Suriye olmadan asla
Prof. Dr. Hasan Ünal 01 Ocak 1970
Süveyş Kanalı'nda karaya oturan Evergreen gemisinin ilk görüntüleri bana Türk dış politikasının son yıllardaki halini hatırlatmıştı. Geminin karaya oturması nasıl bir felaket ise dış politikanın sürdürülemez hale gelmiş olması da öyle olsa gerektir.
Gemiyi yüzdürmek için yürütülen yoğun çabalar sonuç verdi; ama bakalım Türk dış politikası yüzdürülebilecek mi?
Son haftalarda Mısır'la yürütülen müzakerelerin iyi gittiğine dair yayılan haberler sevindirici. Üst düzey yetkililerin açıklama yapmaktan imtina ediyor olmaları ayrıca cesaret verici; çünkü erken ve gereksiz üst düzey açıklamaların karşı taraflar nezdinde yanlış anlamlara sebebiyet vermesi muhtemeldir ki, bu konuda ne yapılması ve özellikle ne yapılmaması konusuna bir önceki yazımızda değinmiştik. 1
Konuya daha da olumlu bakmamızı sağlayacak haberler medya organlarının kenarında köşesinde yer almaya devam ediyor. İsrail ve Suudi Arabistan ile de görüşmeler yapıldığı ve ilişkilerin toparlanmasına yönelik ilerlemeler sağlandığına dair haberler ümit verici.
Fransız liderin sevimsiz açıklamalarına cevapların bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından verilmemesi şüphesiz yerinde (hatta bir sonraki aşamada muhatap Dışişleri sözcüsü bile olabilir).
Rusya ve Suriye'nin İdlib'de pozisyon kazanma amaçlı askeri girişimlerine karşı toplumu galeyana getirme amaçlı yayınlardan ve üst düzey açıklamalardan ısrarla kaçınılmakta olunması ayrıca altı çizilecek doğrular arasında.
Dış politikaya yeni ayar
Ve perşembe geldi…
Dış politikada ince ayar başladı
Suriye işi ne olacak?
Bütün bu olumlu gidişatın kısa zamanda tam sonuç vereceği, kavgalı olduğumuz bu ülkelerin bir anda Yunanistan ve Kıbrıs Rumlarına sırtlarını dönerek bizim müttefikimiz olacağını beklemek fazla iyimserlik olur.
Biz bu ülkelerle savaşmadık ama tam bir soğuk savaş yaşadık. Buna sebep olan güven bunalımının bir anda ortadan kalkacağını düşünmek gerçekçi olmayabilir; ama zararın neresinden dönülürse kârdır prensibinden hareketle işe başlamak ve bu ülkeleri Türk-Yunan sorunlarında önce tarafsız hale getirip sonra da samimi bir güven ilişkisi kurmayı amaçlayan politikalarla yanımıza çekmek mümkün.
Öte yandan Suriye politikamızı kökten değiştirmediğimiz taktirde bu olumlu gidişattan tam sonuç alınması söz konusu olamayacaktır; çünkü unutmamak gerekir ki, dış politikanın abartılı da olsa ortalama doğru giden rotası Suriye'de bozuldu, ideolojik ve duygusal bir bulamaca dönüşerek neredeyse her bölge ülkesine uygulanmaya kalkışıldı.
Daha da kötüsü dış politika daha önceki yıllarda da yapıldığı gibi iç kamuoyunun günlük siyaset tüketim malzemesi haline getirildi.
Hükümete destek veren medyanın işi şirazesinden tamamen çıkararak bölge ülkeleri yönetimlerine ve liderlerine karşı kullandığı üslup ve kelimelerle tam bir çıkmaza dönüştürüldü.
Fakat sonuçta mecburiyetler geri adımları zorunlu kıldı (ki, bunların hepsi olumlu ve doğru geri adımlardır) ve bugün bölge ülkeleriyle ilişkilerimizi toparlamaya yönelik yoğun bir çaba içerisindeyiz.
Suriye politikamızda fazlaca bir değişiklik yapmaya niyetli görünmememiz mevcut şartlarda oldukça tuhaf; çünkü Mısır'da yıllarca 'kukla', 'diktatör', 'darbeci', diye suçladığımız ve halkını öldürmekle itham ettiğimiz (ki, bu politika doğru değildi zaten) yönetim ve lideri Abdülfettah El Sisi ile görüşebildiğimize göre Şam hükümeti ve Esat yönetimiyle de masaya oturmamız şart.
Bundan kaçınmamız mümkün olmadığı gibi geciktirmenin faturasının artacağını da hesaplamak zorundayız.
