« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

25 Tem

2007

Ayşe’nin Yazgısı

Refik Halit KARAY 25 Temmuz 2007

Anası, Antikacıların evini oğmak için gittikten sonra yalnız kalan Ayşe bahçedeki çıkrıklı kuyudan çektiği suyu sabahtan beri ocağın üstünde duran kazana döktü ve patiska entarisinin eteklerini kuşağına sıkıştırıp çömeldi; sepetteki çamaşırları çitilemeye başladı.


Ana kız "Abdinin köşkü" denilen bu yıkık, korkunç, yalnız kovukta bekçi gibi oturuyorlardı. Bundan kırk sene önce, kimbilir nasıl bir eğlence fikrine hizmet için yapılmış, fakat o zamandanberi kullanılmayan bu ev, yıkık duvarları, çökmüş çatısı, dökülmüş kafesleri, her taraftan ayrılmış sıvalarıyle eski bir mezar gibi ölümü düşündüren bir hal almıştı. Onda her ilişen bakışı korkutan bir renk, her geçene: "Siz de herkes de benim gibi olacaksınız, yıkık duvarlar kirli yosunlu, iğri bir taş; üzerinde eşinen bir iki köpek, o kadar!…" diyen bir ses vardı. Her yönünden deve dikenleri fırlamış olan bahçesinde, hep açık kapısından mahzen gibi karanlık bir oyuk içinde tavan tahtaları seçilen ahırında, samanlı gübreler yığılmıştı; üzerinde bir sürü tavuk sürekli eşiniyordu. Kuyunun yanındaki incir ağaçları bu yıkıntının eksiğini tamamlıyor, her yıl daha fazla kuvvetlenerek nankör dallarıyle eve yaslanıyordu.


Uzakta, bir yönde denize doğru çoğu zaman sisler, buğular içinde kalan şehir görünüyor, geniş bir çiftlik arazisi olan öbür yönünde, ilerideki dağlara kadar ise bir ağıl bile göze çarpmıyordu.


Ayşe'nin önündeki leğenden sabun köpükleri taşıyor, bembeyaz buruşuklarla büzülmüş olan ellerinin her hareketinde saçlarına, çıplak bacaklarına, arasıra gözlerine fırlıyordu; bunların içinden bazı inatçıları da sürekli karnına düşüyor, soluk entarisini pembe etine yapıştırıyordu.


Kazandaki su kaynadıkça kireç gibi bir renk alıyor, içindeki baloncuklar irileşerek şişiyordu.


Dışarıda sıcak bir güneş iki gün önceki yağmurlarının nemini bu süprüntülükten çekiyordu.


Şimdi, hiçbir yönde bir nefes bile yoktu; fırtınadan önceki ağır, dertli durgunluk içinde; gübreleri karıştıran serçelerin cıvıltısı işitiliyordu. Ayşe mutfağın demir parmaklıklı yüksek penceresinden, arasıra doğrularak göğe bakıyor, semanın bir tarafından barut renkli şişkin bulutlar vadide gölgelerini sürükleyerek yürüyor ve yürüdükleri yerleri hep karaya boyuyorlardı. Üzerlerindeki karartının, kanatlarına yansımasıyla karasineklere dönen arılar, ahırın teneke kaplı penceresinin yanındaki delikten içeri kaçıyordu.


Ayşe nalınlarını sürükleyerek bahçedeki çamaşırları topladı, fistanı benek benek çıplak vücudüne yapışıyordu; ocağın ateşini çekti, yağmuru bekledi.


Önce avlunun su birikintisine bir iki damla düştü, sonra gök şiddetle çatladı, incirin yapraklarında bir gürültü koştu, yağmur dökülmeğe başladı. Yağıyor, yağıyor, sonu gelmiyordu. Her taraf ocağın içi gibi kapkara olmuştu. Bir kenarda yanan odunların gittikçe parlayan ışığı kirli sularda altın menevişlerini gezdiriyordu.


