Cengiz Aytmatov
Ramazan Korkmaz 01 Ocak 1970
Cengiz Aytmatov, 12 Aralık 1928 tarihinde Kırgızistan’ın Talas vadisinde yer alan Şeker Köyü’nde dört çocuklu (Cengiz, İlgiz, Lyutsiya, Roza) bir ailenin ilk çocuğu olarak dünyaya geldi. Cengiz Aytmatov’un babası, Törekul Aytmatov; annesi ise Tatar asıllı Nagima Hamzayevna Aytmatov’dur. Seçkin bir devlet adamı olan babası Törekul Aytmatov’un görevi nedeniyle ilk eğitim yıllarını Moskova’da geçiren Cengiz Aytmatov, Törekul Aytmatov’un rejim tarafından suçlanması nedeniyle eğitimine ara vermek zorunda kaldı. Törekul Aytmatov, 1937 yılında sadece Kırgız Türkçesini savunduğu için (kızıl profesörlük eğitimine rağmen) Rus lideri Stalin tarafından “halk düşmanı” olarak ilan edildi, bu nedenle evinden ve ailesinden koparılarak acımasızca katledildi.
Stalin’in yok etme politikası esnasında öldürüleceğini anlayan baba Törekul Aytmatov, çocuklarının böylesine acı bir olaya tanık olmamaları ve zarar görmemeleri için onları, Moskova’daki parti yönetiminin haberi olmadan Talas’a/Ata-Yurt’a gönderdi. Zira “repressyada uydurma suçlarla tutuklanan, katledilen insanların çocukları öksüzler yurdunda toplanıyor; eşleri ise, çalışma kamplarına gönderilerek büyük hakaretlere ve tecavüzlere maruz bırakılıyorlardı. Birçok kadının dayanamayarak intihar ettiği bu kamplardan biri olan ALJİR’de 22 bin “halk düşmanı karısı”nın hapsedildiği bilinirdi.” (Aytmatov-Şahanov 2000: 34). Dolayısıyla içinde bulunduğu durumun ailesi üzerinde olumsuz etkiler yaratacağını anlayan Törekul Aytmatov, çocuklarından ve eşinden ayrılmak zorunda kaldı. Bu ayrılış tablosu, Cengiz Aytmatov trajedisinin ilk sayfasını oluşturdu ve babasıyla ilgili son anı olarak ömür boyu bilincinde asılı kaldı: “Henüz altı aylık olan küçük Rosa ile birlikte dört kardeştik. Babam Kazan garına götürmüştü bizi. Tren oradaydı. Kapıları açıktı. Vagonun biri bize rezerve edilmiş bölümlerden oluşuyordu. Altlı üstlü ranzalar vardı. Babam bunlardan ikisine bizi yerleştirdi. Ve vedalaştı. Annemin nasıl ağladığını ve babamın kendisine nasıl güçlükle hâkim olabildiğini görüyordum. (…) Bu arada tren hareket etti ve yürümeye başladı. Babam uzun müddet, gücünün yettiği kadar pencerenin yanı sıra koştu, bize el salladı, salladı… Ben ranzanın üst tarafındaydım, her şeyi anlamıştım, en azından hissetmiştim birbirimizi bir daha asla göremeyecektik.” (Korkmaz 2002).
Stalin diktası nedeniyle babasından koparılışının izlerini ömür boyu hafızasında taşıyan Cengiz Aytmatov’un maruz kaldığı haksızlıklar, bununla da sınırlı kalmadı; sadece Törekul Aytmatov’un kardeşi olduğu için amcası Rızkulbek, rejim tarafından benzer gerekçelerle suçlanarak 1937’de öldürüldü. Dokuz yaşında iken kimsesiz ve savunmasız kalan Cengiz Aytmatov, İlgiz isimli bir erkek, Lyutsiya ve Roza isimli iki kız kardeşi ve annesinden oluşan ailenin tüm yükünü tek başına üstlenmek zorunda kaldı. Titrek, yürekli bir çocuğun zayıf ve narin omuzları, bu ağır yükü taşımak kadar okulda, işyerinde ve toplumun her kesimindeki vebalı dışlanmalara, yok saymalara ve aşağılanmalara da katlanmak mecburiyetindeydi. Felaketler, dâhilerin ortaya çıkmasında daima kurucu bir işlev üstlenirdi; Aytmatov’un yaratıcı dehası da varoluş sorunu hâlinde kavradığı böylesi bir felaketler silsilesini dönüştürerek içselleştirmeye ve bu yolla onu aşmaya çalıştı.
Aytmatov’un babasının infaz edilmesi ki bunu yirmi yıl sonra öğreneceklerdir, ilk eğitimini aldığı Moskova’dan, şaşaalı bir yaşamdan kopup yoksul, mustarip ve mahcup köyüne yönelişini hazırlar nitelikteydi. Şeker Köyü, Aytmatov’un ifadesiyle “insanın kaderini yoğuran” (Korkmaz 2002) bir yerdi. “Baba ocağına/ata yurduna” sığınan Aytmatov’un, somut olarak tutunacak hiçbir dalı kalmamış olsa da; atalar yurdu niteliğine sahip bu mekân, onu ve ailesini vebalı dışlamaların lanetinden korudu. Aytmatov, atalar ruhunun yandığı ocakta söze tutundu, böylesine kutsal bir yerde atalar ruhu, söze dönüşerek zamanı aştı ve babaanne Ayımkan ve “Karakız Apa”nın anlatılarıyla Aytmatov’a ulaştı. Kırgız toprağının kişileşmiş biçimi olan bu iki insan, küçük Cengiz Aytmatov’a yalnızca masallar, efsaneler anlatmakla, maniler, türküler söylemekle kalmadı; onun yaralı bilincini de sağalttı. Böylece Aytmatov, ateşten semender nitelikli bu değerlerin referansında koruyucu ve doğurgan bir sığınak olan söze dönüşerek, öyküsünü dinlediği toprakların adına geleceğe aktı.