Kabul etmek zorundayız ki, Suriye savaşına bu denli girmemiz ve gayet iyi, dostane ilişkiler içinde bulunduğumuz bir yönetimi devirmek için bütün gücümüzü seferber etmemiz çok büyük bir hataydı.
Suriye'deki yönetimin tabanından kopuk olduğu, biraz silkelenince hemen devrileceği, birkaç ay içinde orada duramayacağına dair varsayımlar ise hiç gerçekçi değildi.
Bugün ise Suriye stratejik coğrafyasının temel faktörleri tamamen değişmişken hala Esat'ı bir punduna getirip devirebileceğimizi zannetmek, bunun için adeta Amerika'ya gelin bunu el birliğiyle yapalım dercesine çağrılarda bulunmak ve hele hele kontrolümüz altında tuttuğumuz topraklara el koyabileceğimizi düşünmek veya o bölgelerde SMO (Suriye Milli Ordusu) yönetiminde otonom bölgeler kurarak federalleşmiş bir Suriye'nin içine bunları yerleştirebileceğimizi düşünmek vahim sonuçlar verir.
Suriye'de artan riskler
Türkiye 2013-2015 arasında belirlediği ve bütün Suriye'de çatışmasızlık, yeni bir anayasa, geçici hükümet (ki, orada Esat'ı istemiyordu, şimdi isteyip istemediği belli değil), uluslararası gözlemcilerin gözlem ve denetimi altında yapılacak seçimler ve ardından yeni yönetimin ortaya çıkmasına dayalı bir politikada hâlâ ısrarcı görünüyor.
Bu arada, dört buçuk milyon civarında sığınmacıyı Türkiye'de tutup bir o kadarına da Suriye içinde bakıyoruz. Muhtemelen günün birinde bizim istediğimiz koşullarda bir anayasanın ve seçimlerin mümkün olacağını ve bu dokuz milyon insanın Esat aleyhine oy vereceğini farz ediyoruz.
Bu, Rum-Yunan ikilisinin günün birinde Türkiye'nin dağılacağını ve kendilerinin Kıbrıs'tan Türkleri tamamen atarak denize dökeceklerini ve Girne, Mağusa gibi KKTC şehirlerine haç dikeceklerini zannetmelerine benziyor; çünkü eski tabirle böyle bir politikanın ifa kabiliyeti kalmadı.
Özellikle 2015 yılında Rusya'nın sahada çatışmalara Suriye'nin yanında girmesiyle birlikte pek çok bölgede büyük alanlar oluşturarak rejime karşı savaşan cihatçı/terörist gruplar tamamen yenildiler ve İdlib hariç o bölgelerin tümü Şam hükümetinin etkili egemenliği altına girdi.
Şu anda İdlib ile bizim kontrolümüzdeki topraklar ile Fırat'ın doğusunda Amerikan kuvvetlerinin yardım ve desteğiyle büyük çaplı etnik temizlik yaparak devletleşmeye çalışan PKK/YPG'nin denetimindeki alanlar hariç geri kalan bölgeler Suriye hükümetinin egemenliği altında bulunuyor.
Öte yandan milli-üniter yapıdaki Suriye'ye yeni bir anayasa dayatmak hem mümkün görünmüyor (çünkü bunu Şam hükümeti kabul etmiyor) hem de Türkiye'nin ulusal çıkarlarıyla uyumlu olmayan bir zorlamayla vakit geçiriyoruz.
Ayrıca, milli-üniter yapıdaki bir Suriye'ye yeni anayasa dayatmak ne anlama gelir? Türk yetkililer Katil Esat laflarını bırakarak öncelikle bunun cevabını vermelidir.
Suriye'yi federal veya adı konulmamış ama içinde otonom bölgeler barındıran bir yapıya dönüştürmeye çalışıyorsak (ki, öyle görünüyor) buna, Fırat'ın doğusunda mevzilenen PKK/PYD alkış tutacaktır.
Şimdi kontrol altında tuttuğumuz toprakların Türkiye'ye katılmasını temin edecek senaryolar mevcut uluslararası düzende hem ham hayaldir hem ulusal çıkarlarımıza aykırıdır hem de çok büyük tehlikeleri beraberinde getirir.
Bazı medya organlarında zaman zaman dile getirildiği gibi, bu toprakları şehit vererek aldığımızı veya buraların aslında Misakı Milli'nin parçası olduğunu söyleyerek oluşturulacak bir dış politikanın Türkiye'ye bedelinin çok ağır olacağını; Türkiye'nin alanı dondurmasından dolayı yeterli ilerleme sağlanmadığını düşünecek Rusya ve Amerika'nın PKK/YPG'ye bazı haklar verme konusunda anlaşarak savaşa son verebileceğini, sonra da özellikle Amerikan tarafının Suriye savaşının bütün suç ve sorumluluğunu üzerimize yıkmaya çalışacağını, ABD'nin gayet iyi Arapça bilen ve 2003 yılında Irak'ın işgalinden sonraki yıllarda Bağdat'ta sonra da savaş sırasında Şam'da büyükelçiliğini yapan Robert Ford'un en son mülakatında bunun ipuçlarının ve ayrıntılarının bulunduğunu hatırlamakta fayda olacaktır.
