« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

19 Nis

2021

VE AYVAZ GÖKDEMİR

Necdet Özkaya 01 Ocak 1970

Adana İmam Hatip Lisesinde Fevzi Uzun adında bir öğretmen vardı. Psikoloji öğretmeniydi. Rahmetli olduğu için ismini açıkça yazmakta bir sakınca görmedim.

Fevzi Uzun, orta boylu, tıknaz, saçı dökülmüş, ensesi kalın, mavi küçük gözlü bir adam, derecesini bilemediğim numaralı gözlük hep gözündedir. Sarışın renkli, kızdığı zamanlar, yüzüyle birlikte kel kafası da kıpkırmızı olurdu. Onu ilk defa görenler, öğretmenden ziyade güreşçiye benzetirdi. Esasında da güçlü kuvvetli bir adamdı. Onun Adana İmam Hatip’te öğretmenlik yaptığı dönemdeki öğrencileri ve öğretmen arkadaşları, Fevzi Bey’le ilgili hikayeleri henüz unutmamışlardı. Hikâyeleri dolayısıyla rahmetlinin ruhu sık sık şâd olmaktadır.

Ona “baba” lakabını kim niçin takmıştı doğrusu bilmiyorum. Çünkü ben Milli Mensucat Ortaokulundan İmam Hatib’e geçtiğim zaman O okulda öğretmendi ve baba unvanıyla anılıyordu. Muhtemelen ona “baba” lakabını okulun beden eğitimi öğretmeni Nafiz bey takmış olabilir. Çünkü olabildiğince şakacı ve nüktedan bir adamdı. Fevzi beyle ilgili olan hikâyelerin ve kurguların yazarı ve mucidi oydu.

Senaryolarını kendisi yazar, kendisi yönetir, kendisi oynardı. Böylesine başarılı oyuncu ve oyun yazılarını ne yazık ki tiyatro, sinema ve edebiyat çevreleri keşfedemediler.

Fevzi Uzun, Gazi Eğitim Enstitüsünün pedagoji bölümünden mezun olunca Erzurum’daki Pulur İlköğretmen Okuluna tayin edilmiş. Devir DP devri. Başbakan Menderes. Tevfik İleri de Milli Eğitim Bakanı. Okulda birtakım olaylar olmuş. Galiba yemekle içmekle ilgili. Konu bakanlığa intikal edince soruşturmak için müfettişler gönderilmiş. Tahkikatın sonucunda aralarında Fevzi Uzun’un da bulunduğu birkaç öğretmenin, öğretmen yetiştiren okullar dışında başka okullarda görevlendirilmesi makama teklif edilmiş makamca da uygun görülerek onanmıştır.

Fevzi Uzun’un iki üç yıl öğretmenlik yaptığı ve tadına doyamadığı öğretmen okulundan alınarak, ortaokullara ek dalı olan Türkçe öğretmenliğine atanmasını hayatı boyunca kabullenememişti. Değişen iktidarlara, değişen bakanlara rağmen öğretmen okullarına dönüp öğretmenlik yapabilmek için yaptığı başvuruların hiçbiri hüsn-ü kabul görmemişti. Çünkü görevden alınma kararı sadece müfettişlerin teklifine dayandırılmamış, ayrıca aleyhinde müdürler komisyonu da karar vermiş. Bir memur hangi şekil ve usulle göreve atanmışsa, aynı yolla göreve iade edilir. Fevzi Uzun’un atama ile ilgili kararın aleyhinde dava açıp açmadığını bilmiyorum. O dönemde yani ellili yıllarda idarenin iş ve işlemlerinin yargı denetimine tabi olup olmadığını da bilmiyorum. Çok büyük ihtimalle, memurun genel kavramıyla kamu görevlerinin idarenin yaptığı iş ve işlem ve eylemlerle ilgili olarak idari yargıda dava açabilme hakkı 62 anayasasıyla getirildi. Yani 27 Mayıs askeri darbesi sonucunda…

“Baba”nın öğretmen yetiştiren okullarda öğretmenlik yapmak için gösterdiği ısrar, verdiği mücadele meslek aşkından ileri gelmiyordu. Köy enstitüleri (İlköğretim Okulları) kırsal kesimlerde açıldığı için, yatılıydı. Yöneticiler, öğretmenler ve bir kısım memurlar lojmanlarda kalıyorlardı.. Yani ev kirası, su elektrik ücreti de yoktu. Isınma da genel olarak parasızdı. Öğretmenler istedikleri takdirde üç ana öğün yemeğini de yemekhanede bedava yiyebilirlerdi.

Eli çok sıkı olan, para harcamaktan hiç hoşlanmayan rahmetli için yatılı ilk öğretmen okulları biçilmiş kaftandı. Aylıklarının büyük bir kısmını bankaya yatırmak varken, şehirlerde ev kirası ödemek, elektrik, su parası vermek, yakıt masrafı yapmak. Fevzi Baba’nın her ayın başında psikolojisinin bozulmasına sebep oluyordu. Gerçi Adana İmam Hatip Lisesine atanmak suretiyle ruh sağlığı belli ölçüde düzelmişti ama gene de tam iyileşmesi için şartlar ve ortamlar tam elverişli değildi.

Haftanın her günü ve her öğününde okulda yemek yiyemiyordu. Ancak nöbetçi olduğu günlerde, üç öğün yemeğini yemekhanede öğrenciler için çıkan yemekle karnını doyurabiliyordu. En sevdiği işlerden birisi erzakın okul deposuna getirilmesi ve çıkartılması esnasında görevli olmasıydı. O gün onun keyfine diyecek olmazdı. Ama yatılı bir okul olmasına rağmen İmam-Hatip Lisesi, Fevzi Baba’nın bütün arzularına ve ihtiyaçlarına cevap verecek bir konumda değildi. Çünkü en başta okulun öğretmenlerinin ücretsiz olarak oturacakları evleri veya daireleri yoktu. Her gün üç öğün de yemek imkânı maalesef mevcut değildi.

Zaman zaman fırsat buldukça arkadaşlarla sohbet ederken, herkes bir şeyler anlatırdı. Ben de genellikle; Adana’da öğretmenlik yaptığım okullarda tanıdığım arkadaşlık yaptığım benzeri az görülen tiplerle ilgili hikayeler anlatırdım. Fevzi Uzun, Tarzan Kemal, Hasan Ozan sıkça sohbetlerimize konu olurlardı. Rahmetli Ayvaz Beyin en çok meslek hikayelerinden hoşlanırdı. O kadar çok anlatmışım ki bu öğretmenleri yüz yüze hiç görmediği halde çok yakından tanımış gibi olmuştu.

