Erol Güngör’ün Dündar Taşer’i
Cengiz Aydoğdu 01 Ocak 1970
Dündar Taşer, bir asker. Hem de “ihtilalci” bir subay. Tarihimize “27 Mayıs İhtilali”(!) namıyla kaydı düşülen “müdahale”yi yapan kadrodan tankçı bir binbaşı.
Türk kamuoyu onun adını ilk defa “27 Mayıs” hadisesi ile duydu. Oysa bugün Dündar Taşer adını hatırlayanların (kaldıysa şayet; çünkü kaldığına dair hiçbir emare yok) çok azı onu asker olarak hatırlar. Yirmiyedimayısçılık veya “darbe”cilik ise esasen Taşer’in üstüne hiç kondurulmaz. Doğrusu, günümüzde Dündar Taşer adını hatırlayanların hatırındaki hiçbir Taşer asker değildir. Daha çok "dava adamı"[2] bir Taşer hatırlanır. Büyük Türkiye[3] davasının adamı…
Askerliği, karıştığı 27 Mayıs hareketi ve siyasetçiliği hep bu dava adamlığının gölgesinde hatırlanır. Ve o gölgede bir askerden ziyade tarihçi bir bilge, bir “devlet adamı[4]” durur. Esasen Dündar Taşer’den geriye kalan da bilgeliği ve devlet adamlığıdır.
Taşer’in devlet adamlığı, tarihe ve elbette devlete bakışıyla ilgilidir. Devlet teşkilatında alınan görevler veya devlet kademelerinde önemli makam ve mevkilerde bulunmakla pek ilgisi olmayan, daha çok Rahmetlinin tarihe ve tabii ki devlete bakışından kaynaklanan bir fikrî duruş. Fikrî duruş diyorum çünkü Taşer, fikrin tavır ve davranışlardan henüz ayrı düşünülemediği, doğrudan doğruya ahlaka yansımayan bir fikir türünün tasavvur edilemediği zamanlarda yaşamıştı. Bilgisayar makinelerine sahip olmakla “bilgi toplumu” olunabildiğini Taşer nesli henüz keşfedememişti. Onlar için fikir, insan hayatında tesiri görülebilen bir şeydi. Kaldı ki Taşer, bütün yansımalarıyla fikri başkalarının hayatına da iletebilen “fikir adamları” neslindendir.
1960’lı yılların ikinci yarısı ve yetmişli yılların ilk iki yılı, bugün hatırladığımız Dündar Taşer’in kamuoyunda bir maşeri figür olarak inşa edilmesine yetecektir. Türk kamuoyunun Taşer’i tanıması gerçek manada bu yıllarda başlamıştır ve bence hâlâ devam etmektedir.
Altmışlı yılların ortalarında “sürgün”den gelen ve Türk fikir hayatına[5] bir ulu ağaç asaletiyle dâhil olan Dündar Taşer’in fikrî hazırlık yılları sürgün zamanlarıdır. Sürgün zamanları yani ülkedeki kurulu düzenle nizalı olduğu zamanlar.[6] Bu yıllarda 27 Mayıs’ın resmî bayram ilan edilmesine rağmen, Dündar Taşer ve arkadaşları rejim tarafından ikinci hatta sonuncu plana itilmişlerdir. Kurulu düzen nezdinde “asker” olmalarından kaynaklanan “izafî” bir itibarları tabiî ki(!) vardır. Ne var ki Türk siyaseti ve (siyasî) tarihi açısından Dündar Taşer, her zaman ve hâlâ “birinci plan” öznelerindendir. Yaşadığı hayat, fikri ve siyasi mesaisi ve elbette yazılı ve sözlü[7] eserleri göz önüne alındığında Taşer’in (bugünkü anlamıyla) siyasetçiliği pek az dikkatimizi çeker. Ancak yine de Türk siyaseti açısından sıralama dışı bir siyasetçidir.
