Kağızmanlı Hıfzı
Ensar Aslan 01 Ocak 1970
Recep Hıfzı Kars’ın Kars'ın Kağızman ilçesinde 1893 yılının Recep ayında doğar. Adını doğduğu aydan alır. Babası “Kıla/kula-sarı” takma adı ile bilinen Yakup’un oğlu Ağadede, anası Sona’dır. Recep’in kendisinden büyük Dursun, Mehmet, Yakup ve Serfiraz adlı kardeşleri ile Ali adlı kendisinden küçük bir kardeşi vardır. Kağızman, sebze, meyve bahçeleri ve yeşilliklerle kaplı, bahçe içerisinde tek katlı evlerden oluşan Aras nehrinin iki yakasında kurulmuş küçük bir ilçedir. İlçe halkı arsında samimi ve güçlü dostluk bağları vardır. Doğu Anadolu’nun bu sakin ve şirin köşesinde yetişen Recep, dört yaşında evlerinin bulunduğu Toprakkale mahallesindeki medreseye başlar. Toprakkale mahallesi, Kağızman’da Esmanî, Cevlanî, Esrarî, Yusuf Sezai gibi Doğu Anadolu’nun şiir ve hikâyeleriyle ünlü halk şairlerinin yetiştiği bir mahalledir. Recep, dokuz yaşında Toprakkale mahallesi medresesinin hocası olan Hasankaleli Hafız Lütfü Efendi’den hafızlık icazeti alır. Hafız olduktan sonra, bir taraftan güzel sesi ile ilçede hafızlık yapar, bir yandan da babası ve kardeşleriyle birlikte bağ bahçe işlerinde çalışır.
On iki yaşında zamanın medrese geleneğine uyan genç Recep, Pifikli Nakşibendi Şeyhi Yusuf Hoca’dan “El alarak” Nakşibendi tarikatine girer. Recep, medreseyi bitirip hafızlık yaptığı sıralarda, ayrıca mahalledeki gençlere ve çocuklara özel Kuran kursları verir. Bu dönemlerde şiire merak saran genç hafız, çeşitli konularda şiirler yazmaya başlar. 16 yaşlarına geldiğinde öğrencileri arasında bulunan komşuları Hamza’nın kızı Sona ile evlenir. Hıfzı’nın bade içerek âşık olması yörede şairi bilip tanıyanlar tarafından şöyle anlatılır; evlilik yıllarında bir gece bağ suladığı sırada mavi bir ışık belirerek, içerisinden güzel bir kız çıkar. Hıfzı’ya aşk badesi sunar. Badeyi içen Hıfzı kendinden geçer. Bağda baygın bir hâlde bulunarak eve getirilir. Uyanınca, yatağı başında hazır bulunan karısının küçük kardeşi Ayşe’yi kendisine bade sunan kıza bezeterek ona âşık olur. Geleneğin ve törenin yasak saydığı bu aşktan kendisini kurtaramaz, herkesten sakladığı bu aşk ateşiyle yanıp tutuşur. Bu büyük sevgi, genç hafızın dünyasına, iç âlemine etki ederek, onu, “Hıfzı” mahlası ile güzel ve yanık deyişler söylemeğe yöneltir. Çok bunaldığı bu ortamdan ayrılmak için, Kağızman’ın kuzeyinde bulunan Şaban köyüne giderek imamlık yapmaya başlar. Bu köyde bir buçuk yıl imamlık yaptıktan sonra tekrar Kağızman’a döner.
1918 yılında karısı Sona ölür, dört yaşındaki kızı Telli ile iki yaşındaki oğlu Haşim öksüz kalır. Hıfzı, Hüsniye adlı kızını da küçük yaşta kaybeder. Hıfzı’nın oğlu Haşim ile karısı Güllüzar’ın; Kemal, Fadıl ve Cemil adlı çocukları olur. Haşim’in ikinci eşi olan Nuriye’den ise; Ayser Kılıçlıoğlu (Bursa), Rabia Dursunüst (merhum), Fatma Elemin (Ankara), Ayşe (Anşa) Karakeleş (Bursa), Cengiz Dursunüst (Şanlıurfa), Mustafa Dursunüst (Erzurum), Mehmet Dursunüst (Erzurum) ve Metin Dursunüst (merhum) adlı çocukları dünyaya gelir. Hıfzı’nın oğlu Haşim, 1917 yılında doğar ve 1971 yılında ölür. Eşinin ölümünden bir süre sonra, 1918 yılı mart ayında, daha 25 yaşında, yüreği güzellik ve sevgiyle dolu olan genç şair, Doğu Anadolu’da zulmün ve hıyanetin en korkuncunu ortaya koyan Ermeni çeteleri tarafından elleri bağlı olarak süngülenir. Mezarı Kağızman’da bulunan şehitliktedir.
