EROL GÜNGÖR… SENİ ÇOK ÖZLÜYORUZ!
İskender Öksüz 01 Ocak 1970
Topu topu dört kişiydiler, dört doçent. Mehmet Eröz, Mustafa Kafalı, Necmettin Hacıeminoğlu ve Erol Güngör. 1960 ihtilaliyle başlayıp 1980 darbesiyle biten yirmi yılın, o sert, kanlı SSCB hücumuyla geçen yirmi yılın İstanbul’daki dört hocası: Doçentler Cuntası[1].
Onlardan geriye bir tek Kafalı Hocamız, ağabeyimiz kaldı. Diğerleri gitti. Bu yazı Erol Güngör Hocam, kardeşim içindir.
Yönünü bulamayanlara Yol
Dünya o yıllarda “bilimsel” adımlarla sosyalist olmaya doğru, önlenemez şekilde, doğa kanunu olarak, gidiyordu ya… Devrimcilerimizin görevi de bu gidişi biraz iteklemekti. Doğan Avcıoğlu’nun yeri yerinden oynatan, hayatlarında mektepten sonra kitap okumamışların ağzını açık bırakan kaç yüz sayfalık “Türkiye’nin Düzeni”nin yanında, devrim için bir de dergi çıkıyordu: Yön. Sosyalist fikir yazıları patlama hâlindeydi. Çünkü onları üretmek için akla, fikre ihtiyacınız yoktu. Gereken bir yabancı dili, sözlükle tercüme yapabilecek kadar bilmekti. KPDS’den 50’nin üzerinde not alan biri bu fikir savaşında devrim mevziine girebilirdi. İngilizce, Fransızca, Almanca veya Rusça, hepsi olurdu. Aklı başında Türkler, diğer adıyla Türk milliyetçileri de fikirlerini bir dergide yayınlamaya başladılar: Yol. Yol isminin altında da sloganları yazardı: “Dağ ne kadar yüksek olursa yol onun üstünden aşar”. Ölçüsüz ve zerre kadar entelektüel ahlâkı bulunmayan basının popülerleştirmediği gerçek değerler bu dergide yazıyordu: Mümtaz Turhan, Tarık Buğra… Bu devlerin arasında bir de genç bilim adamı vardı: Erol Güngör. Yol Dergisi döneminde yazdıkları, yani en eski Erol Güngör yazıları en son yayınlanan kitaplarında yer aldı.[2] Erol’un, Mümtaz Turhan’ın başını çektiği bir dergide yer alması beklenen bir şeydir, çünkü Turhan, ideolojik gürültünün kreşendo döneminde ilim diyen, sosyoloji diyen ender hocalardandı. “Kültür Değişmeleri”nin, “Garplılaşmanın Neresindeyiz?”in müellifi idi; Türk milliyetçisi idi. Güngör de onun öğrencisiydi. Turhan’ın bir başka öğrencisi, sonraları popüler psikoloji kitaplarıyla ün yapacak Doğan Cüceloğlu’dur. Cüceloğlu’nun da 1970’li yıllarda milliyetçi dergilerde yazıları yayınlanmıştı. Bir başka Türk milliyetçisinin, Prof. Dr. Remzi Oğuz Arık’ın küçük oğlu Alev Arık da Mümtaz Turhan’ın daha genç öğrencilerinden ve Ankara’daki ağabeyi Oluş Arık gibi dostumuz ve yoldaşımızdı. Cüceloğlu ve küçük Arık’ın psikolojide, buna karşılık, Güngör’ün sosyolojide ün yapması şaşırtıcı değildir, çünkü Turhan’ın kürsüsü, Sosyal Psikoloji idi ve Türk milliyetçilerini muhakkak ki en yakından ilgilendiren bir alandı.