Dündar Taşer adı söz konusu olduğunda üzerinde durulması gereken şey, onun memleket meselelerine karşı gösterdiği “tavır” ve sahip olduğu fikrî “duruş”tur dedik. Bu cümleden hareketle “Kökü mazide olan ati” sözü üzerine bütün çağrışımlarıyla düşünmek, Taşer’in tavrını anlamaya ve anlatmaya doğru atılacak belki de en isabetli adımdır. Çünkü onun için tarih şuuru, bütün tavırların kaynağını teşkil eden bir ana pınardır.
Geçmişin hiçbir zaman geçmeyeceğini anlamak için onu “bilmek” gerekiyor. Aksi halde hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığımız bir geçmiş bizim için taşınması ağır bir yük haline gelebilir.
Dündar Taşer, bu geçmişi çok iyi bilen ve bu bilgiden kaynaklanan bir tarih şuuru ile beslenen milli ölçünün[8] adamı idi. Taşer’in tarih şuuru, milli ve manevi değerlerin gölgesinde nefes alan, binlerce yıllık ömre sahip bir ruhi hayatın tavır ve davranışlarından ilham alan bir şuurdur.
Dündar Taşer, bu tavrını ve fikir mesaisini altmışlı yılların ikinci yarısında muhafazakâr muhitlerle paylaşmış, bilhassa üniversite ve aydın çevrelerle irtibatını koruyarak oldukça sağlam bir zeminde ve gayet “seçkin” bir “usul”le fikir üretmiştir. Esasen Erol Güngör de Taşer rahmetlinin bu tarafı ile yani fikrî mesaisi ile ilgilidir. Ama bu ilgi sadece bir kuru alâka olarak kalmamış, zamanla kuvvetli dostluğa ve sihirli bir bağlılığa dönüşmüştür. Çünkü Erol Güngör’le Dündar Taşer aynı “ruhî hayat”ın erenleriydiler. Her ikisinin de birer ruhları[9] ve içerisinde nefes alıp verdikleri birer ruh dünyaları vardı. Esasen bir ruhu ve ruhî hayatı olan insanlar hangi milletten olurlarsa olsunlar birbirleriyle iyi anlaşırlar.
Erol Bey’in Taşer hakkındaki yazılarının tamamında onun kaybından duyulan derin üzüntü ve hiç yaşlanmayan bir dost hasretinin kokusu ile birlikte, bu sihirli bağlılığın da izlerine rastlamak mümkündür.
Erol Güngör’ün “Dünden Bugünden Tarih-Kültür ve Milliyetçilik”[10] adlı kitabı ile “Türk Kültürü ve Milliyetçilik”[11] ismindeki kitabında Taşer hakkında yazılmış, bir dostun ardından yazılabilecek en güzel vefa yazıları vardır.
Bunlardan Türk Kültürü ve Milliyetçilikteki yazılar, erbabının bileceği gibi, Erol Güngör'ün rahmetli Dündar Taşer'i anlattığı "Bir İnsan Bir Kültür" başlığını taşıyan bölümdedir[12].
Bu bölümde Dündar Taşer bir sanatçı hassasiyeti ile resmedilir ve Türkçenin en güzel kelimeleri ile Erol Güngör üslubunca adeta diriltilip okuyucunun karşısına oturtulur: “ Orta boylu, kıvırcık kır saçlı, yüzü daima mütebessim, alnında kış ve yaz ter damlaları eksik olmayan, parlak ve canlı gözlerinde zekâ kıvılcımları tutuşan bir adam. Konuşurken gözleri yukarıya doğru çevriliyor, sanki orada kendisine fikirleri ve sözleri en güzel terkipler halinde veren gizli eller var. Bir âlimin dikkati ve titizliği ile bir sanatkârın zarafetini, bir velinin ıstırabını kendine saklayıp sevgi ve şefkati başkalarına sunan diğergâmlığını, bir Türk köylüsünün karşısındakini küçülten tevazu ve mahcubiyetini, bir Osmanlı paşasının vakar ve azametini şahsında toplayabilmek için mutlaka yukarılarda bir kaynaktan ilham alıyor olmalı, çünkü bu vasıfları bir araya getirmek her fâniye nasip olacak gibi değil. Nadir olarak öfkelendiği zaman gözlerini yere iğiyor; belli ki sevginin yukarıdan, öfkenin aşağıdan geldiğini pekiyi anlıyor. Ailesinin küçük yaştaki fertleri dışında hiç kimseye küçük adıyla hitab ettiğini gören olmadı; yüzlerine karşı saygı gösterdiği insanların arkalarından da hep saygılı konuştu. Siyasî hasımlarından bir teki için bile bir tek kaba sıfat kullanmadı. İnsanlar hakkında hüküm verme yolunu seçmedi, onları tahlil etmeye çalıştı. Kendisine tuzak kurarak yurdundan dışarı çıkaran eski kader arkadaşlarını bile cenazesinin arkasından sürükleyen kuvvet işte buydu.