Hıfzı’nın bugün bilinen elli kadar şiiri bulunmaktadır. Hece ölçüsünün 7, 8 ve 11’li kalıplarıyla yazdığı koşma, destan ve semaileri, şiir tekniği, uyak, ölçü ve anlam bakımından kusursuz denecek kadar güzeldir. Hıfzı, medrese öğrenimi görmüş ve hafızlık yapmış bir şairdir. Bu bağlamda dinî-tasavvufî konulara ve Arapçaya yakın olmasına karşın, şiirlerinde kullandığı dilin sadelik oranı, halk şiiri geleneğinde kullanılan oranın çok üzerindedir. Bu yüzden Hıfzı, açık ve duru söyleyişi ile çizdiği bir Anadolu kiliminin her nakışını ayrı bir renk ve sevgiyle işleyerek gözler önüne serer.
Hıfzı’nın aynı mahallede birlikte büyüdüğü amcası Sail beyin kızı Ziyade’nin halk dilinde ince hastalık denilen veremden ölümü üzerine söylediği “Sefil Baykuş” ağıt destanı ve ölen amcası kızının ağzından söylediği cevabı, içerik ve anlatım bakımından bir başyapıttır. Ağıt destanın tamamı onbeş dörtlükten oluşmaktadır. Ölen amcası kızı Ziyade’nin ağzından söylenen cevap destanından ise sadece sekiz dörtlük günümüze ulaşmıştır. Hıfzı’nın şiirlerinden, onun son derece ince, hassas bir ruh yapısına sahip olduğu anlaşılmaktadır. Çok genç yaştaki bir insanın bu hassasiyeti, onun doğuştan gelen yeteneğine ve sanatkâr kişiliğine işarettir.
Yörenin halk şairleri tarafından “Sefil Baykuş” adlı özel yanık bir makam/ezgi ile söylenen ağıt türü destan; muradına ermeden, beyaz gelinlik yerine kefen giyerek mezara giren bir genç kıza seslenişin ve genç kızın ağzından verilen cevapların dizelere yansımasıdır. Ölüm teması ilk dörtlükten itibaren; Halk arasında uğursuzluk sembolü olan baykuş, ecel tuzağı, kara yer, karanlık mezar, acı şerbet, kefen ve yas gibi motif ve kavramlarla anlamlarına uygun bir biçimde destana işlenir. Destanın dizelerinde, yorgansız, döşeksiz, kapısız, bacasız tahta duvarlarla kaplı karanlık mezarda, başını taş yastığa koyup yatan ergen kızın çıplak vücudu, etkili bir dil ve anlatımla betimlenir. Şiiri okurken, şairin acı duygularının, gözyaşlarıyla birlikte ter damlaları gibi dizelere aktığı hissedilir.
Daha çocuk denecek yaşta şiir söylemeye meraklı olan Hıfzı, yaşamının ilk dönemlerinde tarikat dervişleri ve çevresinde bulunan âşıklarla ilişki kurar. Bu nedenle edebî kültürü ve terbiyesi âşık kahvehanelerinde ve tekkelerde gelişir. Ancak şiirlerinde medresenin ve tarikatin etkisi pek fazla görülmez.
Hıfzı’nın yanık sesiyle güzel türküler, deyişler söylemesi, mahalle komşusu ve “Ülfetin” hikâyesinin musannifi olan ünlü hikâye ustası Yusuf Sezai’nin dikkatini çeker. Hıfzı, Sezai ustadan saz ve söz öğrenmeğe başlar. Bu bağlamda, doğuştan var olan sanat yeteneğini, sonradan daha da geliştirip olgunlaştırmasını bilir. Saz ve söz ustası olan mahallelisi âşık Yusuf Sezai’nin, şairin yetişmesinde büyük payı vardır. Kimi şiirlerinde ustası Sezai’nin açık etkisi görülür.