1938’de Gençlik Komitesi üyeliği ve Komite Başkanlığı yapan annesinin görevi nedeniyle Cengiz Aytmatov, ailesiyle Kirovskoe’ye taşınmak zorunda kaldı, burada Rus yatılı bölge okuluna gitti. Çocukluk dönemlerinden itibaren çalışmak zorunda kalması onu, iyi bir gözlemci yaptığı gibi bu yetenek, sonraki yıllarda yazacağı eserlere de malzeme yarattı. II. Dünya Savaşı’nın ağır şartları ile 1942’de okulu bırakarak köyüne geri döndüğünde Köy Sovyet’i (Kolhoz) sekreterliğine tayin edildi. Burada -13 yaşında- cephe gerisi hizmetleri yürüten Aytmatov, bu süreçte vergi memurluğu/muhasebecilik ve Rusça öğretmenliği yaptı. Cephe gerisinde evladını/eşini yitirmiş, aç perişan, çaresiz insanların yüzüne yansıyan acıyı bizzat gözlemleyerek büyüyen Aytmatov, bu gözlemlerinin hafızasında yarattığı etkiden, hemen hemen bütün eserlerinde faydalandı. Ruhunda derin yankılar uyandıran bu trajik gelişmeler; onu, ileride yazacağı öykü ve romanlarında bir savaş metafiziği kurmaya zorlayacaktı. Dolayısıyla geleneksel kültürün yaşayan tarafının yanı sıra İkinci Dünya Savaşı da Aytmatov’un yazarlık serüvenini şekillendiren önemli bir dönüm noktası oldu. İkinci Dünya Savaşı, yirmi milyona yakın insanını kaybeden Sovyetler Birliği’nde büyük bir trajedinin yaşanmasına sebebiyet verdi; açlık, acı, hüzün, yoksulluk, savaş travması ve arka arkaya yaşanılan kayıplar, bütün bir ortak payda hâline gelerek Aytmatov anlatılarına yansıdı.
Cengiz Aytmatov, İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminde 1946’da Cambul’daki Veteriner Okulu'na kaydoldu ve iki yıl okuduktan sonra 1948’de Kırgızistan Frunze’deki Tarım Enstitüsü'ne kaydoldu. Aytmatov, bu enstitüden 1953’te yani beş yıl sonra mezun oldu. Cambul’daki hocalarından Aleksy V. Şutubendorf, o zamanlarda şiirler yazan Aytmatov’u öyküye yönlendirdi (Akmataliyev 1998: 17). Tarım Enstitüsü’nde ise, okumaları daha sıklaştı ve boyut kazandı. Böylece Cengiz Aytmatov, 1952’de Rusçaya çevrilerek Pravda’da yayımlanan ilk öyküsü "Gazeteci Cyuda"yı yazdı. Daha sonra yazdıklarıyla edebiyat eleştirmenlerinin dikkatini çeken Aytmatov, yazı yeteneğini daha da geliştirmesi için, yaratıcı yazarlık dersleri veren Moskova’daki Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne davet edildi. 1956-1958 yılları arasında Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne devam etti. 1957’de "Yüzyüze" öyküsünü yazan Aytmatov, bu öyküsünde insanın duygularıyla aklı arasında yaptığı seçimi tezli bir biçimde sorguladı. 1958’de ise asıl çıkışını yaptığı "Cemile" adlı öyküsünü kaleme aldı ve öykü, Sovyetlerin en ünlü edebiyat dergisi Novy Mir (Yeni Dünya)’de yayımlandı. Devrin Sovyet edebiyat dünyasında geniş yankılar uyandıran öykü, haksız eleştirilere uğradı. Eleştirilerin ve tartışmaların ortasında öykü, Fransız eleştirmen Louis Aragon’un dikkatini çekti. Aragon, Cemile’yi “dünyanın en güzel aşk öyküsü” (1959: 7, Çev. Göz 2009: 83) sözleriyle nitelendirerek Fransızcaya tercüme edip geniş bir takdimle yayımladı. Dünyada büyük yankı bulan Aragon’un sunuşundan sonra Aytmatov’un eserleri, dünya dillerine çevrildi ve tartışmalar da kendiliğinden sona erdi. Artık Kürkürü’nün sesini duyunca kalbi titreyen çocuk (Cengiz Aytmatov), aldığı esinle dünyaya doğru akmakta; insanın zamanla, mekânla, sosyal ve siyasi kimliğiyle değişmeyecek olan yönlerini, ezelden ebede yönelmiş gerçeğini anlatmaktaydı.
Stalin’in ölümünden sonra başlayan normalleşme sürecinde Kruşçev’in uyguladığı Anti-Stalinist politika, Aytmatov’un daha rahat hareket etmesine zemin hazırladı. 1957’de Sovyet Komünist Partisi’ne ve Sovyet Yazarlar Birliği’ne, 1958 yılında Moskova’da Edebiyat Fakültesi'ne kabul edildi. 1959 yılında Novy Mir’in editörlüğünü yaptı ve buradaki görevini 1967 yılına kadar sürdürdü. Novy Mir’den sonra Literaturnyi Kırgızistan dergisi editörlüğü ve beş yıl boyunca süren -1960-1965 yılları arasında- Pravda Gazetesi Orta Asya muhabirliğini yaptı.