Fazileti kıskanan biri olsaydım, bu adamdan nefret etmem için her türlü sebep mevcuttu. İyi niyetim kusurlarıma galebe çaldı ve ben onu bir insana duyulabilecek sevginin de ötesinde bir ihtirasla sevdim. Hayatta olduğu sürece ona olan yakınlığımı şiddetli bir dostluk gibi görüyordum; şimdi de bu dostluğun hatırası bana sonsuz bir gurur veriyor. Ama aradan zaman geçip de şahsî münasebetler bir hatıradan ibaret kalınca, aramızdaki şeyin bir dostluktan çok farklı olduğu yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Şimdi karşımdaki adam Gaziantepli Dündar Taşer değil, ben de onun bir dostundan ibaret değilim. Taşer bizim milletimizin dün yaşadığı gerçeği, bugün de gördüğü büyük rüyayı temsil ediyordu. Bu yüzden onu dinlerken, onunla bir arada bulunurken kendimizi birdenbire büyümüş hissediyorduk; üzerimizde yüz yılın biriktirdiği pis ağırlıktan eser kalmıyor, kaybolan şahsiyetimize yeniden kavuşuyorduk. Taşer efsunlu konuşmasıyla, parlak muhakemesiyle, bütün tavır ve hareketleriyle bizim gözlerimizdeki perdeyi aralıyor, önümüze yeni bir dünya açıyordu. Bu dünya aslında gerçekti, ama biz körlüğü alıştırıldığımız için onu yine kapalı gözle görülen bir rüya sanıyorduk.”
Bu satırlarda sanki karşınızda oturan Taşer’in bizzat kendisidir. Ve biraz sonra okuyacağınız sözler, doğrudan kalbe intikal edecek mahiyette ve dinleyenleri "sözün kudreti"ne inandıracak sıklette, "Bir dilimi baldan tatlı, bir dilimi zehir zıkkım" şeylerdir. Taşer'in ve tabii ki bu sözleri bizlere aktaran Erol Bey'in ruhumuza yakın kaynaklardan neş'et eden ve bu yüzden içimizin derinliklerine işleyen bir sesi vardı: "Benim neslimden olanlar imparatorluğumuzu harita, yani kâğıt üzerinde gördüler. Devletimiz bize göre bir coğrafya parçasından ibaretti, ama bu büyük coğrafya bile kitap sahifesine çizildiği zaman adeta avuç içi kadar ufak görünüyordu. Zaman idraki kendi çocukluk çağı, mekân idraki de içinde yaşadığı kasaba hudutları içinde kalmış olan genç bir insan elbette ki, dünyanın yansını kucaklayan bir tarih vakıasını kavrayamazdı. Biz dağılan devletimizden elde kalan toprakları da haritada gördük, ama bu harita aynı ebatta kâğıtlara çizildiği için en az imparatorluğumuz kadar yer kaplıyor, hatta teferruatlı olması yüzünden bize daha büyük gibi geliyordu.