Bir gün Bakanlıkta ki odamın kapısı tak tak çalındığında başımı kaldırmadan “Girin.” demem üzerine kapı açıldı. Odamın kapısı kim bilir kaçıncı kere açılıyordu bugün? İçeriye birinin girdiğini gördüğüm halde önümdeki bir yazının son paragrafını okuduğum için başımı kaldırıp gelenin simasına bakmakta biraz geciktim. Zaten ortada olağanüstü bir durum da yoktu. Zira odamın kapısı her gün en azından yüz kere çalınır, tanıdık, tanımadık birçok insan derdine derman bulmak için içeri girer.

Başımı kaldırıp gelenin yüzüne bakınca bir de ne göreyim. Karşımda gözlüğünün arkasında mavi mavi gülümseyen Fevzi Uzun duruyor. Hemen yerimden fırladım. Onu büyük bir hasretle kucakladım. Oturmasını rica ettim, çay söyledim. Hal hatır sordum. Arkadaşlarla ilgili bilgiler verdi. Adana’yı anlattı. Ama ben bu arada Fevzi Beyin bunca masrafa katlanarak Ankara’ya niçin geldiğini düşünüyordum ki,

“Ayhan bey’in selamı var.” Dedi. Yanında getirdiği bir paketi bana uzattı. “Baba, nedir bu?” diye sorunca;

“Ayhan Bey Necdet Bey’e giderken eli boş gitme, ayıp olur demiş. Onun çayı ne kadar sevdiğini biliriz. Gel beraber Mısır Çarşısına gidip çok güzel birinci sınıf bir kilo çay alalım.” dedi. Ben de çayın lafı mı olur, bir kilo değil, binlerce kilo çay Necdet beye feda olsun dedim. Teşekkür etmeme kalmadan, elini içi cebine attı, birkaç parça kağıt çıkartıp masanın üstüne koydu. Alıp, bakınca gördüklerime inanamadım..

Fevzi Bey, Devlet Dergisine bir yıl süreyle abone olmuş, diğer kâğıtta Adana Kültür Derneğine o günün şartları içinde, tabiatına aykırı olarak büyük miktarda bir para bağışında bulunmuştu.

Derhal anladım ki, vaktiyle Adana’da iken Fevzi Beye oynadığımız oyunun bir benzeri daha oynanarak ona para harcatmışlar. Baba bu kere, bizim zamanımızdaki kadar ucuz kurtulamadığını pahalı bir oyunun içine düştüğünü anlamıştım.

Ayvaz Beyi telefonla aradım. Fevzi Beyin Adana’dan geldiğini söyledim. Probleminin ne olduğunu zaten siz biliyorsunuz. Kendisini kabul ederseniz çok memnun oluruz. Bu vesileyle Fevzi Bey’i yüz yüze tanımış olursunuz.

Ayvaz Bey telefonda kem küm etti ama, bekliyorum demek zorunda kaldı. Fevzi Bey de çayını içtikten sonra ikinci kattan dördüncü kata çıkmak üzere odamdan ayrıldı.

Gerisini Ayvaz Bey’den dinleyelim:

O odadan içeri girmeden Ayvaz Bey personelden Fevzi Uzun’la ilgili dosyayı istemiş. Bir de ne görsün; dosya adam boyu kadar! Dosyaya hemen bakıp bir şey anlamak ne mümkün!

Fevzi Bey’i içeriye aldım. Oturttum. Hal hatır sordum. Ama telaşım devam ediyor. İsteği konusunda bilgi sahibiyim. Nasıl bir cevap verirsem vaziyeti kurtarırım diye, düşünürken, Fevzi Bey;

“Efendim, sadece sizinle yüz yüze tanışmak için geldim. Yoksa Necdet Bey ilgili şube müdürünün kısa süreli askere gittiğini dönüşünde bizim konuyu ele alıp halledeceklerini söyledi.” Deyince.

“Anladım ki Necdet Özkaya, Fevzi Bey’i bana gönderirken, yakamı kurtarmanın formülünü de belirterek göndermiş.”

O kadar çok rahatladım ki, hemen Fevzi Beye çay söyledim. Sohbete başladım. diye güle güle anlatırdı.

Dost, ahbap meclislerinde sırası geldikçe, “Bizim Necdet Bey, paratoner gibidir. Ne kadar antika adam varsa başına toplar. Başlar benimle ilgili gördüğü bildiği antika hikayeleri anlatmaya,

Rahmetli arkadaşımın adını komandoya çıkarttılar. Vefatından sonra da birkaç gazetede bu lakapla ölüm haberi yer aldı. Haberin bu şeklide verilmesine arkadaşları haklı olarak karşı çıktılar.

Komando için bir sözlüğe baktım. Portekizce bir isim olduğunu gördüm. Karşılığında da şunlar yazılıydı: müstakil çalışan ve hususi vazifeler gören, az sayıda görevliden kurulu askeri teşekkül. 2. Bir komando birliğindeki görevlilerden her bir.

Görüldüğü gibi, komando askeri edebiyatta küçültmek şöyle dursun, zor işlerin üstesinden gelebilen diye özel olarak yetiştirilmiş bir asker. Bir çok silahı rahat kullanabildiği gibi her türlü iklim ve arazi şartlarında görev yapabilen cesur, fedakarlık timsali bir asker…..

Ayvaz Göktemir’in elbette elinde silah vuruşmuyordu. Ama vatan, millet, devlet ve bütün mukaddes değerlerimiz uğrunda tam bir mücahitti, akıncıydı, ülkücüydü.

Ayvaz Bey gerçek bir aydındı. Bilgili, kültürlü, kalemli, kitaplı bir fikir adamıydı.

Reha Oğuz Türkkan O’nun için “Mütefekkir” tanımı yapmıştı. Bu Ayvaz Bey için yadırganacak bir ifade değildir.

Ayvaz Gökdemir, kitaplarından birinin adı ”Düşünce Tarihimizden Portreler” dir. İçinde ismi geçenlere baktım: Namık Kemal, Mehmet Emin Yurdakul, Mehmet Akif Ersoy, Ziya Gökalp, Yahya Kemal Beyatlı, Peyami Safa, Mümtaz Turhan, Erol Güngör……Erol Güngör’le birebir arkadaştık…

Bu isimler arasında Ayvaz Gökdemir mizaç itibariyle bana göre Namık Kemal’e benziyordu. Gerçi sağlığında aramızda böyle bir sohbet olmadı. Olsaydı herhalde iyi olurdu.