1963 yılında “İlk Öğretmen”, “Deve Gözü”, “Cemile” ve “Selvi Boylum Al Yazmalım” adlı öykülerden oluşan Steplerden ve Dağlardan Hikâyeler adlı yapıtıyla Lenin Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. 1968’de Büyük Sovyet Edebiyat Ödülü’nü aldı ve aynı yıl Kırgızistan millî yazarı seçildi. 1969’da Asya-Afrika Halkları Kültürel Dayanışma Teşkilatı Başkan Yardımcılığına seçildi. 1978’de Yüksek Sovyet Prezidium’u tarafından “Sosyalist İşçi Kahramanı” olarak ödüllendirildi. Avrupa Bilim, Sanat ve Edebiyat Akademisi ve Kırgızistan Bilimler Akademisi üyeliklerinin yanı sıra Issık-Göl Forumu Başkanlığı gibi pek çok üst düzey üyeliklerde bulundu ve ödüller aldı. Uluslararası ilk ödülleri olan Etruriya (İtalya-1979) ile Jawaharlal Neru (Hindistan-1985)’yu da bu yıllarda aldı. 1983’te, Gün Olur Asra Bedel ile “Büyük Sovyet Edebiyat Ödülü”nü ikinci kez kazandı, ardından Pablo Neruda Ödülü’ne layık görüldü. 1985 ve 1991 yılları arasında Kırgızistan Sinemacılar Birliği, Sovyet Parlamentosu Kültür ve Ulusal Diller Komitesi Başkanlıkları ile Sovyet Yazarlar Birliği Sekreterliği görevlerinde bulundu. Uluslararası birçok ödül alan yazar; 1988’de Japonya Doğu Felsefesi Enstitüsü Akademi, 1992’de İlesam Üstün Hizmet, 1994’te Avusturya Avrupa Edebiyatı Devlet, 1998’de Friedrich Rueckert ile 2004’te Alexender Men ve Leo Kopelev ödüllerini aldı. 1996 yılında Kırgızistan’ın UNESCO temsilciliğine atandı. Talas bölgesi milletvekilliği de yapan Aytmatov, 1990-1994 yılları arasında Sovyetler Birliği'ni ve Rusya’yı (Lüksemburg), 2008 yılına kadar Kırgızıstan'ı (Lüksemburg, Hollanda, Belçika) büyükelçi olarak temsil etti.
Kürkürü ırmağının dağlardan aldığı esini kulağına fısıldadığı bu küçük çocuk, 80. yaş yılını kutlamaya hazırlandığımız kendisinin de Gün Olur Asra Bedel romanının film çekimleri için Tataristan’ın başkenti Kazan'a gittiği bir zamanda -16 Mayıs 2008- tarihinde rahatsızlandı. Ve böbrek yetmezliği teşhisiyle tedavi için Almanya’ya götürüldü. Nürnberg şehrinde tedavi gören Cengiz Aytmatov, 10 Haziran 2008’de hayatını kaybetti. Evli ve dört çocuk babası olan yazar, 1937’de babasıyla beraber 137 aydının gizlice kurşuna dizilip gömüldüğü Bişkek’teki Ata-Beyit’te toprağa verildi.
Büyük bir yaratıcı yetenekle doğan ve bu yeteneğin ortaya çıkması için felaketlerin ziyadesiyle üzerine yürüdüğü Cengiz Aytmatov’un mito-poetiğini kuran üç temel unsur vardı. İlki, Manas Destanı başta olmak üzere Kırgız kültürünün binlerce yıllık sözlü geleneği olan masallar/efsaneler/ türküler/inanmalarıydı. Bu etkide büyükannesi Ayımkan’ın rolü büyüktü. Zira çocukluk yıllarında büyükannesinden dinlediği masal, efsane, türkü, ağıt ve destan gibi sözlü kültür ürünleri, sonraki yıllarda yazacağı eserlerin temel belirleyicisi konumundaydı. İkincisi, Rusça aracılığıyla tanıdığı Rus ve dünya edebiyatından Tolstoy, Dostoyevski ve Puşkin gibi yazarların etkisiydi. Üçüncüsü ise, yazarlık konusunda büyük potansiyel taşıyan Cengiz Aytmatov’u akademik anlamda yönlendiren, biçimlendiren Gorki Edebiyat Enstitüsü ve enstitüde aldığı yüksek yaratıcı yazarlık dersleriydi.
Cengiz Aytmatov, anlatılarında insan ve onun varoluş biçimlerini temel problematik olarak işledi. Makro kozmik düzeyde, evrenin sonsuz boşluğunda yaşamın umudunu simgeleyen ve uzaydan yeni doğmuş bir bebek başı gibi görünen dünya ne ise, mikro kozmik ölçütte de dünyada yer alan insan o idi.
Cengiz Aytmatov anlatılarında öne çıkan en önemli hypogram, “Biz dünyanın, zamanın toplumun veya başkalarının istediği gibi mi, yoksa kendi istediğimiz gibi mi yaşamalıyız?” tümcesinde saklıydı. Aytmatov, bu soruna asla tek yönlü, ezberlenmiş veya indirgemeci bir bakış açısıyla yaklaşmadı. Kişilerin, ülkelerin ve inançların farklılıklarına rağmen, kaosun karşısına en büyük kozmos kronotopu olarak insan figürünü çıkardı. Ona göre; “insan evrenin bilinciydi.” (Korkmaz 2016: 197). Nerede, hangi zamanda, hangi mekânda olursa olsun ve hangi mensubiyete bağlı bulunursa bulunsun; insan türünden birine verilen zarar, bütün insanlığa verilmiş zarar olarak algılanırdı. Doğrusu insan, başkalarını anlatırken hep kendini arardı. Aytmatov da başkalarının öyküsünü anlatırken hep kendini bulmaya çalıştı. Simurg kuşu gibi, hem bütün insanlarda kendini hem de kendinde bütün insanlığı duymaya çalıştı.
Yetiştiği topraklara ait Yer-Su ruhlarının sesini ödünçleyen Cengiz Aytmatov, tüm dünyanın sorunlarına ışık tutmaya çalıştı. Aytmatov’u başarılı kılan en önemli etken, yerel ve ulusal değerleri evrensel perspektiften anlatma yeteneğiydi. Zira nasıl damla, deryanın bütün özelliklerini içerirse, insani açıdan millî bir değer de pekâlâ evrensel anlamda insani açılımları taşıyabilirdi. Önemli olan basit, sıradan insanların içindeki büyük insanı yakalama ve anlatabilme kudretine erişebilmekti. Aytmatov bu kudretini asla yerel ve folklorik söyleme takılıp kalarak yansıtmadı; yazarın anlatılarında folklorik malzeme, spontane bir dönüşümle alındığından kendi anlatımıyla doku uyuşmazlığına girmezdi.