Yaşımız ve bilgimiz ilerledikçe önce coğrafyayı tanıdık. Cihan harbindeki bozgunda topraklarımızın elden gittiğini, bize sadece Anadolu yarımadasının kaldığını anladık. Ama öğretmenlerimiz bize hep yabancı milletlerin bizden ayrıldığını, bizim de kendi topraklarımıza çekildiğimizi söylüyorlardı. Biz bu tarih görüşü ile radyolarda her gün okunan Rumeli, Kırım, Yemen türküleri arasındaki tezadı da fark edecek halde değildik: Ailemizde ve yakınlarımız arasında Hicaz'da, Gazze'de, Balkanlar'da, hatta Azerbaycan'da savaşmış ihtiyarlar vardı; bunlar kaybettiğimiz topraklar için ağlar dururlardı. Öğretmenimize göre bunlar Arabın, Acemin ülkesini korumak için boş yere kan dökmüşlerdir. Ama Kâbe'nin müdafaasında bulunan dedem Arap diye bir millet veya devlet tanımıyordu, o İngilizlere karşı devletimizin topraklarını korumak üzere savaştığına inanıyordu. Bilgisine saygı duyduğum öğretmenimizin ilkokul görmemiş dedemden cahil olduğunu anlamam için aradan uzun yıllar geçti. Bir gün İstanbul ve Edirne de elimizden çıksa, öğretmenimiz herhalde oraların zaten Bizans toprağı olduğunu, bizim yine vatanımıza çekildiğini söyleyecekti. Bize vatan'ın iyi bir tarifini yapan olmadı, ama öyle anlaşılıyordu ki vatan düşmanlarımızın bizden henüz almadıkları yerdi. Wilson'un teklif ettiği plan gerçekleşseydi Türk vatanı Konya vilayeti olacaktı. Acaba o zaman birisi çıkıp da bizim buraya Orta Asya'dan geldiğimizi, başkalarının yurdunda haksız yere bulunduğumuzu söylese ne yapacaktık? Rumeli gibi, Suriye ve Irak gibi, Arabistan gibi, Mısır gibi, Kuzey Afrika gibi, Akdeniz adaları gibi, Balkanlar gibi, Budin ve Belgrat gibi, Anadolu yarımadasını da sonradan almış değil miydik?” (Türk Kültürü ve Milliyetçilik Sh.147–148)
Dünyayı yönetme tecrübesine sahip bir milletin çocukları için bu sözler çoktan söylenmesi gereken sözlerdir ve her birimizin zihinlerine Taşer ve Erol Bey’in emanetleridir. Bu sözleri anlayabilmenin, hatta muhatap olabilmenin dahi asgari bir emek, alın teri ve ceht istediğini hatırdan çıkarmayalım. Çünkü bu sözleri anlama bahtiyarlığına ulaşmanın bedeli, bu topraklarda yaşıyor olmanın asgari maliyetidir. Bu maliyet, bilmek ve bildiğine inanacak kadar bir itimadı-ı nefs duygusuna sahip olmaktır. Zira bu kelimelerin gerisinde yatan "kendinden emin olma" duygusu öyle kolay kazanılacak bir mevhibe değildir ve katiyen cehaletle bir arada bulunamaz. [13]
Erol Bey’in Dündar Taşer’i,[14] belki o iki dostun paylaştığı, dışardan nüfuz edilemeyen bir “şey”in adamı idi. Belki de bir millete mensup olmak esasen böyle bir şeydi: Erol Güngör ve Dündar Taşer kadar birbirini anlayabilmek[15].
Erol Bey’in anlattığı Taşer’i, Ziya Nur Beyin aktardıkları ile birlikte düşündüğümüzde karşımızda derdi, davası, iddiası ve elbette muhteşem bir sırrı olan bir insan, yani bir millete mensup birini görüyoruz. Anlıyoruz ki bir milletin mensubu olmak o milletin bir ferdi olarak doğmakla bitmiyor. Bunun yanında Taşerlerin ve Güngörlerin yürüdüğü cinsten epey uzun bir yürünecek yol var. Ancak o zaman mensubiyetin sırrına ulaşılabilir.