Namık Kemal’le ilgili bahiste kendimce önemli gördüğüm satırların altı vaktiyle çizmiştim. Onlara yeniden bakıyorum:

“Ne zaman Namık Kemal ismi anılsa, o anda gözlerimin önünden bir kahraman portresi belirir. Bu ismin biz Türklere hatırlattığı şeyler vatan, millet, hürriyet, istiklâl, hâkimiyet gibi yüce kavramlar ve değerlerdir.”

“Namık Kemal’de kalem adamlığı ile kahramanlık birleşmiştir.”

“…kendisine vasıta olarak kılıcı değil, kalemi seçmiş ve seçtiği silahı en yüksek bir haysiyet ve müessiriyetle kullanmasını bilmiştir. Asla esintiye göre yön değiştirmemiş, yağmur nereye yağarsa tarlasını oraya kaldırmamış, nabza göre şerbet vermemiştir. Asla satılık veya kiralık kalem olmamıştır.

“…Gökleri titretin en erkek ses onun sesidir.”

Namık Kemal ismini kaldırıp yerine Ayvaz Gökdemir adını yazarsak, mübalağa yapmış olur muyuz? Sanmıyorum.

Biri çıkar da ama Ayvaz Gökdemir şair değildi diyebilir. Ona da itirazımız olmaz. O zaman ben de o arkadaşa derim ki Ayvaz Gökdemir’in Öğretmen Okulları Genel Müdürü iken Mersin’de Eğitim Enstitüsü Müdürlerine hizmet içi eğitim semineri dolayısıyla yaptığı konuşmayı dinlediniz mi, o konuşmanın metnini okudunuz mu? O konuşmanın Türkiye çapında ne seviyede yankı yarattığının farkında mısınız?

O konuşmadan bazı bölümleri aktararak Ayvaz Gökdemir’in eğitimci ve yöneticilik yönünü de tanıtmak isterim;

“Önce gelen nesillerin, yaşlı nesillerin sahip oldukları bilgileri, değerleri, kültürü yeni yetişenlere aktarmasıdır.” Veyahut eğitim: “toyların yetkin hale getirilmesidir.” Eğitim, bir adam yetiştirme faaliyetidir.”

“Eğitim dediğimiz faaliyeti tayin eden en önemli faktör kültürdür. Kültür de bir cemiyete mahsus olan bir şeydir. Her milletin kültürü kendine mahsus orijinal bir varlıktır. O halde muhtevası millî kültürden ibaret olan eğitimi de mutlaka millî olmak mecburiyetindedir.

Eğitim faaliyeti için tayin edici bir başka faktör insan, maddesi ve ruhu olan bir varlıktır. İnsan, maddi imkânları ile sınırlı, manevi imkanlarıyla kabiliyetleriyle sonsuza açılabilen bir varlıktır. İnsan içinde ilahi bir cevher taşıyan varlıktır. Cenab-ı Hakk’ın “kendi ruhu” ndan üflediği varlıktır. Allah’ın bir parçası değildir ama sırrı Allah’a malum olan ilahî bir özü kendinde taşıyan varlıktır. Ahlâki varlıktır. Bu mahiyetiyle bize göre insan bir sayı değil, bir mahiyettir, bir kalitedir.

“…mukaddes kitabımız da İbrahim tek başına bir ümmeti, buyruğu vardır. İbrahim bir cemiyete tek başına çekirdek olabilecek hüviyette idi, demektedir. Milli destanlarımız arasında bir motif unsuru vardır: Türk soyu, son ferdine kadar kırılır, bir tek fert kalır ve sonra Ergenekon’da o bir tek fertten yeniden çoğalır ve yeryüzüne yayılır. Bunu da mukaddes buyruğun yanına ekliyorum…O halde bizim için insan tekrar ediyorum, milletimizin bütün manasını benliğinde taşıyacak maddi var oluş imkanlarını benliğinde, ferdiyetinde taşıyacak ve ebediyete taşıyacak ve ebediyeti ulaştırabilecek kimsedir.

Bu inancından dolayıdır ki, “en son ocak sönmeden, yani en son Türk ferdi yok olmadan, Türk istiklalini kaybetmez” oluyor. İstiklal marşı şairimiz.

“Türk milliyetçiliği ile onun karşısında ve dışında bulunan sol ve materyalist görüşle aramızdaki en önemli, en köklü, en derin fark işte bu, insana verdimiz manadadır.

Türk eğitim sistemi içinde, insan yalnız maddi bir varlık değildir. Heyecanlı benzetmelerle ifade edilebilecek bir varlık değildir.

Biz aklı ile beraber kalbi ve vicdanı da olan bir medeniyete talibiz. Bizim geçmiş medeniyetimiz akıllı bir medeniyettir. Ama vicdanlı bir medeniyettir. Ahlaklı bir medeniyettir. İnsani bir medeniyettir.

Bugün bütün Türkiye ve okullarımız hususiyle bizim okullarımız – eğitim enstitülerimiz ve öğretmen liselerimiz birer ideolojik kavga mahalli haline gelmiştir. Öğretmen camiası, öğrenci camiası denilince herkesin eli birbirlerinin yakasında; kavga var!

Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir. Hukukun üstünlüğü esastır. Bizler de devlet memuruyuz, diğer vasıfları bir yana bir devlet memuruyuz. O halde bizim için asgari müşterek, devletin tercih ettiği kanunlarıyla, yönetmeliklerle tayin ve tesbit ettiği şeylerden ibarettir.

“Cumhuriyetin temelleri 1919’dan 1922’ye kadar devam eden mücadelelerle atılmıştır. Kanla yazılmıştır! Cumhuriyet’e yeniden temel vermek isteyenler-hiç temenni olunmaz ama bir milli mücadelenin külfetine katlanmış, eziyetini çekmiş ve şerefine ulaşmış olmalıdır.”

Milli Eğitim Temel Kanun’u

“Türk Milliyetçiliğinin temel olduğu telkin edileceği, edilmesi gerektiği söylendikten sonra bunun aykırısının yapılmayacağı da söylenmiştir. Devletimizin tercihleri bunlardır. Bunlar bütün memurlar için, bütün öğretmenler için eğitim, öğretim faaliyetine iştirak eden herkes için emirdir. Uyulması mecburidir. Bunu tartışmak bunların aksinin de olup olmayacağını gündeme getirmek hakkı kimseye verilmiş değildir.”