Aytmatov, evrensel düzenin minyatür bir modeli olarak tasarladığı Şeker Köyü’nü, kurduğu zaman-mekân ötesi bağlantılarla bir insanlık laboratuvarına dönüştürdü; eserlerindeki kişi ve olayları, tüm insanlığın serüvenine ortak bir payda oluşturacak kadar tarafsız bir bakış açısıyla metne taşıdı. Aytmatov kalemini, hiçbir zaman ideolojik koşullanmaların ve kişisel hırsların kullanımına vermedi. Öyle ki, babasını, amcasını katlederek çocukluk hayallerini elinden alan ve bütün Sovyetler Birliği’ni modern bir hapishaneye çeviren Stalin’e bile doğrudan saldırmadı. O, dünya sorunlarının kesiştiği bir prizma gibi insanlığın bütün sevinç ve acılarını kendinde deneyimleyerek yansıttı.
Sahip olduğu değerler itibariyle insanı “evrenin bilinci” konumunda gören Aytmatov, anlatılarının izleksel yapısını, genel olarak bu varoluş refleksini ötekileştiren süreçler üzerine kurguladı. Aytmatov anlatılarında ötekileşme sorununu, Korkmaz; “saptırılan kutsallık, yapay cennet ve tanrı kurguları; tahrip edilen bellek mekânları; deneyimsel-mimetik bellek, nesneler belleği, iletişim belleği, kültürel bellek; insanlığın üç büyük tuzağı; kitlesel terör; savaş, yüceltilen yalıtım; ideolojik ve dinsel koşullanma, ölümcül kaçış; içki ve uyuşturucu” (2016: 5) gibi konular üzerine temellendirdi.
Tüm ideolojik, politik ve dinsel koşullanmaları, mitik dönemin şiri’sine benzeten Aytmatov, mankurtlaşan insanın yeniden kendine dönebilmesini, örtük nitelikli kurtuluş/dönüş imgeleri olarak sundu. Korkmaz, Aytmatov anlatılarındaki kendine dönüşün beş ana yolunu şöyle kategorize eder; 1- Eve/Anneye Dönüş, 2- Kutsal Yunak, Anadile Dönüş, 3- Evrenin Bilinci; İnsana Dönüş, 4- Doğaya Dönüş, 5- Tanrı’ya Dönüş (2016: 7).
Aytmatov, en önemli romanlarından biri olan Gün Uzar Yüzyıl Olur (1980)’u, var olan kültürel kodların bozulması, geleneğin yaşatıcı yüzüyle bağların koparılması, temelsiz ve daha çok sloganik şablonların üretimiyle kendini gösteren ötekileşme problemi üzerine kurdu. Ötekileşmeyi romanda yazar, Manas Destanı’ndan ödünçlenen şiri ve mankurt imgeleriyle yansıttı; ötekileşmenin kişiler düzlemindeki yansımaları, Sabitcan, Jolaman ve Akdoğan bakışlı müfettiş Tansıkbayev’di. Romanda babasının ölümü üzerine Boranlı’ya dönen ve kişiliğinde yabancılaşmanın mahşeri çatışmalarını yaşayan Sabitcan, çağdaş mankurt; annesini öldüren Jolaman ise mitik mankurt kimliğiyle ötekileşmenin cisimleşmiş görüntüleriydi. Sovyet yatılı okulları, tüm öğrenciler gibi Sabitcan’ı da kültürel birikimlerinden soyutlamış ve bakış açılarını daraltarak tek bir ideolojinin formatına dönüştürmüştü. Juanjuanların barbarca bir köleleştirme yöntemine maruz kalarak bilincini yitiren Jolaman ise, köle insandı. Bu ebedî köle sahibinden hiçbir şey istemez, asla isyan etmez, sadece sadakatle söylenen şeyleri yapardı. Nayman Ana, oğlu Jolaman’ı çölde bulduğunda bir mankurt olsa da yaşıyor olması itibariyle sevindi. Ona kendi adını, babasını, geçmişini anımsatmaya gayret etti. Geceleyin oğluna çocukluğunda olduğu gibi ninniler söyledi. Fakat efendileri durumu fark etti ve Jolaman’a düşman olarak tanıttıkları annesini öldürmesini istedi. Yaralı bir kuş gibi oğlunu arayan Nayman Ana, oğlu tarafından kendine yöneltilmiş bir ok olduğunu gördü. Tüm çabasıyla oğlunu kurtarmaya çalışsa da Jolaman, okuyla annesini vurdu. Nayman Ana, devesinden düşerken başından yazması kayarak bir kuşa dönüştü ve “Baban adı Dönenbay” diye çığlık çığlığa oğlunun etrafında dönmeye başlayarak nesiller boyu hafızalara akan sembolik bir efsanenin oluşmasına kaynaklık etti. Tek boyutlu sistem formatına çekilmiş Sabitcan da Nayman Ana’nın mankurt oğlu Jolaman gibi kendisini kurtaracak olan her türlü anımsama girişimine kapalı olduğu için babası adına düzenlenen defin etkinliğini boş, anlamsız ve faydasız bir iş olarak görürdü.
Sabitcan ve Jolaman’a karşı yazar, kendine dönüşü gerçekleştirmek için deneyimsel-mimetik belleğin sesine yer verdi. Deneyimsel-mimetik belleğin sesi, yazarın benimsenmiş değerlerini temsil eden Yedigey’in söylemlerinde yansıma buldu. Sabitcan ve Jolaman’ın yanı sıra ötekileşmenin karakteristik bir örneği olan Tansıkbayev, öğrendiği masal, türkü ve efsaneleri Kazakça yazıp çocuklara aktarmak isteyen Abutalip’i, “unutulmuş, yararsız ata dilini canlandırmaya, milletlerin eritilmesini önlemeye çalışmak gibi zavallı bir çaba” (s. 88) ile suçladı. Abutalip, yazarın vicdanını sembolik boyutta yansıtan bir değerdi. Ülkesi için cephelerde savaşmış ve esir düştükten sonra da Yugoslav partizanlarıyla Almanlara karşı büyük bir mücadele vermişti. Ne var ki esir düştüğünde emir gereği kendisini öldüremediği için savaş dönüşü suçlandı ve bu süreçte yaşadığı psikolojik baskı ve işkenceden intihar ederek kurtuldu.
Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi (1970)’de dedesinden dinlediği masallardaki gibi Maral yavrusu olmak isteyen ve kendisine ait iki masalı olan çocuğun öyküsünü yansıttı. İlgi, şefkat ve anlayıştan yoksun bir cehennem yüzler diyarında yaşayan çocuk, annesini ve babasını hiç görmemişti. Anne şefkatini hep beklemekte ve özlemekte olan bu çocuk, maral yavrularına anneleri su içirirken bile eşlik etmekte, onları yalnız bırakmamaktaydı. Lakin kendi gerçeği, dinlediği masalların ve yaşadığı dünyanın kurallarına asla uymazdı. Çocuğun kendine, insanlığa ve en sonunda da efsanelere olan tüm inancını tahrip eden ve ‘anti insan’ kimliğiyle ‘değerlerin olması gerek’ sesine duyarsızlaşan Orozkul, mitin metaforik bir açılımı olan “Maral Ana Efsanesini” çocuğun hafızasından silmek istedi. Oysa mit, Buğu Ene’nin çocuklarına ulusallaşma veya sürüleşme/ötekileşme arasındaki keskin ve tehlikeli yol ayrımına geldiklerinde nasıl davranacaklarını söylerdi. İnsanlardan göremediği yakınlığı mitik anlatıyla süslediği Maral Ana’dan bekleyen çocuk, sabah uyandığında maralın öldürüldüğünü gördü ve o andan itibaren yaşamı artık anlamsız bir sürece dönüştü. En çok ilgiye muhtaç olduğu bir zamanda Orozkul tarafından en kaba şekilde tahkir edilip azarlanan çocuk, dedesinin Maral Ana’yı katletmesinden sonra dünyada tutunacak kimsesinin kalmadığını düşündü ve Beyaz Gemi’ye ulaşmak üzere kendini azgın ırmağın soğuk sularına bıraktı. Bu yaşamsal protesto, çocuk safiyetinin duyarsızlaşan insanımıza ve sayrılı dünya bilincimize duyduğu tepkiydi. O da Maral Ana gibi dünyayı kendi kendine zindan eden insanları terk etti. Böylece bozulan aile yapısı, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı gibi etkenler, yaşamın kara gücünün emrindeki insanlığın çocukça safiyetini yok ederek ölümün kucağına bırakmıştı.
Cengiz Aytmatov, Dişi Kurdun Rüyaları (1986)’nda ise, insan yazgısının evrendeki diğer canlı varlıklarla ilişkili olduğunu, birbirine ötekileşerek türünün ve evrenin düşmanı hâline dönüşen insanın, ebedî varoluş kaynaklarını nasıl tahrip ettiğini anlattı. Romanda başkişi Abdiyas, kilisenin doğmalarına karşı çıkan yenilikçi bir tipti. Kilisenin egemen gücü, Abdiyas’ta olduğu gibi doğmalarla uğraşanları “sürüden ayrılan koyunlar” (s. 123) diye nitelemekte ve onları ikna yoluyla sürüye yeniden katmaya çalışmaktaydı. Fakat ikna yöntemi başarılı olamadığı zaman bu kurum, aforozlama, soyutlama ve yakarak öldürme gibi oldukça ağır cezalarla kişilerin var olma mücadelelerini silmekteydi. Tanrı yerine “rubleye tapan (…) bozkırın gerçek sahiplerini katır kutur ezen muazzam ölüm makinelerini” durdurabileceğini sanan Abdiyas, para ve içkinin bütün benliklerini sildiği Kepa, Mişaş, Kandalov ve Bos tarafından ölesiye dövüldü, içki içmeye ve Tanrı’yı inkâr etmeye zorlandı. Romanda içkinin ve sistemin uyuşturduğu Bos, Kandalov, Mişaş, Kepa, Hamlet, Galkin, Uzukbay ve Bazarbay, tekleşme bağlamındaki anti-insan olgusunun kişileşmiş biçimleriydi. Bu insanların hayata ve dünyaya yönelişleri üzerinden ötekileşme sürecini ele alan yazar, insanın içindeki özle dünyayı hem cennete hem de cehenneme dönüştürebileceği düşüncesini yansıttı.
Cengiz Aytmatov, Kassandra Damgası (1995)’nda; savaşta düşman askerlerince tecavüze uğrayan bir kadının karnında günah tohumu olarak taşıdığı ve doğduktan sonra da terk ettiği Andrey Krıstılov’un öyküsünü anlattı. Annesi tarafından yetiştirme yurdunun soğuk kar kütünlerine bırakılan Andrey, X-fert projesini metruk kişiliğiyle yönlendiren başkişiydi. Kuluçka makinelerinde robot insanlar üretmeyi amaçlayan Andrey Krıstılov, X-fert projesiyle kendini dünyaya zorla davet eden anlayıştan, hiç görmediği ama hep özlemini duyduğu anne ve babasından, kendisini aşağılayan toplumdan ve tüm bu felaketleri küresel boyutta yayan insanlıktan öç almak isteyen bir karakterdi.