Erol Bey işte bu sırrın çevresinde dönüp durmaktadır: “Taşer'in sırrı ne idi? Sırf anlatma kolaylığı sağlaması bakımından egzistansiyalistlerin bir tabirini kullanacağım. Onlar, kendine yabancılaşma (self alienation) diye bir terim kullanırlar; buna göre insan bazen kendi özünü teşkil eden şeyden uzak, ona yabancı kalır ve bütün hayatı, sebebi anlaşılmayan bir sıla hasreti içinde geçer. Sanki ruh bedenden ayrılmıştır ve beden kaybettiği şeyin ne olduğunu, nerede olduğunu bilmeksizin çırpınır durur. İşte Taşer bu milletin "sebepsiz hüzünleri”nin sebebini gösteriyordu ve onlara öze kavuşmanın verdiği ebedî hazzı tattırıyordu.
Gaziantep’in bir köşesinden böyle bir çocuğun çıkarak şehirde velvele koparıp ruhları tutuşturacak bir güce sahip olması, Türk milletinin engin kudretinin örneklerinden sadece bir tanesidir. Taşer onun mütevazı bir ferdi olmaktan en büyük saadeti duyacak kadar bu milleti seviyordu. Aziz arkadaşımız Ziya Nur bir gün onun için "fena fi'l-mille" tabirini kullanmıştı. Tıpkı tasavvufun fenafillâh mertebesi gibi, Taşer de kendi varlığını millet içinde eritmiş, fakat aynı zamanda içinde eridiği bütünü hakkıyla temsil eder hale gelmişti.” “İçinde eridiği bütünü hakkıyla temsil”, işte Taşer’in bütün sırrı burada; milletinin adamı olmak. Zaten Erol Beyi de Taşer’i de büyük yapan milletinin münevveri olmak değil midir?
Erol Bey’in yazılarında bir de “lider” Taşer vardır. Bir gençlik lideri, bir millet önderi ve bir derviş, devlette fani olan bir derviş… Bakın Erol Bey Taşer’in bu tarafını nasıl anlatıyor: “ İlikleri donduran bir kış günü, karlar altında yüzlerce gencin bayrağa sarılı bir tabut arkasından muntazam sıralarla yürüdüklerim gördüm. Elinde kitaplarıyla fakülte kapısından çıkarken şehit edilmiş bir arkadaşlarına karşı son görevlerini yapıyorlardı. Gözlerinde sadece bulanık bir hüzün değil, bir ümit parıltısı okunuyordu. Başlar dik, vakar içinde yürürlerken onlara baktım ve düşündüm ki, bu gençlerin pek çoğu Dündar Taşer'i görmemiştir. Hâlbuki bu vakur kalabalığın en önünde sanki o vardı. Gençler hakikatte bir şehit arkadaşlarının tabutu arkasında değil, kendilerini kutsal bir ülkü yolunda toplamış ve mayalamış olan Taşer'in gösterdiği hedeflere doğru yürüyorlardı.
Önümüzdeki yıllar içinde bu gençler ve onlar gibi daha binlercesi bütün Türkiye'de ülkenin idaresini ellerinde tutacaklar. Aralarından ilim ve fikir adamları çıkacak, kendilerini bir delikanlılar kalabalığı olmaktan kurtarıp da bir milletin gençliği haline getiren azim ve iradenin nereden geldiğini araştıracaklar. Ağabeylerinin bir zamanlar dağınık, derbeder, sahipsiz, ezik dolaşırken nasıl olup da bir gün toparlandıklarını düşünecekler. O zaman bu kutlu toparlanmada büyük emeği geçmiş kimseleri daha iyi tanıyacaklar. Karşılarına bir büyük adam çıkacak ki onun yaptıklarını kolay kolay izah edemeyecekler, bir tek kişinin bu büyük işi nasıl omuzlayıp yürüttüğünü büyüklerine soracaklar, büyükleri ise onlara ancak şunu söyleyebilecek: Taşer'i tanımayan, bunu anlayamaz.” O fotoğrafı görmeyen ve o günleri yaşamayan bu sözlerin anlamını kolay anlayamaz.