“Tespitler güzel, aynı güzellikte tatbikata intikal ettirememekteyiz.”

Öğretmen faktörü ihmal edilmemelidir.

Unutulmamalıdır.

Eğitim öğretim öğretmenle kaimdir.

“Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bir bütündür.

Buna rağmen,

“Türkiye Cumhuriyet’inin ülkesiyle ve milletiyle pek ala da bölünebilir olduğu meselesi” ülkenin gündemine getirilmiştir.

“Mekteplerimize, dershanelerimize kadar da girmiştir.”

Kahramanlık taslamaya, iddialı şeylere lüzum yoktur. Ama bilinmelidir ki, bütün varlığımızla sıfatımız, mevkiimiz ne olursa olsun Türk milletinin ve Türk devletinin bölünmesi istikametinde fikir ve eylem geliştirenlerin karşısında olacağız.

Devlet her şeyden mühimdir. Bizim anlayışımız içinde devlet bir gaye değildir, bir vasıtadır. Gaye milletin ebediyetidir. Milletin mutluluğudur. Ama bunu temin edecek temel vasıta da devlettir. Türk milleti, devletsiz olma ile yok olmayı aynı manaya almıştır. “Ya istiklâl, ya ölüm!” lafının başka manası yoktur. İstiklâl devletli olmaktır. Ölüm diye ifade edilen şey de devletini kaybetmektir.

“…Ateşi ellerimle tutuyorum! Vaziyet ben zan ve tahmin ettiğimden daha fecidir. Türk çocuğunun, Türk kızının, Türk erkeğinin yüzünde kaç perde varsa, hepsi birer birer yırtılmıştır.”

“…öğretmenimiz, Türk çocuklarını hırsızlardan, kültür hırsızlarından maneviyat hırsızlarından, devlet yıkıcılarının şerrinden koruyacak şekilde yetiştirelim.”

“Bu okullarda yetişenler “biraz bizden” olmayacaktır. Hep “bizden” olacaktır. Şahsî hukukumuzdan ahlakımızın anlayışımızın el verdiği kadar fedakarlık etme hakkına sahibiz. Fakat devletin hukukundan, milletin hukukundan, müsamahada bulunmak hakkı hiç kimseye verilmemiştir.”

“Kaynak okullar olması dolayısıyla öğretmen yetiştiren her derecedeki kurumu ilmî ve millî mahrekine oturtup ondan sonra da bütünü ile sistemi kurtarmak planındayız, kararındayız, azmindeyiz.”

Milliyetçi akıllı olmak mecburiyetindedir. Aptal adam milliyetçi olmasın.

Milliyetçi daima davasını omuzun da taşıyan adamdır. Davasının sırtına binen adamın bize lüzumu yoktur.

“Sıradan adam öğretmen olmayacaklar. Çünkü öğretmenlik özel bir ihtisas mesleğidir.”

“Hiç bir siyasi partinin başkanının ismi, resmi afişi, amblemi okullarımızdan içeriye suret-e kat’iyyede girmeyecektir. Bu hususa özel bir itina göstermenizi istiyorum.”

Asker değilim ama asker formasyonlu bir insanım. İnsan idaresinde, kalabalıkların idaresinde de, askeri prensiplere ne ölçüde yaklaşırsak o ölçüde rahat edeceğimiz, düze çıkacağımız inancı vardır bende. Ve nihayet, kâmil bir insan, tasavvufu yani kâmil insan olmayı bana şöyle tarif etmiştir: “Tasavvuf da, esbaba tevessül ve zahire mutlaka riayet edeceksiniz.

”2 Şubat 1976 tarihini taşıyan bu konuşmanın tam metnini okuduğunuz zaman, siz de benim gibi tarihinden başka hiçbir yönünün ve temas ettiği hususların hiç birinin eskimediğini göreceksiniz.

Ayrıca Ayvaz Gökdemir’in zekasının parlaklığını, muhakeme gücünün ne kadar sağlam ve yüksek olduğunu tespit edeceksiniz.

Ele aldığı konuların eğitimimiz için ne ölçüde hayati ve ehemmiyetli olduğunu şaşırarak okuyacaksınız. Çünkü yaşanan problemlerin hiç değişmediğini, azalmak şöyle dursun seneler içinde iyice arttığını, güç kazandığını görüp üzülecek, millet adına hayıflanacaksınız. Ayvaz Gökdemir gibi, iyi yetişmiş, alanında uzman, yüksek zekalı, cesur, kararlı, akıllı, özü sözüne uygun, temiz yürekli, temiz vicdanlı, ziyalı, vatan sever, milliyetçi, geniş ufuklu, muhtevalı ve tasavvur gücü yüksek olan idealist kimselerden yeterince yararlanamayan sistemi lanetleyeceksiniz. Onların hizmet görmesini engelleyenlerin ülkeyi hangi belalı ve tehlikeli uçurumlara getirdiğini esefle tespit edip, kahrolacaksınız.

Namık Kemal için diyordu ki,

“…her şeyden önce inancı için yaşamak, inancı ve kanaatleri için mücadele etmek; karşısındaki mutlak padişah otoritesi de olsa, inandığı, hakka dayanarak kudrete kafa tutmak seciyesindedir. Bu başlı başına ahlaki bir temel ve çok yüksek bir karakterdir.”

“Günümüzden 130-140 yıl önce, bir onun korkmayıp kafa tuttuklarına, bir de bugün korktuklarımıza bakalım. Durum çok daha iyi anlaşılır. Ne müstebid, ne de dalkavuk biter. Bu sebeple bu emsal bizim için çok kıymetlidir.”

Ölümünden hemen sonraydı. Henüz cenazesi kalkmamıştı. Uğradığımız kayıp için ağlaşıyorduk. Sevgi hanım eşinin meziyetlerini gözyaşları arasında sayıp duruyordu; en çok tekrar tekrar söyledikleri hususiyetleri arasında cesareti ön plana çıkıyordu.

12 Eylül askeri müdahalesi olduğunda ben de Ayvaz Bey de bakanlık müşaviriydik. Bir müddet sonra görevlerimizden alınarak, okullarda öğretmen olarak görevlendirildik. “Meslekte aslolan öğretmenliktir.” Kanun hükmünü insafsızca uygulamışlardı. Beni, Demirlibahçe Ortaokuluna, onu da İmam Hatip Okuluna vermişlerdi.