Hıfzı, kendisinden önce yaşamış olan pek çok meslektaşını bir çok konuda geride bırakarak kendisini Karacaoğlan’a ulaştırmıştır. Özellikle doğa betimlemelerini Karacaoğlan kadar güzel işlemesini bilen bir âşık olarak dikkati çeker. Şairin yoğun duygular yaşadığı bu ilk gençlik yılları, Osmanlı İmparatorluğu’nun en zor dönemleridir: Birinci Dünya savaşının acı günleri, Doğu Anadolu’daki Türk-Rus savaşları, işgal güçlerinin baskı ve zulümleri, tutsaklık yılları, kırk yıllık kara günler, Ermeni çetelerinin savunmasız halka yaptığı her türlü zulüm ve işkence, Sarıkamış hareketinin kötü sonuçları... Nihayet Türk ordularının Doğu Anadolu’yu istilacı güçlerden temizlemesi. Bir yandan zafer türküleri, koçaklamalar söylenirken, bir yandan genç yaşta şehit düşen yiğitler, muradına eremeyen genç kızlar için ağıtlar, destanlar yakılıyordu. Bütün bu olaylar, genç şairin vicdanında derin izler bırakır, duygularını türkülere, destanlara döker. Gam, efkâr ve çile, yaşamı boyunca Hıfzı’nın yakasını bırakmaz. Hıfzı’nın döneminde yaşanan tarihî felâketler ve kendisinin yaşadığı acı olaylar üzerine etkili bir dille söylemiş olduğu destanları, ağıtları ve koşmaları halk üzerinde büyük etkiler bırakır. Bu şiirler, yüz yıllık bir zaman geçmiş olmasına karşın hâlâ etkisini ve canlılığını korur.
Hıfzı’nın, doğa betimlemelerinde ve destanlarında son derece başarılı olduğu görülür. Özellikle doğa şiirlerinde Karacaoğlan’ın bıraktığı yerden devam etmiş gibidir. Hıfzı da, Karacaoğlan gibi aşk ve doğa şiirlerinde dinî söylemlere fazla yer vermez. Bu tür şiirleri halk diliyle, halkın günlük yaşamda kullandığı söz ve kavramlarla süslemesini bilir. Doğadaki canlı ve cansız varlıklar, Hıfzı’da oldukça canlı ve renklidir. Doğa betimlemelerinde şiirin her dörtlüğü duvarda asılı bir doğa tablosu gibidir. Kızıl güller, elvan nakışlı has mercana benzeyen gülen çiçekler, mor menekşeler, âh u zar çeken şeyda bülbüller ve derin derelerden hû çekerek akan duru sular, şiirlere yansıyan doğa dekorlarıdır.
Çiçek, Hıfzı’da çok önemli bir varlıktır. Çiçek derdin dermanı, doğanın süsüdür. Çiçekle konuşur, derdini söyler, dertlerini dinler. Bütün güzelliklerin çiçekte olduğunu, kendisine özgü renkli benzetmelerle anlatmaya çalışır. Çiçeğin bütün özellik ve güzellikleri, halk kültürü unsurları, yöresel dil ve halk şiirinin geleneksel yapısı ile bütünleştirilerek şiirlerinde yansıtılır.
Hıfzı’nın deyişleri halk kültürünün çok içten ve derin ahengini taşıyan sade, duru parçalardır. Aşkı ve ayrılığı anlatan şiirlerinde derin bir acı vardır. Ancak bu ızdırabın ifadesinde zorlama ve yapmacıklık yoktur. Akıcı ve sadedir. Doğa betimlemelerinde de bu durum görülür. Somut konularda söylediği şiirlerde bile okuyucuyu, dinleyiciyi büyüleyen, yumuşatan, rahatlatan akıcı ve kaygan bir ifade vardır. Doğadaki bütün varlıklar Hıfzı’nın şiirlerine en güzel ve en anlamlı şekilde nakşedilmiştir.