Ayşe bir yere vuruluyor gibi bir ses duydu, pencereye koştu; kapının siperinde bir erkek gördü; başında kalpak arakasında aba vardı. Kolunda asılı duran tüfeğin namlusu, yanındaki iri köpeğin kulaklarına dokunuyordu. Birden anladı, Antikacının oğlu avdan dönerken yağmura tutulmuş, evlerinde her zaman çamaşır yıkıyan, tahta silen bu kadının kulübesine sığınmıştı. Hatırına hiçbir şey gelmeyerek: "Kim o, ne istersin?" diye sordu.


Öbürü beklemediği bu ince, genç sesten şaşırarak: "Fatma Hanım burda değil mi?" dedi.


Ayşe hemen cevap verdi:


- O size gitti, tahta silmeğe, ne yapacaksınız?


Avcı yağmura tutulduğundan, yoluna devam etse sırılsıklam olacağından kapıyı açmasını söyledi, Ayşe ipi çekti, mutfağa kaçtı.


Yağmur saçma gibi yapraklara vuruyor; camlara serpiliyor, oluksuz damın her tarafından çarşaf gibi dökülüyordu.


Ali Bey, sofanın yıkık yerinden yağmur altında garipleşen, çamurları açılan yola bakıyordu. Ayşe kapının aralığından onu seyrediyordu. Erkek dönünce kızı, orada açık açık kendine bakar gördü; iki iri siyah gözün lezzetle bakışlarından bir şey; gururunu, şehvetini kışkırtan bir etki duydu, gülerek dedi ki:


- Kız sen, burada yalnız korkmuyor musun?


O, belki yalnız değildir diye bir tecrübe ediyordu; Ayşe cevap vermeden, vahşi bir utanç içinde kaçtı, Ali Bey arkasından atıldı. Kız, elleriyle yüzünü kapamış, üzerinde ıslak entarisi, ayağında nalınları, kazana dayanmış duruyordu. Vücudunda yabancı bir elin sıcak dokunmasını duyunca korkarak bağırdı, öbür köşeye kaçtı. Ali Bey bu yağmurdan, bu karanlıktan, bu çıplak, ateş gibi yanan vücuddan gitgide artan bir haz duyarak, izleyip kollarını açarak atıldı. Fakat mutfağın bir köşesinden yavaş yavaş dışarı sızan pis sular üzerinde ayakları kaydı, başı ocağın sivri taşlarına doğru yüzüstü bir korkuluk gibi devrildi. Öbürü dışarı fırladı. Bir süre evde yağmurun şakırtısından başka bir şey duyulmadı… Ayşe bu uzun bekleyişten bir şey anlamayarak, fakat bir korku duyarak kapıya yaklaştı, aralıktan baktı… Ali Bey arkasında abası, ayağında poturları, kirli sular içinde, o halde upuzun yatıyordu. Kız, kalbi bir canavar pençesi altında boğulmuş, her tarafı titreyerek önce oyun sanmak istediği bu yatışta bir ölü hali gördü, içeri koştu. Yerdeki suyun üzerinde pembe bir yol açılıyordu. Dokunmağa korkarak uzaktan baktı. Bu, pis sulara Ali Beyin çatlamış beyninden sızıyordu. Artık o bir ölü idi.


Ayşe'nin gözleri bulandı, yüreğinden sanki bir şey koptu; sapsarı, halsiz, orada bir yere dayandı. İnanamıyordu inanmak istemiyordu. Korktu. Kelimenin bütün anlamıyla korktu, gözünün gönünde bir halk kalabalık gördü; onun içinde askerler vardı, tüfekler parlıyordu, kılıçlar çekilmişti. Hemen yerinden fırladı, bir dürtüye uyarak bu pislenmiş cesedi oradan kaldırmağı düşündü; nasıl? Yöresine bakıyor, her yönü dinliyor, korkuyordu. Yağmur deminki şiddetle kaplamalara çarpıyordu. Camdan dışarıya uzandı; daha ilk bakışta ahırı, açık kapısından bir mezar gibi karanlığı kendine bakıyor gördü. Bunda bir çağırı sezdi. Yerini bulmuştu, iş onu oraya kadar götürmekti. Kendinde, on dokuzunu bulmamış bu soluk, sıska vücudu taşıyabilecek bir kuvvet duydu; iğrenerek ellerini sürdü, sırtüstü sürüklemeğe cesaret edemeyerek onu çevirdi. Ölünün açık duran gözleri bu davranışla kendi kendine kapandı.