Kimse daha önce gördüğümüz hizmetleri, görevleri ve müktesebatımızı göz önüne almamıştı.

Başta bakanlık ve müsteşarlık olmak üzere önemli yerlere ve görevlere askerler getirilmişti. Bir kaçı hariç diğerleri emekli subaylardı.

Askeri idareye boyun eğenler, el etek öpüp ağlayıp sızlayan arkadaşları o dönemde bakanlığa bağlı yüksek meslek okullarına atandılar. Bize benzeyen bir iki kişiyi daha Ankara’nın ortaokullarına gönderdiler.

O zamana hakim olan anlayış ve zihniyete göre devleti, rejimi tehdit eden unsurların biri de İmam-Hatip okulları ve kuran kursları geliyordu. Onun için bu kurumların denetimi ve gözetimi önem kazanmıştı.

Teneffüs saati, her okulda olduğu gibi teneffüslerde öğretmenler öğretmen odasında otururlar, çaylar içilir, sigaralar yakılır. İkili üçlü sohbetler yapılır. On onbeş dakikalık bir zaman dilimi.

Ayvaz bey de birçok meslektaşı gibi bir iki arkadaşı ile sohbet etmektedir öğretmen odasında. Yanından hiç ayırmadığı, eksilmediği çok sevdiği arkadaşından derin nefesler çekerek konuşmaya devam etmektedir. Birden kapı açıldı. Arkada okul müdürü önde üç dört sivil… baskın tarzında içeriye girerler.

“Biz bakanlıktan geliyoruz, dolaplarınızı açınız görmek istiyoruz.” Dediler.

Şaşırdım diyor Ayvaz Bey. “Dolapları hangi maksatla ve ne için görmek istiyorsunuz? Hangi yetkiyle ve neye dayanarak dolapları kontrol edeceksiniz?” diye sordum.

Sonradan albay olduğunu öğrendiğim birisi;

“Oooo! Ayağa kalkmadığın gibi, üst üste attığın ayaklarını bile indirmiyorsun! İstifini bozmuyorsun! İnsan “üst”lerine karşı böyle mi davranır? Dedi.

“Hiçbirinizi tanımıyorum. Amirim olduğunuzu da sanmıyorum. Zira bizim hiçbir amirimiz sizin davrandığınız gibi davranmaz” dedim. “Ne dolabımı açarım. Ne sigaramı söndürürüm.” Dedim.

Başta okul müdürü olmak üzere öğretmen arkadaşlar bu sert muhaverenin sonucunun nereye varacağını ayakta merakla beklerken zil çaldı. Derse gitmek zorunda olduğumuz için biz ayağa kalkıp sınıflara yönelince onlar da dışarı çıkmak zorunda kaldılar. Çıkarken bana,

“Yarın seninle sabah saat 10.00’da bakanlıkta özel kalemde görüşelim,”dediler.

Bir gün sonra Ayvaz beyle beraber bakanlığa gittik. Erkut Özel Kalem Müdürüydü. Önce onunla bir sohbet ettik. Sonra o iki albaya Ayvaz beyin geldiğini haber verdi. Ayvaz bey dışarı çıkıncaya kadar, ben Erkut’la sohbete devam ettim.

Ayvaz bey dışarı çıkınca canı sıkılmış, suratı asılmıştı, ama korkmamış, yılmamış, ezilmemişti. Olur olmaz bahanelerle insanların tutuklanarak cezaevlerine konulduğu, sıkıyönetim dönemini yaşıyoruz. Arkadaşlarımızın büyük çoğunluğu Mamak askeri cezaevinde. MHP ve ülkücülerin mahkemesi bütün acımasızlığı ve şiddetiyle devam ediyor.

Milli Eğitim Bakanlığında görevlendirilmiş, biri havacı diğer topçu albayına, bir edebiyat öğretmeni hem de öğretmenler odasında öğretmenlerin yanında karşı çıkması ancak Ayvaz bey gibi cesur insanların işidir.

Bu olaydan, bir zaman sonra Ayvaz bey öğretmenlikten istifa ederek ayrıldı. İstifa etmesinin albaylarla olan tartışması tek başına bir sebep olmayabilir. Genel Müdür olmadan Gazi Eğitim Enstitüsünde yıllarca edebiyat öğretmenliği yapmış bir elemanı bakanlık müşavirliği görevinden alıp imam-hatip lisesinde öğretmenliğe atamanın insafla, mantıkla izahı olabilir mi?

Müstebitlere boyun eğmeyerek görevinden istifa eden Ayvaz Gökdemir’in tavrı ben de Namık Kemal’i hatırlatan bir davranış olmuştur. Hak duygusu, namus ve irfanından başka sermayesi olmayan Ayvaz Gökdemir bir müddet sonra Türk Ansiklopedisi çalışmalarına başladı.

“Ama bilinmelidir ki; bütün varlığımızla-sıfatımız, mevkiimiz ne olursa olsun-Türk milletinin ve Türk devletinin bölünmesi istikametinde fikir ve eylem geliştirenlerin karşısında olacağız.” sözleri, bende Namık Kemal’in;



“Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin

Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten!”



Benim gibi bütün arkadaşları da şahittir ki millet yolunda Ayvaz Gökdemir de hiçbir gayretten cefadan kaçınmadı.

Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken’in özetleyişi ile; “Kemal İslâm-Türk geleneğine bağlı muhafazakâr bir meşrutiyetçiydi. Batı medeniyetini onun zihinciliğini, teknik ilerlemelerini, siyasi devrimlerini benimsiyor. Bunlarsız yaşama gücünü yaşama gücümüzü kaybedeceğimize inanıyor, fakat kendi varlığımızdan, Türk-İslâm tarihinden kuvvet almadıkça bu yeni medeniyete maymun taklitçiliği ile gidemeyeceğimizi de biliyordu.”

Kemal, ismini kaldırıp yerine “Ayvaz” adını koyduğumuz taktirde onu tanımlayıp tasvir etmiş oluruz.

Bir ramazan günü öğle vakti Ayvaz Beyle birlikte namaz kılmak için Kurtuluş Camiindeyiz. Vaaz bitmek üzere olmalı ki vaiz dua kısmına geçmiş.

“Dünyanın dört bir yanında, özellikle Filistin Müslümanları gibi kan, gözyaşı, eza ve cefa içinde yaşayan halkların kurtuluşu için dua etmekte, cemaatte koro halinde amin demektedir. “

O sıralarda Ruslar Azerbaycan’a baskın yaparak girmiş. Hürriyet ve istiklâl için meydanları doldurun, azatlık isteyen on binlerce Azeri üzerine acımasızca tanklar ve diğer zırhlı araçları sürerek Bakü ‘de toplu kıyımlar yapmaktadır. Azeri halk korku ve endişe içinde ne yapacağını şaşırmış durumdu.