Gökalp için basılmak
Erol ile vicahî tanışmamız eşim Işınsu’nun çıkardığı Töre Dergisi etrafında oldu. O ilk günlerde, 1971-1972’de yazıhane Cağaloğlu’nun Sirkeci ucunda, Taya Hatun Sokağı, Hocapaşa adresindeydi. Töre’nin İstanbul kanadı da işte bu doçentler cuntasıydı. Dergiyi samimiyetle, hatta fedakârca desteklediler. Işınsu’nun anlattığı bir Erol Güngör anekdotu şöyledir: Töre’ye yazı verilmesinin son günüdür. O günün akşamında yazılar matbaaya ulaştırılmalıdır. Fakat birkaç sayfalık yazı eksiktir. Işınsu kıvranırken Erol yazıhaneye uğrar, Işınsu’nun sıkıntısını görüp dinledikten sonra, “merak etmeyin” der, hemen oracıkta daktilonun başına oturur ve eksiği kendi yazısıyla tamamlar.
Bugün gençler arasında pek yaygın bir tutum var. Mazideki büyüklerimizi bir biriyle tokuşturup, kim kimi döver tartışması yapmak. O günlerde daha azdı ama demek ki varmış: Erol’un Ziya Gökalp hakkındaki bir yazısından dolayı bir grup genç Töre’nin İstanbul’daki yazıhanesini basmaya gelmiş. Tesadüf bu ya Erol da o sırada yazıhanede. Oturmuş, büyük bir soğukkanlılıkla gençleri ikna etmiş. Onlar da barış içinde geri dönmüşler. Yazıhanede vefalı dostumuz Hasan Hüseyin Emiroğlu vardı. Bu yazıyı yazarken ona danıştım. “Hocanın” dedi “kızdığı zaman yüzü kıpkırmızı olurdu. Hâlbuki gençlere hiç kızmadı, gayet sakin konuştu.” Gökalp de Erol Güngör de ve daha niceleri de başımızın üzerinedir. Fakat hepsi insandır ve hepsinin hatası olabilir. Hata yapmamak istiyorsanız hiç bir şey yapmamalısınız. Hataları görmek ve düzeltmek de vazifedir. Bize düşen her birinin doğru yönlerini alıp devam etmektir. Güzel bir söz vardır: Küçük kafalar insanları, orta kafalar olayları, büyük kafalar fikirleri tartışır. Şüphe yok ki Akçura, Gökalp, Turhan ve Erol büyük kafalardır.
Erol, kültür ile medeniyetin aslında o kadar kesin hatlarla ayrılamayacağı kanaatindeydi. Gökalp’in yabancıdır dediği musiki gibi unsurları da öz kültürümüz sayardı. Burada Erol haklıdır tabi… Fakat bu Gökalp’in değerini azaltmaz. Aradan yıllar geçip Necip Fazıl etkisi dönemine geldiğimizde, ben, biraz da şaka olarak, eh bugünlerde de Gökalp sevgimizi anlatan bir yazı yazsak yine basılırız demiştim.
Yahya Kemal’le yemek, Erol’la nişan
Töre’nin ve her şeyin teşvikinde Ankara kanadımızda da Dündar Taşer, Dündar Ağabey vardı. Biz evlenip Işınsu ve Töre Ankara’ya taşınana kadar İstanbul’da dörtlü gezerdik: Erol, Dündar Ağabey, Işınsu ve ben. Gece bir arada isek yerimiz Erenköy’de Yahya Kemal’in devam ettiği bir sahil lokantasıydı. İçinden bir ağacın, muhtemelen çınar ağacının geçtiğini ve iki katlı olduğunu hatırlıyorum. Yahya Kemal’in masası az sonra gelecekmiş gibi korunmuştu, yanındaki duvarda fotoğrafı asılı dururdu.