Evet, Taşer’i tanımak… Erol Bey’e göre Taşer’i tanımak bir insanı değil bir kültürü tanımaktır: “Taşer her şeyden önce kendini bir derviş mahiyeti içinde tutmayı bildi. Onun gençlik hareketinde kendini bir lider olarak ortaya attığını veya öyle düşündüğünü hiç kimse söyleyemez. Taşer gençlerle bir arada oturup dernekçilik de yapmadı. O sadece bütün çalışmaların önünde bir ışık gibi duruyor, çıkan her ihtilafta hakem oluyordu. Gençlere iki şey öğretti: Birincisi Türk tarihinin yeni bir yorumu, ikincisi bu tarih içinde çağdaş Türk gençliğinin yeri ve vazifesi. Başarısının fikrî bakımdan sırrı işte bu noktada yatar. Onun getirdiği yorum şimdiye kadar milliyetçilikte ihtilaf konusu olan bütün noktaları bertaraf etmiş, herkesi birleştirmiştir.
Fikirlerinin yanında şahsiyetine ait vasıfları hesaba katmazsak onun başarısını yine açıklayamayız. Kendisini görme imkânı bulamayan gençler işte bu yüzden onun yaptığı işi kolaylıkla anlayamayacaklardır. Taşer bizim tarihimizdeki "Velî" ve "Alp" tiplerinin her ikisinin özelliklerini de üstünde taşıyordu. Gençler -ve tabiî yaşlılar- onu kendilerine bu kadar yakın bulurken, efsane devirlerinden bugüne kalmış bir kahraman gibi ona bütün benliklerini bağlarken bu vasıfların tesiri altındaydılar. (a.g.e. 113–124)”
Erol Bey Taşer’i hep bir destan ve masal havasında bir esatir-i evvel kıvamında anlatır: “ Eski büyü kitaplarında dünyadaki her türlü kuvvete hâkim olmak için kullanılabilecek formüller, reçeteler vardır: Manda leşini bal tulumu haline getirmekten tutun da cinlerden ordu kurmaya kadar her şeyin formülü. İnsan bunlara baktıkça dünyada ne diye bunca güçlüklere, yoksulluk ve felâketlere katlandığımızı bir türlü izah edemez. Niçin her şeyin uygun formülünü kullanmıyoruz? Bunlar yanlış çıktığı için mi? Hayır. Büyü formülleri hiçbir zaman yanlış çıkmaz, çünkü bunların en azından bir veya iki şartının gerçekleştirilmesine imkân yoktur. Meselâ gökkuşağının altından geçen kızlar erkek, erkekler kız olur, ama hiç kimse bunu başaramamıştır. Herhalde büyü formüllerinin binlerce yıldır insan zihinlerini hep meşgul etmesi, bir türlü vazgeçilmemesi bundan doğuyor: Bütün şartlar yerine gelmiyor ve gelmedikçe ümit sönmüyor. Benim bunlar arasında zihnimi en çok meşgul eden şey (elbette ki çocukluğumda) yarasanın lâdes kemiği ile yapılanıydı. Yarasayı tutup kırk gün kaplumbağa kabuğu içinde kaynattıktan sonra lâdes kemiği suyun yüzüne çıkarsa onu her kime dokundurursanız sizin azatsız köleniz haline gelirdi. Yarasanın anatomisi hakkında hiç bir bilgisi olmayan insanların bu hayalî binlerce yıl kendileriyle birlikte taşımalarında şaşılacak bir taraf olmamalı. Ama ben bir gün bu klâsik formüle başvurmadan karşılaştığı herkesi âdeta büyüleyen ve kendine bağlayan bir adam gördüm. Büyük bir sihirbaz karşısında gibiydim. Çünkü büyü bir tarafa, normal hayat şartları içinde böyle bir cazibe sahibi olabilmek için gerekli her şeyi bir araya getirmek de imkânsızdı. Nasıl oluyordu da bu adam dost-düşman, muhalif-muvafık herkesi ilâhî kelâm dinliyormuş gibi bir derûnî teslimiyet halinde bırakıyor, insanlar onun yanında saf aynalar gibi her türlü kir ve pastan arınmış kalıyorlardı? Niçin ona hayran kalmayan bir kişi bile yoktu? Bu sorularıma hâlâ açık-seçik bir cevap bulmuş değilim. Sadece biliyorum ki böyle bir adam tıpkı kuyruklu yıldızlar gibi dünyada çok nadir zamanlarda görülür ve onun karanlık göğümüzde bir an aydınlatıp geçtiği şeyleri görme saadeti de ancak pek az kimseye nasip olurdu. Adı Dündar Taşer olan adamın büyüsünde onun şahsiyetinden gelen pek çok şeyler vardır ki kendisini görmeyenlere bunları anlatmak imkânsız gibidir.”