Hoca efendinin duasında Azeriler ve Azerbaycan yok. Oturduğu yerden kalkıp aslan kükreyişini andıran bir sesle,

“Hoca efendi! Hoca efendi! Türkler için niye dua etmiyorsun?” Diye sordu.

Camide bir an büyük ve derin sessizlik oldu. Şaşıran vaiz, korkmuş bir adamın tavrı içinde sönük ve bir cılız sesle ancak;

“Yaparız efendim! Yaparız!” Diyebildi.

“Öyleyse yapınız efendim! Yapınız! Diye yüksek ve öfkeli bir sesle cevap verdi. Ayvaz Bey” Şaheser bir medeni cesaret örneği göstermişti. Eminim ki camii yerine bir başka mekan da bu müdahale olsaydı Ayvaz beyin bu davranışına şahit olan topluluk onu ayakta alkışlardı. Aklımda kaldığına göre o gün bizimle birlikte Vecdi Aksakal ile Enver Yıldırım da vardı.

Türk milliyetçiliğinin geleneğinde Ayvaz Bey gibi ferdi cesaret örnekleri vardır. Namık Kemal, M. Emin Yurdakul, Ziya Gökalp gibi.

Rüştiye öncesi Mehmet Ziya Gökalp, bir tören esnasında herkes “Padişahım çok yaşa!” diye bağırırken O ”millet çok yaşa!” Diye bağırmıştır. Ayvaz Gökdemir’in ifadesiyle “devir istibdat devridir ve Sultan Hamid hürriyeti yıkıcı bir fikir olarak kabul etmekte ve hürriyetçilere aman vermemektedir.”

“Jurnalcilik, istibdat Devri’nin en tiksinti verici ahlâksızlığıdır ve maalesef çok yaygındır.”

Sevgili arkadaşımla arada sırada Abdulhamid’i ve dönemini tartışırdık. Çünkü o dönem ve dönemin padişahı Sultan Abdulhamid hakkında tarih son sözünü söylemiş değildir. Kimine göre Abdulhamid büyük adam, dönemi de bereketli, huzurlu ve mesut bir devirdir. Otuz üç yıllık saltanatı, bitmek üzere olan imparatorluğun ömrünü uzatmıştır.

Kimine göre de Abdulhamid kanlı, karanlık bir dönemin sembol ismidir. Özellikle hür fikirli hür vicdanlı, şahsiyetli aydınların zulüm gördüğü bir dönemdir.

Sorardık Ayvaz beyle birbirimize. O günleri yaşasaydık. Abdulhamid’in yanında mı, yoksa karşısında mı olurduk?

“Uzun uzun tahliller yapar, dönemin önemli olaylarını ve bunlar karşısında Abdulhamid’in tutumunu konuşur. Yaptığımız dönemin muhakemesi sonucunda her seferinde Ziya Gökalp’ten yana olurduk. Mehmet Akif gibi hürriyetten yana tavır alırdık.” Diye karar verirdik.



***



28 Şubat sürecinde Erbakan hükümetinin istifa etmesinden sonra Refah ve Doğruyol milletvekillerinin sayıları hükümet kurmaya yetmesine rağmen Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükümeti Tansu Çiller’e vermedi. Mecliste milletvekili sayısı itibarı ile üçüncü sırada olan ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a hükümeti kurma görevini verdi. Doğruyol’dan istifa eden milletvekillerinin kurduğu Demokrat Türkiye Partisi Hüsamettin Cindoruk’un Genel Başkanlığında koalisyona dahil oldu. Diğer ortak DSP idi. Bülent Ecevit başbakan yardımcısı olarak partisini hükümet ortağı yaptı. Milli Eğitim Bakanlığı DSP’ye verildi. O dönemi Milli iradeye aykırı olarak niteleyen her aydın gibi Ayvaz Gökdemir de çok rahatsızdı. Üstelik milletvekiliydi. Hükümet kurma hakkı elinden alınan DYP’liydi. Mağdur edilen sadece Refah-DYP yani Refah-Yol koalisyonu değildi. Siyasi entrikalar yolu ile iktidar Türkiye’de el değiştirdi.

Ayvaz bey, Düşünce Tarihimizden Portreler adlı kaleme aldığı kitabında, en son kişi rahmetli Erol Güngör’dür. Güngör bizim çağdaşımız olur. Şahsen tanıdığımız, fikirdaş, ülküdaş olduğumuz bir ilim adamıdır, akademisyendir. Konya Üniversitesine rektör olan rahmetli Erol Güngör’ü tebrik etmek için rahmetli arkadaşımız Ayvaz Gökdemir ile Konya’ya gittik. Önce rahmetli paşa ağabeyimiz Fikret Kılıçkaya’yı bulduk. Onunla birlikte üniversiteye rektörü ziyarete gittik. Bir Pazar günüydü. Konya’nın meşhur Meram Bağlarına o gün akşama kadar çok zevkli bir sohbet yapmış ve vakit geçirmiştik.

Ayvaz Bey’in yerinde tespit ettiği gibi Erol Güngör “Tıpkı Gökalp, Akif, Mümtaz Turhan gibi sessiz, az konuşup çok dinleyen fakat konuştuğu zaman da dinleten bir karekter. İlk bakışta soğuk görünen, gerçekte çok samimi, sıcak ve neşeli, duygu dünyası çok zengin bir adam. Beğendiği nüktelere, her türlü argoyu kullanır ve kaba da olsa bol bol nükte yapmaktan hoşlanır. Kendisinin anlattığı eğlenceli fıkralar da dahil patlamalı kahkahalar atarak gülerdi.

Konya gezimizi bir kere de rahmetli Ayvaz Gökdemir’in ağzından dinleyelim.