1971’in sonunda, Işınsu ile nişanımız için Işınsu’nun Moda’daki evine Erol ile, Halide Nusret Zorlutuna’nın ve İsmet Kür’ün sevgili dostu Şefkat Teyze’mizi davet etmiştik. Onların nişandan haberi yoktu; akşam yemeği diye gelmişlerdi. Yüzükleri çıkarıp sürprizimizi yaptık ve nişanımızı takmalarını istedik. İkisi de bekârın nişan takmasının doğru olmayacağını söyledi. İyi de o ana kadar biz de bekârdık ve bekârların arkadaşları genellikle bekârlardır. Biz de onların hayır dualarıyla kendi yüzüklerimizi, birbirimize kendimiz taktık.
Frenk jeneralleri ve Nevâ Kâr
Ağabey, ağabey… Galiba yaşı yakın olduğundan Erol, Erol’du. Diğerleri “ağabey”. O Belde’nin hemşire ve yarlarına ilaveten bizim beldemizde ağabey ve kardeşler de vardı. Bu sıcak dostluk münasebetinden makamlarına binip ayrılanların arkasından Devlet Gazetesi’nde, “Bey olan ağabeyler” başlıklı bir yazı bile çıkmış,[3] çok da yankı yapmıştı.
Ne konuşurduk? Her zaman sosyoloji konuşmazdık tabi… Erol bazen çok sevdiği Mehmet Genç ile Osmanlıca çalışmaları sırasında arşivde rastladığı ifadeleri anlatırdı. Osmanlı vak’anüvisinin Napolyon’u etiketlemesi gibi: “Frenk jenerallerinden Napolyon nâm sergerde…” Bazen tercüme ettiği bir otobiyografi kitabında rastladığı bir pasajı paylaşırdı… Hatıra müellifinin gece yarısı refakatçisini uyandırarak Sultanahmet Camii’ni – tekrar—görmek istemesini…Itrî’nin Nevâ Kâr’ının da tekrar tekrar dinlenmesine dair bir hatıradan bahsedilirdi. Bana bir Nevâ Kâr uzunçaları hediye etmişti. Fakat bir ayağı kadim kültürümüzde ise diğer ayağı batı kültüründeydi. New York Review of Books’a aboneydi. Nereden biliyorum? Dergi, ondan sonra bana geçerdi…
Yazmak, sonra yine yazmak
Yanılmıyorsam Erol, Töre’den önce düzenli yazmıyordu. Töre’deki ilk yazıları da tutuktur. Yazar yazdıkça yazarlaşır, tabi kabiliyeti hududuna kadar. Erol’un hududu geniş, çok genişti. Yazdıkça kalemi işlerlik kazandı ve en güzel üsluplarımızdan biri oldu. Günlük gazetemiz Ortadoğu’daki köşesi herhalde üslup açısından zirveye tırmandığı yerdir. Bu yazılar Hergün Gazetesi’nde de devam etti. Fakat çok okuyup az yazdığı günleri de özlüyordu. Bize bir mektubunda, “dünyada okuduğundan çok yazan ilk insan olacağım galiba” diyordu.
Aylık dergi çıkarmada temel ilkelerden biri yazarlarınıza her ay yazdırabilmektir. Bunun için ay boyunca onlarla temasta bulunmak gerekir. İkinci ilke de tabi, dergiyi zamanında çıkarmanızdır. Bu ikinci gereği yerine getiremezseniz yazarların yazma işkencesine katlanması için bir sebepleri kalmaz. Yazara yapacağınız birinci iyilik, yazısının hatasız, özenle tertiplenmiş bir sayfada, güzel bir dergide çıktığını göstermektir. Işınsu ayın ta başında, dergilerini postalarken bir sonraki ayın yazısını isterdi. Sonra mektup yazardı… Sonra telgraf çekerdi. Bazen telefon ettiği de olurdu. İnternet’in olmadığı, şehirlerarası telefon görüşmelerinin önce “yazdırılıp”, cihazın başında bazen saatlerce beklenerek gerçekleştiğini hatırlayınız. Hatta “ihbarlı arama”nın ne demek olduğunu da… Erol’un bu editörlük cehdinden ötürü Işınsu’ya taktığı isim, “Korkunç Yenge”ydi.[4] Işınsu on bir yıl boyunca Töre’yi çıkardı ve 14 000 tiraja ulaştırdı. Töre Dergisi ile Devlet Gazetesi’nin müşterek teşebbüsü olan Töre-Devlet Yayınevi de önce Sadi Somuncuoğlu ve İbrahim Metin tarafından başlatılmış, sonra aramızda yaptığımız bir iş bölümü ile bizim yönetimimize geçmişti. Erol’un ilk kitapları, Hacıeminoğlu ve Eröz’le birlikte Töre-Devlet’te çıktı.