Andrey Krıstılov, kendisini toplumsal tine taşıyacak, tarihselliği kavratacak ve onu ‘monad ben’ olmaktan kurtaracak hiçbir mimetik bellek formuna sahip değildi. Bu yüzden yaşamın kutsallığı, sonsuzluğu ve insanın tarihselliği gibi konular ona pek anlam ifade etmezdi. Yetiştirme yurtlarında büyümesi, kendisini besleyecek, zenginleştirecek ve çoğaltacak bir aile ortamından yoksun oluşu, onu tüm insani değerlere yabancılaştırdı. Bu bakımdan Andrey, mahkûm kadın Runa ile tanışıncaya kadar insanca sevgi ve duygulanmalara oldukça uzak bir kişiliğe sahipti. X-fert projesini gerçekleştirmek için cezaevindeki kadınları denek olarak seçen Andrey, mahkûm kadın Runa’nın söylemleri sonrası hayata ve insan bakış açısını yeniden sorgulamaya başladı. Zira Runa, Krıstılov’un içindeki anne izleğine yeniden hayat kazandırdı ve Krıstılov, bu izleğe tutunarak kendisini ötekileştiren kötücül güçten kurtardı. Runa adlı mahkum kadının yaşamı pahasına uyanan bu yitik yüz, X-fert projesinin insanlık hafızasında ne denli sonuçlar yaratacağının farkına vardı ve büyük bir değişim yaşayarak Rahip Filofey adını aldı. Uzaya çıkan Filofey, deneyimlerinden edindiği bilgileri tüm insanlığa aktarmak isterken, politik endişeleri her türlü ahlaki değerin önüne geçen kitlesel güçle karşılaştı. Kendilerine daha üst düzey bir dünyadan bilgi veren kişileri önce lanteleyip sonra intihara sürükleyen kitle, Filofey’in de uzaydan düşürülmesini talep etti. Fakat Filofey, kendisine başka bir gözle bakmayı reddeden insanların arasına katılmaktansa kendini uzayın boşluğuna fırlatarak intihar etmeyi tercih etti. Filofey’in intiharı, bir bakıma kendi özü dışında hiç bir şeyi umursamayan bilimin karanlık koğuşundan sersemlemiş olarak çıkan uygarlığın intiharı olarak da görülebilirdi.
Cengiz Aytmatov, Al Yazmalım Selvi Boylum (1963)’da yüreğinden ve sevgisinden başka sığınağı olmayan Asel’in yaşamını öyküledi. Başkişi Asel, aşkla her tür güçlüğe karşı koyabileceğini düşünen bir kadın iken; yetimler yurdunda büyümüş, maddi varlığı olmayan kimsesiz İlyas, Asel’in soylu sevgisine layık olamayacak ve ona ihanet edecekti. Aşkın safiyeti, ihanetin olduğu yeri terk etti, uçup gitti. Nitekim Asel, Samet’i alıp anlatı boyunca gizemli yönelimleri simgeleyen Tiyan-Şan yollarına düştü. Tiyan Şan yolunda Baytemir’le karşılaştı. Asel-Baytemir ilişkisi, kışın zor koşullarında kurulan kaçınılmaz bir ilişkiydi. Ayrılması, inkâr edilmesi, önlenmesi güçtü. İlyas’la yollarının ayrıldığını bildiği hâlde onu unutamayan, İlyas’ı ruhunda yaşatan Asel, Baytemir'le yaşamını devam ettirme kararı aldı. Dolayısıyla Asel, Baytemir’le beraberliğini yücelterek, ölümünü sevmeye çalışan bir insanın trajiğini yaşadı; böylece soylu sevgisiyle, ebedi suskunluğa, mutsuzluğa mahkûm edildi.
Cengiz Aytmatov, Elveda Gülsarı (1968)’da, kolektif mülkiyet anlayışının, nesneler belleğinden kendilik bilincini nasıl sildiğini ve ne denli yıkıcı sonuçlar doğurduğunu anlattı. Dağlar Devrildiğinde/Ebedi Nişanlı (2007) adlı romanında, insanın kaderiyle ilgili sorunlara yer veren Cengiz Aytmatov, evrenin bilinci olan insanın hırslarına yenildiğinde kıyameti hazırlayan yıkımın gücüne nasıl kolayca dönüşebildiğini gösterdi.
Cengiz Aytmatov, romanlarında ele aldığı ötekileşme sorununu ve kendine dönüş izleklerini öykülerinde hemen hemen aynı bakış açısıyla anlattı. Söz gelimi Toprak Ana (1963) adlı uzun öyküde Cengiz Aytmatov, savaşta kocasını, oğullarını ve işleyen bu felaket süreci sonunda gelini Aliman’ı kaybeden yaşlı Tolgonay’ın toprakla -mekânla- olağanüstü nitelikteki iletişimini yansıttı. Öyküde toprak, nesneler belleğinin bir ögesi iken; mimetik bellek, toprakla insanı bütünleştiren emeğin barınağıydı. Öyküde insani yitimlerimizi geciktiren, durduran ve bizi dünyaya açan kutsallığın adı olan emek, gündelik yaşam praksislerinin insanı insana ve insanı toprağa bağlayan gizemli yönünü de temsil etti.
Toprak Ana’da çalışkanlığıyla herkesin takdirini toplayan Savankul, oğulları Kasım, Maysalbek ve Caynak toprağın işlenmesinde, çevrenin dünyalaşmasında güç ve becerileriyle etkin olan insanlardı. Fakat savaş ve ölüm gibi iki büyük felaket, emeği ortaya çıkaran bu güçleri yaşamdan ebediyen silmişti. Tolgonay, geçmişteki ortak emeğin tarladaki izdüşümleriyle konuşurken, canice yönelimlerin iptal ettiği öteki yüzüyle konuşur ve kendini rehabilite ederdi. Zira Tolgonay’la tarlası arasında ortak geçmişlerinden beslenen derin bir dostluk bağı vardı. Tarla/toprak, her yıl kendisiyle yüzleşen, ona emek veren bu yalnız ve ölümlü varlığı, yaşlı bir anne şefkatiyle kucakladı. Tolgonay tarlasına baktıkça, onun yüzüne sinen geçmiş mutlu günleri anımsadı: evlilik heyecanı, ilk mahsulü dermenin coşkusu, çocuklarıyla toprağın tanıklığında gelişen, büyüyen sevgileri, yaşama olan inançları… Oysa savaş sonrası bu içtenliklerin hepsi, birer birer onu sonsuz acılar içinde bırakarak terk etmişlerdi. İnsanlığın kendisini yok etme hastalığının ürünü olan savaş, bütün değerleri, felaketlerin acılar yumağına dönüştürdüğü bu yaşlı kadını nesneler belleğinden silmişti. Artık Tolgonay’ın son dayanağı, geçmiş mutlu günlerinin tek tanığı olan ve emekleriyle ona ömürlerinin gizemini işledikleri sevgili tarla’sıydı. Tarla/toprak, yani “kutsal yerin ruhu” yalnız ve acılı evladını dinler, anlar ve üzülürdü. Tolgonay, kendi kaybettiklerine bu kadar içten yanan bir dost bulduğu için samimiyetle ona kendini açtı, bütün bir yaşanmışlığı toprakla yeniden paylaştı.