“Rektörlüğümün üçüncü dördüncü günüydü. Konya’da beraberdik. Meşhur ve mağfur “paşa”mız Avukat Tevfik Fikret Kılıçkaya, Necdet Özkaya ve Konya’dan daha birkaç arkadaşla birlikte bir öğle vakti Meram’a gidip oturduk. Az konuşan Rektör çok konuşan ve çok renkli bir kişiliği Fikret ağabey’le ilim, kültür, siyasi motifleriyle dokunan bir sohbet akıp gidiyordu. “Paşa”nın Beyoğlu sokaklarında Konya Ovasına kadar her yerde Yunus’la nasıl iyi geçinip koy kola yürüyebildiğini, buna mukabil Mevlana ile niçin geçinemeyip hep kavga ettiğini filan dinledik. Rektör: “Ne istiyorsun adamdan, 700 sene kavga etmek için ne sebebin var?” diyordu. Fikret bey “Çok hırçın Paşa! Celalli ve geçimsiz! Sebep ben değilim!” gerçekten bir kavga varmış gibi sebep ve mazeret sıralamaya çalışıyordu. Söz bir ara anayasa, insan haklarına filan intikal etti. Necdet Özkaya “Bizim anayasa komisyonu her şeyi okumuştur ama Allah bilir, Hz. Peygamber’in Veda Hutbesinden haberleri yoktur!” dedi. Bu Veda Hutbesini sen okudun, iyi bilin de mi?” deyiverdi. O sakin, sessiz ve mütebessim Erol Güngör, birden vücudundan elektrik geçmiş gibi titreyip doğruldu: ne diyorsun sen yahu, ben o mübarek metni belki bin kere okudum! Ve bilir misin ki o en kusursuz, o en büyük insanın mesuliyet şuuru karşısında ağlamadan okumaya muktedir değilim.” Dedi. Hem kendisinin, hem mecliste bulunan herkesin gözü dolmuştu.

“İslamiyet kitaplarda okunan değil, yaşanan bir hakikat olduğu ölçüde kıymet kazanacaktır. Biz onu bir sahabenin, bir velinin ve geçmişte herhangi bir kahramanın hayatından ziyade kendi hayatımızda görmeliyiz. Bu günün insanı, bu günün problemleri karşısında İslam ile yüz yüze gelmelidir.” Diyordu.

Ayvaz Gökdemir de bu konularda tıpkı Erol Güngör gibi düşünüyordu.

Kutlu Doğum Haftasının birincisinde Ayvaz Gökdemir’in yaptığı konuşmayı hatırladıkça gözleri yaşarmaktadır.

Erol Güngör’ün önemli düşüncelerini fikriyatına temel olan görüşlerini Ayvaz Gökdemir’in hülasa edici ve yüksek tahlil gücünün verdiği güven duygusu içinde okuyalım:

“Bize milli hareketin neden ibaret olduğunu ilk defa öğreten Ziya Gökalp olmuştur. Onun yetiştirdiği veya onun temel fikirleri etrafında yetişmiş olan nesillerdir ki bize bağımsızlığımızı kaybetme tehlikesinden kurtardı. Milli mücadeleyi hazırlayan ve başaran ve yürüten asker-sivil Türk aydınlarının büyük çoğunluğu o devrin Türkçü, şimdiki adıyla milliyetçi aydınlardır.”

“Türk milliyetçiliği üzerinde şimdiye kadar yazıları ve konuşmalarıyla bizleri aydınlatmış pek çok fikir adamımız vardır, fakat bunlar içinde düşüncelerine her noktada katılmamakla beraber benim önemli saydığım iki kişi bulunuyor; Ziya Gökalp ve Mümtaz Turhan. Bunların kuvveti sadece çok parlak birer zekaya sahip olmalarında değil aynı zamanda sosyal ilimlere dayalı bir milliyetçi görüşünü işlemelerinden ileri geliyordu. Ben burada yanı geleneği devam ettirmeye gayret ettim.”

Erol Güngör’ün devam ettirdiği geleneği Nevzat Kösoğlu, Ayvaz Gökdemir gibi milliyetçilerin takip ettiğini, günümüzde ise milliyetçi tefekkür dünyamızın en önemli kişisi ise, Nevzat Kösoğlu’dur.

Ayvaz Gökdemir, Erol Güngör için “Mesleğinin bilgilerini ve metodunu Türkiye’nin meselelerine uygulayarak Türk aydınlarının dikkatine sunan bir bilgin-mütefekkirdir.

Ayvaz Gökdemir de Erol Güngör gibi “Milletimizin hüviyet değiştirmesi değil, kendine dönmesinde ve dünden bugüne intikal eden kültür mirasına sahip çıkmasında fayda görmektedir.”

“Halka dayanan bir modernleşme cereyanı, milliyetçi mütefekkirlerin altını çizdikleri çok önemli ilkelerinden biridir. Eskilerin deyimiyle düsturudur.”

Ayvaz Gökdemir’le Erol Güngör’ün fikir birliği ettiği konulardan bir de “demokrasi”dir.

Her iki de demokrasinin terbiye edici vasfını vurgulayarak şöyle yazmaktadırlar:

“Türkiye’de iyi kötü çok partili hayat memleketteki siyasi elitin yapısını da değiştirmiştir. Halk çocuklarının eğitim imkânlarına kavuşması ve bünyeyi zorlaması sayesinde idari ve siyasi kadrolar, eski devirdeki gibi birer aile işletmesi veya parti malı olmaktan çıkmıştır. Akrabalık yoluyla kapalı birer zümre halinde muhafaza edilen bazı meslek istisna edilse, Türkiye’de demokrasi içinde hizmet kadroları millileşmiştir. Halkın kendi çocuklarını kendine bağlı olarak muhafaza edebilmesi, bu noktada en mühim meselesidir ki bu da eğitim sisteminin milli ve demokratik bir bünyede işlemesine bağlıdır.”

Erol Güngör’ün aynı konudaki görüşü ise;

“Demokratik rejimin devam etmesi Türkiye’deki münevver zümrenin halka yaklaşması için de en sağlam ve emin yol olacaktır. Başarının ölçüsü halkın tasvibi olduğuna göre, bu tasvibi almak zorunda bulunanlar, halkı tanımaya ve onunla birlikte çalışmaya mecburdurlar. Bizim kanaatimize göre zaten Türk münevverinin politikada en büyük kusuru kendi milletini tanımamış olmasıdır."

“…. Münevverin yüksek mevkilere gelebilmesi için onu bu mevkilere getirecek olan liderleri tanıması ve onların beğeneceği tarzda hareket etmesi kafi geliyordu.”