“Aradan yıllar geçtikten sonra ben bu fikri ister istemez kendi kafamda kökleşmiş terimlerle, yani sosyal ilimlerin kuru kavramlarıyla ifade etmeye çalışıyorum. Taşer'i bizlerden farklı ve daha değerli kılan şey de herhalde aramızdaki bu farktan ileri geliyor. O ilimci değildi, sanatkârdı. Anlattığı şeylere uzaktan veya tepeden bakmıyor, bizzat yaşıyordu ve etrafındakileri de böyle bir atmosfer içinde yaşatıyordu. Bu bakımdan Taşer bizim yakın tarihimizde en çok Yahya Kemal'e benzer. İşin asıl hayret verici tarafı, Yahya Kemal'in Türk kültür ve medeniyetine ait değerleri kendi hayatında yaşamış, yani o medeniyeti görmüş adam olmasına karşılık, Taşer Türkiye'de Batının nefeslerini her an ensemizde hissettiğimiz bir dönemde doğup büyümüştü. Buna rağmen biz onu dinlerken karşımızda tarih sayfalarından çıkmış bir adam var zannederdik. Bu tarih Türklüğün bütün tarihi idi ve sanki Taşer'in şahsında bize öz halinde sunuluyordu. Onu dinlerken ruhlarımızın yükseldiğini hissediyorduk.” Rahmetli Erol Güngör’ün bu satırlarını okurken biz de ruhlarımızın yükseldiğini hissediyoruz. Çünkü bu satırların yazarı da aynı ruh yüksekliği seviyesinden sesleniyor. (ah şimdi o seviyeye ne kadar çok muhtacız ve ne kadar çok özlüyoruz)
Tıpkı Dündar Taşer gibi erken yaşta aramızdan ayrılan rahmetli Erol Bey’in şu satırlarını okuyup da hüzünlenmemek mümkün mü: “ Ölümün bir tatlı tarafı da onun sohbetlerine yeniden kavuşmak olacak. O gün gelinceye kadar kendisine Allah'tan rahmet ve mağfiret dileyelim, ona bol bol bağışladığı faziletten bize de nasip etmesini nîyaz edelim. (a.g.e. 125–133)”
“Büyük mezarların üzerine büyük vatanlar kurulur.” diyor bir başka “millet mistiği”.[16] Milletimiz büyük ölülere, büyük bir tarihe, büyük vatanlara[17] ve inşallah büyük bir geleceğe sahiptir. Taşerler ve Güngörlerin de dâhil olduğu “büyük yalnızlar nesli”nin rüyası bu idi. Onların himmeti ve Allah’ın yardımı ile o rüya ebediyete kadar milletimizi içinde yaşatmaya devam edecektir. İnşallah onların ruhları da bu rüyanın içinde dinleniyordur. Rahmetli Taşer ve rahmetli Erol Bey her ikisi de “ruhların harman olduğu” yerden Anadolu’dan hayata ve dünyaya “gönderilmiş” iki er kişi idiler. Her ikisi de “ruh pehlivanı” idiler ve milletlerinin manevi dünyasına birer ruh aristokratları olarak kayıtları düşüldü. Mekânları cennet olsun.