Cengiz Aytmatov, Cemile’yi ise iki farklı öykü üzerine kurguladı. Birincisinde yazar, kendisinden üstün olduğunu hazmedemeyen Sadık’ın Cemile’yi kaçırarak ona sahip olmasını, ikincisinde ise türkülerin refakatinde aynı yere bakarken ruhlarını bütünleştiren Cemile ve Danyar’ı yansıttı. Yazar, aşkın insan yaşamındaki en keskin ve en dramatik yönünü başkişi Cemile’nin şahsında anlattı. Cemile, Bakayır adlı dağ köyünden bir yılkıcının kızıydı. Atik, coşkulu ve saldırgan olan Cemile, bir at yarışında yendiği Sadık tarafından kaçırıldı ve onunla evlendi. Cemile’nin davranışlarında Sadık’la evlendikten sonra hiçbir değişim olmadı; türküler söyleyerek gezen, yüksek sesle konuşan, kahkahalar atan Cemile, Danyar’la karşılaştığında aynı coşkulu kişiliğe sahipti. Böylesine coşkun kişilik, emeğin, yolların ve türkülerin yakınlaştırdığı Danyar’a gönlünü kaptırdığında birden değişmeye başladı. Cemile Danyar’ı yüreğinde duymaya başladıktan sonra daha önce hiç olmadığı kadar dalgın ve suskun birine dönüştü. Aşkın insanı kendi içine yönelterek yüreğinin sesini dinlemeye zorlaması, insanın iç özgürlüğünü keşfetmesini sağladı. Bu durum, niteliksel değişimleri önceleyecek olan içsel bir aydınlanmaydı. Aytmatov da bu içsel aydınlamayı esas alarak Cemile ile birbirine olan sevgilerinden başka hiçbir şeyi olmayan bu iki insanın öyküsünü yansıttı.
İlk Öğretmen (1961)’de Cengiz Aytmatov, Öğretmen Duyşen’in yaşam serüvenini yansıttı. Karadağ silsilesinin çevirdiği Kurkureu Köyü’ne geldiği zaman sırtında yalnızca eski bir asker kaputu ve cebinde parti gençlik kollarının görev yazısı dışında bir şeyi olmayan Öğretmen Duyşen, yüzyıllarca cehaletin pençesinde kalmış insanlara okuma yazma öğretecek, onlara devrimi anlatacaktı. Köylülerin kendisini hoş karşılamamalarına ve yalnız bırakmalarına rağmen ülküsünden vazgeçmeyen Duyşen, ebeveynlerinin aksine çocuklara sevgiyle yaklaştı, gülümsedi. Bu empatik yaklaşım, bütün zorluklara rağmen çocukları okula çeken cezbeli bir kuvvete dönüştü. Duyşen’in başlangıçta hiç de inandırıcı olmayan ülküsü, köyün üstündeki tepeye diktiği kavak ağacıyla sembolik anlam kazandı. Yüzyıllarca unutulan köylü Kırgız çocukları, tırmandıkları bu kavak ağaçlarından yalnızca “rüzgârın yersel olmayan sesine kulak kabartmakla kalmaz”; içine kapalı yalıtık toplumdan dünyanın muazzam ve geniş bilgisine de açılırlardı. Aytmatov, İlk Öğretmen ile eğitimin insana dünyayı daha yüksekten görmeyi sağlayan bir perspektif sunduğunu yansıttığı gibi, kavak metaforuyla ise sonradan yazacağı eserlerde kendine dışarıdan bakmanın en uç noktasını oluşturan uzay boyutlu kurgulamaların da çekirdek imgesini yaratmış oldu.
Cengiz Aytmatov, Beyaz Yağmur (1990)’da çevreden bir dünya kurma mücadelesi veren ve ham Eski Oba topraklarını sürerek ekilebilir alanlara dönüştürürken farkında olmadan birbirlerine yakınlaşan Kasımcan ve Saadet’in öyküsünü yansıttı. Hikâyede yazar, toprağı işleme heyecanı ve ülküsüyle vahşi doğayı ıslah ederek daha verimli ve yaşanır kılmak isteyen Kasımcan ve Saadet’in, kendilerini yeryüzü etkinlikleriyle birbirlerine açarak ortak bir buluşma noktası yaratmaları konusu üzerinde önemle durdu.
Cengiz Aytmatov, Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek (1977)’i ilk defa av için denize açılan Kirisk’in serüveni üzerine kurdu. Deniz yolculuğunda Kirisk’in selameti için dedesi Orhan, babası Emrayin ve amcası oğlu Mılgın’ın kendilerini tereddütsüz feda edişlerini, denizin soğuk ve derin sularına dalan bu insanların Kirisk’in vicdanında yeniden doğuşlarını ele aldı.