Emin olun öyle değildi
Konuşmalarımız, sohbetlerimiz hep mizahla, espriyle tatlanır, yüzümüzden gülücükler eksik olmazdı. Bütün zeki insanlar gibi Erol’un da son derece güçlü bir mizah ruhu vardı ve o ruh hep onunla gezerdi, en kritik, en zor anlarda bile mizahını vestiyerde bırakıp geldiğini hatırlamam. Hâlbuki verdiği fotoğraflar genellikle asık suratlıdır. Emin olun öyle değildi.
Bu “emin olun öyle değildi” sözünü sık sık ve çeşitli insanlar için tekrarlamak zorundayım. Göçmüş fikir adamlarından, siyasî liderlerden bahsedenler, onlar hakkında biyografi yazanlar umumiyetle o zirveleri kendi fikirlerine ve duygularına yakınlarmış gibi anlatırlar. Bugünün sapması Siyasî Ümmetçilik ya, Erol da, Dündar Ağabey de, Albay da bazılarının kaleminde Siyasî Ümmetçiliğe yakın oluverdiler. Emin olun öyle değildiler. Üçünün de Siyasî Ümmetçilikle bir ilgisi yoktu. Onlar Türk Milliyetçileriydiler, Türkçü idiler. Peki, neleri vardı? Hâkim siyasî kanaatin dinin her türlü tezahürüne “gericilik” diye baktığı bir devirde dine de, dindarlara da, tasavvuf ehline de sevgiyle yaklaşmaları vardı. Müslümandılar, İslamcı değil. Erol’un sık sık alıntılamak zorunda kaldığım şu paragrafı yeterli kanıttır:
“Bu anlamda İslâmcılık şimdiye kadar hep hâkim milliyete karşı hoşnutsuzluğunu doğrudan doğruya belirtemeyen etnik azınlıkların ideolojisi olmuştur. Bunların amacı İslam ülkeleri arasında birlik sağlamaktan ziyade kendi yaşadıkları ülkede milliyetçi politikayı etkisiz duruma getirmektir. Bu azınlıklar ayrılıkçı bir politika takip edecek kadar kalabalık ve güçlü olduklarını hissettikleri an kendi istikametlerinde bir milliyetçilik hareketi açıklamaktan hiç geri kalmazlar; böyle bir güce erişemedikleri müddetçe İslâm davasının şampiyonu olarak görünürler.”[5]
Meselâ bir yazar, Erol’la Necip Fazıl’ı bir madalyonun iki yüzü gibi takdim etmekteydi. Hâlbuki Güngör bir Türk milliyetçisidir, Necip Fazıl değildir. Başında da değildir, sonunda da değildir, fakat arada gel-gitleri vardır. Bir gün Hergün Gazetesi’nin İstanbul bürosunda Erol’un odasındaydık. Oda birinci kattaydı, yanılmıyorsam. Alt kattan Necip Fazıl’ın sesi geliyor, yüksek sesle birilerine bir şeyler anlatıyordu. Erol, “Bu adam buraya çok gelip gitmeye başladı. Böyle devam ederse ben taşınacağım.” demişti. Tarihi hatırlamıyorum ama 1978 sonrası olmalı… Necip Fazıl’ın, bir sonraki seçimlerde oynaması için bizim takıma transfer edildiği günlerdi.