Bu düşüncelere katılmamak mümkün değildir. Erol Güngör de Ayvaz Gökdemir de bu fikirleri kendi ve en yakın arkadaşlarının hayatlarının gözlemleyerek benimsemişlerdir. Ayvaz Gökdemir öğretmen okulları genel müdürü iken, rahmetli Hüseyin Sarı genel müdür yardımcısı idi. O günlerde günlük bir gazetede , yazı yazan rahmetli Ahmet Arvasi, demokrasinin faziletini anlatan bir yazısında;

“Demokrasi olmasaydı Eldelekli Hüseyin Sarı genel müdür yardımcısı olamazdı.”diye yazmıştı.

Ama demokrasinin vazgeçilmez unsuru olarak kabul edilen siyasi partilerin bünyesinde demokratik uygulamanın hemen hemen hiç olmadığını her gün her parti de çokça görmekteyiz.

Liderin karşısında kongrede herhangi bir partilinin genel başkanlığa aday olabilmesi bile pek mümkün olmamaktadır. Lider ve kadrosunun uygun görmediği bir kimsenin milletvekili adayı olması ve seçilmesi ise söz konusu olamaz.

Vali müsteşar, genel müdür, daire başkanı gibi önemli görevlere getirilenler için sicilleri ve hizmette gösterdiği başarı göz önüne alınarak atama yapılmamaktadır. Siyasi iktidarın görüşlerini benimsemeyin hiçbir memurun yüksek mevkilere getirmesi söz konusu olmamaktadır.

İl ve ilçelerde daire ve kurumların başına getirilecek olan kamu görevlileri için o ilin iktidar milletvekillerinin ve il ve ilçe başkanlarının olumlu görüşlerinin alınması usulü çok partili hayata geçtiğimiz günlerden bu günlere kadar devam edegelmiştir.



Atamalarda zaman zaman bir takım ölçüler, şartların aranması için çıkartılan yönetmelikler, uygulamada gene siyasi makam tarafından delinmekte veya zaman içinde tanınmayacak bir şekilde değiştirilmektedir.

Siyasi davranışlarda hep seçilmişlerin tavrı önem kazanmıştır. Daha dün TÜBİTAK yönetiminin oluşmasında başbakanın tek yetkili olması için kanun yürürlüğe girdi. Demokrasi içinde yeni bir şef diktatoryası veya seçilmişlerin hegemonyası.

Ayvaz Gökdemir’in Erol Güngör’ü anlatırken onun çok yakın arkadaşı rahmetli Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu’nun şehadetine müracaat etmiş;

“Merhum Erol Güngör son yirmi yılın tanıdığı simalar arasında “bir yıldız” isim olarak başta gelmektedir.”

Ayvaz Gökdemir, çok beğenip takdir ettiği Erol Güngör gibi “Kesin şekilde halkçı ve demokrattır. Bunlarsız milliyetçiliğin olamayacağının ilmi idraki içindir.

Ayrıca demokrasi pratiğinin Türk milletinin refah ve saadetinde, milli kültürün inkisafında, vatanın imarında, devletin güçlendirilmesinde oynadığı rakipsiz müspet rolü kütün gerçekçiliği ile müşahade ve tespit etmiştir. Marksist cereyanın Türkiye için bir “Ölüm denemesi” olduğu yolundaki tespiti, milli düşüncenin bir bedahet hükmü ve üzerinde her an dikkatle durulması gereken bir milli gerçekliğimizdir.

“…. başarısında onun demokrasi devrinde ve öncekilere nasip olmayan bir hürriyet ……………….yetişmiş olmasının payı, şahsi kabiliyet ve meziyetlerinde en küçük bir indirim yapmaksızın ayrıca hesaba katılması gereken bir ehemmiyettedir.

Halk, millet, milliyetçilik, devlet, vatandaş, hürriyet, milliyet vb. Kavramlar, zenginlik,……v.s…..derken bir şeyin altını önemle çizelim. Çizerken de Erol Güngör’ün Osmanlı dönemini belirtirken kullandığı örneği aynen vereyim.

Van medresesindeki köylü çocuğu ile İstanbul’daki şeyhülislam aynı tip tahsilden geçerler ve köylü çocuğu bir gün İstanbul’a gelip şeyhülislam olur.

Mimarbaşı da olur, başbakan da olur. İslamköylü Süleyman Demirel’e gelinceye kadar kaç köylü çocuğu Osmanlıya veziriazam olmuştur!

Ayvaz Gökdemir, siyasete atılıp partinin kendi içinde hiyerarşisini ve bürokrasisini görüp yaşayınca,

Dost meclislerinde;

“Lidere, genel başkana karşı çıkılmaz. Onun iradesine rağmen bir şey yapılamaz.” Sözünü münasip düştükçe söyler dururdu. Çünkü en ufak bir kımıldamanın nelere mal olacağını bizzat yaşayarak görmüştü. Önce G. Antep’ten kendi memleketinden milletvekili seçildi. Süleyman Demirel, Doğruyol’un Genel Başkanıydı. Seçimlerde G. Antep’te önseçim yapılacaktı. Ayvaz Bey önseçimden birinci çıktı. Ama delegenin iradesini genel başkan ve genel merkezdeki etkili bir çevre tanımadı. Mehmet Baltalı önseçime girmeden Antep listesinin başına getirildi. Çünkü zengin adamdı, paralı adamdı. Zor bela rahmetli arkadaşımızı H. Ali Demirel’in yardımı ile ikinci sıraya koydurtabildik. Kısmetinde varmış ikinci sırada olmasına rağmen seçilip geldi. Bir sonraki seçimde Kayseri’den, üçüncüsünde Erzurum’dan gelel merkez aday gösterdi.

Demokrasi denilen ve çok kutsanan mekanizma, ancak gerçek demokrat bir kültürde ve ancak o kültürü benimsemiş toplumlarda neşvü nema bulabiliyor.

Halim Kaya

26 Kas 2024

Süleyman Eryiğit’in yazdıklarından daha önce hiçbir yazısını okumadım. Mümtaz Turhan, Sabri F. Ülgener, Ömer Lütfü Barkan, Mehmet Genç gibi hocaları okuyup Osmanlının geri kalışının sebepleriyle ilgilenmeye başladığımdan ve özellikle de Mehmet Genç’in iki ciltlik “Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi” adlı kitabını okuduktan sonra “Osmanlı ve Kapitalizm” konusu daha dikkatimi çekmeye başladı.

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

26 Kas 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

28 Eki 2024

M. Metin KAPLAN

12 Eyl 2024

Nurullah KAPLAN

12 Eyl 2024

Hüdai KUŞ

22 Tem 2024

Orkun Özeller

03 Haz 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Ziyaret -> Toplam : 127,65 M - Bugn : 57144

ulkucudunya@ulkucudunya.com