Bu eserlerin yanı sıra Cengiz Aytmatov, Deve Gözü (1960)’nde toprak âşığı olan Kemal’in öyküsüne; 1964’te yazılan ama 1967 yılında Hasan Ali Ediz’in tercümesiyle yayımlanan Kızıl Elma’da anne özlemi duyan Anara’nın babasıyla yaşamına; Manas Destanı'ndan izler taşıyan ve 1975’te yayımlanan Erken Gelen Turnalar’da on beş yaşında savaş nedeniyle yalnız kalan ve erken büyümek zorunda olan Sultanmurat’ın mücadelesine; 1957’de yayımlanan Yüz Yüze’de asker kaçağı olan İsmail ile Seyde’nin tükenişlerine yer verdi. Bu anlatılar dışında Cengiz Aytamatov’un, Kazak yazar Kaltay Muhammedcanov ile birlikte yazılan Fujiyama isimli tiyatro türünde önemli bir eseri de bulunmaktadır. Cengiz Aytmatov, Kaltay Muhammedcanov ile birlikte yazdığı Fudziyamadagı Katır Tün (Fuji Dağının Tepesi, 1973) adlı tiyatro eserinde, insanın toplumdaki yerini ve sorumluluğunu anlattı. Muhtar Şahanov’la birlikte yazdığı Noç Vospominanny o Sokrate (Sokrat’ı Anma Gecesi, 2000) adlı tiyatro eserinde ise, şimdi ile geçmiş arasında bağ kurdu. Bu iki tiyatro çalışmasının yanı sıra "Yüz Yüze", "Cemile", "İlk Öğretmen" ve "Toprak Ana" adlı öyküleri de sahneye uyarlandı. Yazarın ayrıca, Küz Basındagı Anşının Zarı (Kuz Başındaki Avcının Çığlığı, 1997) ve Kindheit in Kirgisien (Çocukluğum, Zürich 1998, Haz. Friedrich Hitzer) adlı anı türündeki eserleri ile sosyal içerikli Manas Atanın Ak Kar-Kök Muzu ve Car Buyunda Bozdop Turğan Ançının İyi (Daysaku İkeda ile birlikte) adlı düşünce yazıları da bulunmaktadır.
Hem öykü hem roman hem de tiyatro türünde eserler veren Aytmatov’un genel olarak anlatılarına bakıldığında yazar, evrende varoluşsal anlamda işlenen suçların döngüsel olduğunu ve suçun onu işleyeni aşarak evrensel bir felakete kolayca dönüşebildiğini yansıttı. Bir insanın varlığı Mankurt oğuldaki gibi, kökensel olarak tahrip edildiğinde, bütün insanlığın varlığı tahrip edilmiş sayılırdı. Zira bellek mekânları tahrip edilerek ötekileştiren insanlar ve toplumlar hem kendileri hem de türleri için potansiyel bir tehdit kaynağıydı. Küreselleşen dünyada insanların ve toplumların, başkalarının varlık alanlarına saygı duymadan rahat etmeleri, yaşamaları mümkün değildi. İnsan böyle bir durumda, Dişi Kurdun Rüyaları’nda, oğlu Kence'yi kaçırarak kurda ateş eden ve oğluyla kurdu birlikte öldüren Boston gibi sürekli bir seçme içindedir. İşte yazgı, Aytmatov’un eserlerinde bu seçimler esnasında oluşan yüksek bir değer olarak sunulur.
Cengiz Aytmatov’un hemen hemen bütün anlatılarında, ateşten özlemlerle yolları beklenen bir baba imgesinin her zaman silüetini görmek mümkündü. Sözgelimi Beyaz Gemi’de kendini sulara atan çocuk, Gün Uzar Yüzyıl Olur’da çöle savrulan Abutalip’in çocukları, Cengiz Han’a Küsen Bulut (1990)’ta aşkı için öldürülen Yüzbaşı Erdene’nin oğlu, Kassandra Damgası’nda koca bir bebek olarak uzayın boşluğuna kendisini bırakan Keşiş Filofey, ateşten özlemlerle babalarının yollarını bekleyen karakterlerdi.
Cengiz Aytmatov’un anlatılarında savaş, insan etiyle beslenen azman bir dev gibi büyüyerek ilerlerken bütün bu dehşet anlarını belleğine yerleştiren Aytmatov, savaş sonrasında yazdığı öykü ve romanlarda; toprağın diliyle savaşın metafiziğini kurmaya ve sorgulamaya girişti. Söz gelimi; Yüz Yüze (1957), Erken Gelen Turnalar (1975), Cemile (1958), Oğulla Buluşma (1969), Toprak Ana (1963), Yıldırım Sesli Manasçı (1990), Gün Uzar Yüzyıl Olur (1980), Cengiz Han’a Küsen Bulut (1986), Dişi Kurdun Rüyaları (1990), Kassandra Damgası (1995) ve diğerleri bu durumun en karakteristik örnekleriydi. Bilhassa soğuk savaş döneminin yakıt insan tasavvuru ile mitik döneminin mankurt imgesini bütünleştiren yazar, çağımız insanını bekleyen köktenci ideolojik koşullanmaların tehlikelerine dikkat çekmek istedi. Aytmatov, mitik dönemlerin barbarca yabancılaştırma yöntemi olan mankurtlaşmayı çağdaş düzlemde yeniden açımlarken insan ruhunun temel körleşme alanlarına da işaret etti. Bu bağlamda Sovyetlerin Bolşevikleştirme politikası geniş bir coğrafyada tarihsel arka plan kültürleriyle yaşayan onlarca topluluk ve ulusu, acımasız bir asimilasyonun kurbanı hâline getirmiş ve kendisi kalmak isteyen milyonlarca insanın bellek mekânlarını tahrip etmişti. Hangi nedenle olursa olsun Cengiz Aytmatov’un eserlerinde ötekileşme bahtsızlığına uğramış insan ve topluluklar, “eve/anneye dönüş, anadile dönüş, insana dönüş, doğaya dönüş ve Tanrı’ya dönüş” gibi yeniden oluş biçimlerine tutunarak yeniden kendilerine dönebilirlerdi. Zira kendisi olmak, varlığın aktarılamaz ve ihmal edilemez biricik kaygısıydı.
Eserlerini kendisi olma kaygısının refakatinde biçimlendiren Cengiz Aytmatov, evrenin bilincinde gelecek adına yanan bir çıraydı. Suların, toprağın, ateşin ve rüzgârın sırrını ödünçleyen bu bilge insan, anlatılarına dönüşen varlığıyla daha nice yüzyıllar yaşamaya ve bir sis çanı gibi insanlığı uyarmaya devam edecekti.