hiper-ölüler”den müteşekkildir. [12]
Zombileşme, yaşlanmadan yaş alınan ve ölüm hakikatinin yaşam alanlarından kovulduğu modern olumluluk toplumunda ortaya çıkan bir anomalidir. Bu atmosferde Seneca’nın asırlar öncesinden bize ulaşan nidası, zombileşmiş günümüz bireyine yönelik belki de şimdiye değin hiç olmadığı kadar güncel bir nasihat hâlini alır: “Sonsuza dek yaşayacak gibi yaşıyorsunuz, zayıflığımız aklınıza hiç gelmiyor, şimdiden ne çok zamanın geçip gittiğini göz önünde bulundurmuyorsunuz. Bir şeye veya birine adadığınız bir gün son gününüz olabilecekken yaşamınızı, tükenmez dolu bir kaynaktan geliyormuş gibi harcıyorsunuz. Ölümlü olan her şeyden korkuyor, ölümsüz olan her şeyi arzuluyorsunuz.”[13]

Zombileşme ve zombileşmenin netice verdiği dımdızlak yaşam, bütün bir yaşam sathına nüfuz ederek ondan kaçabilmenin pek de mümkün olmadığı bir şiddeti hâkim kılar. Bu şiddet ortamında eğitim de hayat boyu öğrenme pratikleri üzerinden insan yaşamının bütün bir alanına yayılma imkânı bulur. Bu minvalde Byung-Chul Han’ın deyişiyle, “Hayat boyu öğrenme, tekemmülü ihtiva etmez, o yalnızca hayat boyu üretimi (life-long production) içerimler.” [14] Hayat boyu üretim, bireyin kendisini yaşamı boyunca mütemadiyen inşa ettiği bir imalât sürecine karşılık gelir. Bu süreç de modern yaşam dâhilinde hayat boyu tükenmeye sebebiyet vererek Burnout’u (tükenmişlik) yaşamın her alanına sirayet ettirir.

Bu zeminde öğretmen de bireyi tempolu bir yaşamın kusursuz bir üyesi yapmaya azmetmiş bir “yaşam koçu” rolüne bürünür: “Öğretmenler sopa kullanmayalı çok oldu fakat günümüzün öğretmenleri ‘psikolojik sopalar’, yani kişisel gelişim aracılığıyla toplumsal kontrolü kolaylaştıran farklı sosyo-eğitsel ya da grup terapi oyunları kullanıyor. Bu oyunlar, çocuk gelişiminin, çocukların olumlu özelliklerinin olabildiğince bireyselleştirilmiş bir biçimde tespit edilmesiyle teşvik edileceği düşüncesine dayanır. Öğretmen pedagojik meselelere adanmış bir koçluk dersi almış bile olabilir.” [15] Yaşam koçlarının ve sağlık gurularının bireye eşlik ettiği geç-modern hayatta öğretmenden de koçvâri bir misyon üstlenerek öğrenciyi geç-kapitalist düzenin yaşam idealine âşina olacak bir tarzda eğitmesi beklenir. Bu husus da öğrenciyi sömürü(lme)ye açık hâle getiren bir savunmasızlığı netice verir.

Peki, bugün kişiliğimizi çepeçevre sarmış ve benliğimizi tüm araçlarıyla kuşatarak esir almış geç-modern düzen karşısında şahsiyetimizi muhafaza edebilmeyi nasıl becerebileceğiz? Bu esaslı sualin net bir cevabının olmadığını tebarüz ettirmek gerek. Lakin bununla birlikte şahsiyetimizi muhafaza yolunda elimizden gelenin en iyisi, münferit birtakım çabalarla her yerde bizi istila eden uyarıcıların şahsiyetimizde açmış olduğu gedikleri kapamaya matuf bir şekilde zihnimizi mümkün olabildiğince bitimsiz bir “shitstorm”un vuku bulduğu dış dünyadan soyutlayarak İbn Bacce’nin deyişiyle “zihni bir itizâl”e [16] erişebileceğimiz ve bizi teskin ederek muhafaza edebilecek bir mağaraya sığınmak olabilir. [17] Zira, kuşatılmışlığın her geçen gün daha da arttığı günümüz dünyasında Samipaşazade Sezai’nin Küçük Şeyler’deki deyişiyle insanın sığınıp teskin olabileceği “guşe-i inziva vü sükûnet”in [18] (sükûnet ve inziva köşesi) ehemmiyeti de her geçen gün daha da artmaktadır.
Bu minvalde aklımızı doğrudan etki altına alan muazzam bir illüzyonu hâkim kılan geç-modern dünyada karşı karşıya olduğumuz ve bizi kesintisiz bir şekilde ayartmakta olan mezkûr yanılsamalara karşı ihtiyacımız olan yegâne şey, şahsiyetimizi tefessüh ettiren bu göz bağlarını iptal edecek olan Musa’nın asasıdır. Hz. Musa’nın asası, Kur’ân’da güçlü bir imge olarak karşımıza çıkar. Firavun’un sihirbazlarının büyülerini iptal eden bu asa, bir başka sahnede Hz. Musa, Tuvâ vadisinde Allah’ın huzuruna çıktığında bir kez daha gündeme gelir. Orada Allah’ın Hz. Musa’ya yönelttiği “Nedir o sağ elindeki, ey Musa?” sualinin karşısında Musa’nın cevabı “O benim asamdır. Ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkelerim, ona başkaca ihtiyaçlarım da var.” olur. [19] Bu sahneye yer vermekle aslında kerametin asada olmadığına dikkat çekmek ister Kur’ân.

Bu perspektiften günümüzdeki illüzyonları alt edecek olan Musa’nın “bugünkü” asasının “hikmet/bilgelik” olduğunu söylemek mümkündür. Sığınabileceğimiz mağaralarda hikmete râm olabilecek bir yaşam tarzını içselleştirebildiğimiz takdirde neoliberal düzen dâhilinde yadsınan şahsiyetimizi yeniden inşa edebilme imkânına vâsıl olabiliriz. Mehmed Âkif’in bir asır evvelki “Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol. Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.” terennümü bu anlamda geçerliliğini hâlâ korumaktadır. Varlığa hikmet nazarıyla bakarak ve davranışlarımızı da hikmet/bilgelik temelinde şekillendirerek tekâmül edebileceğimiz bu sonu olmayan, “Oldum!” diyemeyeceğimiz yola revan olmuş bir şahsiyetin inşası fazlasıyla zor olsa da hâlâ imkânsız değildir.

Ziyaret -> Toplam : 125,30 M - Bugn : 58202

ulkucudunya@ulkucudunya.com