Bütün müsahhihler hayatta değil
Erol, bir Türk Milliyetçisi olduğu kadar da bir ilim adamıydı. Siyaset için ilmi çiğnemesi mümkün değildi. “Gerçekler ancak sahtekâr ve geri zekâlıları korkutur” onun sözüdür. Bu açıdan muhakkak ki Mümtaz Turhan’ın mirasçısıdır ama aynı zamanda, “Çünkü yalancılık üzerine kurulmuş yurtseverlik olmayacağı gibi, gerçeklerin değiştirilmesinden de hiçbir erdem doğmaz.” diyen Atsız’ın da mirasçısıdır.[6]Onlar için doğru olmayanı söylemek ahlâksızlıktır. Söylemeyip telmihte bulunmak, söylememek ama karşındakinin doğru olmayan bir kanaate yönlenmesini sağlamak da sağlam davranışlar değildir. Ben hâlâ bir şey yazarken Erol’un omzumun üstünden baktığını hissederim. Tıpkı hâlâ Galip Ağabey’le konuştuğum gibi. Yazdıklarımda saçmalama yönünde kayarsam, alaya alacağını hisseder ve vazgeçerim. Arif Nihat Asya’ya “niçin bazen koyu Osmanlıca yazıyorsunuz?” diye sorduğumda, “benim bütün okuyucularım hayatta değil ki” diye cevap vermişti. Benim bütün müsahhihlerim de hayatta değil, elhamdülillah.
1981 Haziran’ında Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldık. Planlamıştık ama mecbur kalacağımızı düşünmemiştik. Erol Güngör’ün ölüm haberi bizi Suudî Arabistan’da buldu. Bir merminin kalbimizi bulması gibi bir buluşla. Bir tel daha kopmuştu.
Erol’un değerini bugün dost da düşman da takdir ediyor. Ancak maalesef kitaplarının yeni baskıları yapılamıyor. Bir an önce bu problemin çözülerek yeni nesillerin tekrar Erol Güngör’e kavuşturulmasını diliyorum. Yüce Tanrı’nın rahmetliye çevrili olarak omzumdan bakmaya devam et lütfen sevgili kardeşim. Seni çok özlüyoruz.
[1]Doçentler Cuntası için bakınız: İskender Öksüz, “Doçentler Cuntası”, Harun Meral’in derlediği “İnsan Ona Derler ki Yaşar Hatıralarla- Prof. Dr. Mustafa Kafalı’ya Vefa”, Buğra Kitabevi 2015, Konya, 126-130. sayfalar.
[2]Erol Güngör, “Sosyal Meseleler ve Aydınlar”, Ötüken, 2003.
[3]Devlet, Sayı 85 ve 90, 16.11.1970 ve 21.12.1970, imzasız, “Ya devlet başa…” sütunu.http://ulkunet.com/EserAyrinti.aspx?Sayfa=2423&Tablo=Eserlervehttp://ulkunet.com/EserAyrinti.aspx?Sayfa=2428&Tablo=Eserler
[4]Korkunç Yenge, asıl adıyla MadameNhu, aslında o günlerde Güney Vietnam’da ABD’nin desteğiyle ayakta duran rejimin diktatörü Diem’in kardeşi Nu’nun eşiydi.
[5]Erol Güngör, “İslâm’ın Bugünkü Meseleleri”, Ötüken,1981, sayfa 181.
[6]Düşününüzki Atsız’ın üniversiteden atılması fikriyatına hiç de ters olmayan, hatta onu destekleyen “Orta Asya’dan Türk göçleri” tezine itiraz etmesinden ve bu teze karşı çıkan Zeki Velidî Togan Hoca’yı desteklemesindendir. Hem de tezin sahibi Maarif Bakanı’na mektup yazacak kadar. Orta Asya’da iç deniz kurudu, Türkler de göç edip bütün dünyaya medeniyet götürdüler tezinin kabahatı neydi? Tek kabahatı vardı, doğru olmaması.