Hatta bu ülkelerin uzlaşmasının ardından Güvenlik Konseyi'nin Suriye'deki bütün yabancı güçlerin derhal ülkeyi terk etmesi çağrısında bulunacak bir karar alması hiç de zor olmaz.
Şam ile uzlaşma neler getirir?
Oysa her geçen gün maliyeti artan ve stratejik bedeli yükselen bu sorunların büyükçe bir kısmını Şam hükümeti ile uzlaşarak çözmek mümkün olabilir.
Önce belki diplomatik/siyasi düzeyde ancak gizlice yürütülecek müzakerelerle uzlaşmanın ana konularını belirlemek mümkün olabilir. Örneğin Türkiye Şam'ın bütün toprakları -İdlib ve Türkiye kontrolündeki bölgeler de dahil olmak üzere- üzerinde tam ve etkili egemenlik kurması, Suriye'ye yeni bir anayasa dayatmasına son verilmesi karşılığında Şam hükümeti ile sığınmacıların geri gönderilmesi konusunu bir mutabakat zaptına bağlayabilir.
Hatta böyle bir mutabakat Türkiye, Suriye ve Rusya tarafından imzalanarak Moskova'nın buna garantörlük yapması da istenebilir.
Suriye'ye anayasa dayatmak ve seçimlerle Esat'ı devirmeye çalışmak pek mümkün görünmediğine (ki, aslında böyle bir sürecin Türkiye'nin ulusal çıkarlarına uygun olmadığı da açık) göre sığınmacıları Türkiye'de tutmaya çalışmanın ve Suriye içinde de bir o kadar insana bakmanın ne stratejik gerekçesi olabilir?
Eğer bunlara topluca vatandaşlık verilerek seçimlerde oy kazanılacağı bekleniyorsa bu, yaratacağı tepkiyle mevcut yönetimin sonunu getirebilir.
Öte yandan aşamalı bir şekilde ama ciddi ve büyük gruplar halinde geri gönderilmeleri sağlanırsa bunun mevcut hükümete önemli oy katkısı söz konusu olacağı gibi, Türkiye'nin ekonomik/mali ve stratejik çıkarları açısından büyük faydalar sağlar.
Suriye hükümeti ile Adana Mutabakatı çerçevesinde teröre karşı ortak mücadele başlatmak amacıyla imzalanacak ve belki Rusya'nın da imza atacağı bir başka belge ile PKK/PYD'ye karşı yapılacakların ana hatları üzerinde uzlaşmaya varılabilir.
Böyle bir uzlaşma Amerika ile PKK/PYD'nin, Ankara'nın hiçbir zaman Şam ile uzlaşmayacağı varsayımını yıkacağı için onlar üzerinde müthiş bir psikolojik üstünlük sağlar.
Ayrıca ilişkilerimizi toparlamaya çalıştığımız Arap ülkeleri nezdinde bir Arap devletinin toprak bütünlüğünü bozmaya çalıştığımız ve bundan dolayı bize karşı birleşmeleri gerektiği şüphelerini de ortadan kaldırır.
Tıpkı Mısır, İsrail ve Suudi Arabistan örneklerinde olduğu gibi siyasi iradenin vereceği talimat ile profesyonellerin (görevde veya emeklilerden oluşturulacak bir kadro ile) böyle bir uzlaşmayı mevcut iktidar için zafer olmasa da önemli bir kazanç olarak sunulacak hale getirmeleri mümkündür.
Böyle bir normalleşme kısa sürede başlayacak Suriye'nin yeniden yapılandırılması sürecinde Türk firmalarını yeniden şanslı hale getirebileceği gibi, zımni veya açık bir ABD-Rusya uzlaşmasıyla sorunun ve suçun bizim üzerimize yıkılması ihtimalini de ortadan kaldırır.
Sonuçta seçim bizim; ama bu kadar kavga/gürültüden sonra dikensiz gül bahçesi seçeneklerinin olmadığını/olmayacağını zaten bilmemiz gerekir/gerekirdi. Böyle bir seçenekte hükümete destek veren medyanın hemen kendisine çeki düzen vereceğini Mısır ve diğer örneklerden gördüğümüze göre kamuoyu tepkisinden çekinmeye de gerek olmaz.