Bu sırada sokak kapısını biri salladı, sonra tırmalamağa başladı. Ayşe deli gibi pencereye koştu. Ölenin köpeği iki ayağı üzerine kalkmış, sahibini arıyor, sabırsızlık gösteriyordu. Kız, cesareti bütün bütün kırılarak donakalmıştı; peki onu ne yapacaktı? Cesedi ahıra götürmek için bahçeden geçecekti, köpek sahibinin böyle çamurlar içinde bacaklarından sürüklenerek taşınmasına razı olacak mı? Hayvana yeniden baktı, kulaklarını dikmiş, içeriyi dinliyor, kısık sesler çıkarıyor, gözleri kapının aralığında bekliyordu… Ayşe şakaklarına doğru kesintisiz bir ağırlık çöktüğünü, ensesindeki damarların şiştiğini duyuyordu. Kalbi parçalanacak gibi vuruyor, gözlerinin önünde sinek gibi bir şeyler ağır ağır uçuyordu.


Ölmeğe özlem duydu. Fakat artık kararını vermişti, anası dönmeden her şeyi, hepsini temizliyecekti. Bakır maşrapayı mutfaktan kaptıktan sonra kapıyı iki parmak aralık etti, köpek kokluyarak burnunu uzattı, yavaş yavaş üç parmak, sonra bir o kadar daha açtı, mengene içinde gibi uzanan bu müthiş başa kuvvetinin bütün elverişiyle bir vuruş indirdi; maşrapa bir yöne düştü, köpek de oraya devrildi, bir süre çabaladıktan sonra kaskatı kaldı.


Yağmur şiddetini azaltmıştı, gene de yağıyordu. Önce ahırda paslı, kırık bir kürekle geçici bir çukur kazdı, sonra iki cesedi oraya sürükledi. Ölünün cebindeki saat daha işliyordu, onu alıp almamak için duraksadı, sonra bıraktı; gübre ile üzerini örttü, iliklerine kadar ıslanmıştı. Mutfağı temizledi, ocağa tencereyi astı; su kaynadıktan sonra fasulyeleri attı. İşi bitmişti; anasını bekledi.


Ertesi gün, sabahtan akşama kadar ahırda kalıp derin bir çukur kazdı, Ali Beyle köpeğini oraya sakladı, üzerlerine gübre çekti ve gece vücudunun yorgunluğu yardımiyle fikri uyuşmuş ölü gibi uyudu.


Köpeğiyle beraber izine raslanmayan Ali Beyin bu esrarlı kayboluşu her zaman olduğu gibi bir süre hayattakileri oyaladı, sonra yavaş yavaş silindi, gitti.


Bir ay sonra, genç bir köylü, yolda Ayşe'nin anasını çalışmağa gider gördü; o anda evde yalnız kalan kızını düşündü; hemen koştu, bahçenin yıkık bir deliğinden içeri atladı. Ayşe mutfakta odun kırıyordu. Kapının gıcırtısı üzerine başını çevirdi, ayakta kendine bakarak sırıtan köylüyü gördü; eliyle gözlerini kapadı; onu da düşürmemek, öldürmemek, o üzüntü ve acıyı bir daha çekmemek için, korunmasız kendini bıraktı.

Erenköy, 1909

Karay, Refik Halid (16. Basım) "Ayşe'nin Yazgısı". Memleket Hikayeleri. İstanbul: İnkılap Yayınları. Ss: 171-176

Ziyaret -> Toplam : 125,03 M - Bugn : 50967

ulkucudunya@ulkucudunya.com