Türkçülük, Muarızları Ve Düşmanları
Prof. Dr. Mehmet ERÖZ 01 Ocak 1970
Türkçülük fikrini, bin beşyüz yıl öncesine, Göktürkler’e kadar götürebiliriz. Göktürk hakanlarının, «Türk budunu» (Türk soyu, Türk kavmi) ile övünmeleri, onun iyilik, cesaret ve diğer meziyetlerinden bahsetmeleri, kusurlarını düzeltmeğe çalışmaları, bu hususu iyice ortaya koyar. Fikir, Kaşgarlı Mahmud’da zirvesine çıkar. Türklük sevgisi ile dolu olan bu Türk bilgini, Türk kavminin Allah indindeki değerini ve tarihî misyonunu, bir «hadîsi kudsî» naklederek anlatır. Ali Şîr Nevâî, Türk kültürünün hayranıdır ve Türk dilinin Farsça’dan hiç geri kalır yeri olmadığını gösterir.
Türkiye’deki bilginlerden Aşıkpaşa, Kemal Paşazade ve Vânî Mehmed Efendi’nin adından söz edilmelidir. Bilhassa sonuncusu, dar manâda Türkçü, Oğuz Türkçüsü idi ([1]).
Mefkurenin (idealin, ülkünün) Gelişmesi ve öncüleri 1848 de, Prag Kongresi’nde, Panislavizm’in temelleri atılmıştır. 1867 Moskova Kongresi’nde, Polonya ve Sırp temsilcileri bu cereyanın «Ruslaştırma» manâsına geldiğini söyleyip, karşı çıkmışlarsa da, sonraki yıllarda daha da güçlenmiştir ([2]). Panislavizmin emelleri, Macar ve Rusya’daki Türk aydınlarını korkutmuştur. Macarlar, Panislavizm ve Pancermenizm önünde çaresiz kalınca, Ural-Altay kavimlerini bir araya getirmeyi gaye edinen, «Panturanizm» fikrini ortaya atmışlardır. Türk, Fin, Macar ve Moğol kavimlerini birleştirmeyi hedef alıyordu. Gene bu sıralarda (1870 de), Budapeşte Üniversitesinde, dünyanın ilk «Türkoloji kürsüsü kurulmuştu. Macarlar bu fikre öyle heyecanla sarılmışlardı ki, Sultan Abdülhamid zamanında Macaristan’a gönderilen heyette bulunan, «Çağatay Lügati» yazarı, Türkçülerden, Buhara’lı Şeyh Süleyman Efendi’nin elini öpmek için sıraya giriyorlardı ([3]).
«Pan» sıfatı verilerek, «Pan-Türkizm» şeklinde anılan «Türkçülük» ise, «Bütün Türklük» fikrini savunuyor ve sadece Türkler’in birliğini düşünüyordu. Tanzimatçıların ve Genç Türkler’in (Yeni Osmanlılar’ın), Batı’yı taklitten öteye geçemiyen tutumları ve «Osmanlılık» veya «Osmanlıcılık» fikirleri, gittikçe gücünü ve manâsını kaybediyordu, işte bu sıralarda, Türkiye dışındaki Türkleri, onların meselelerini ve kültürlerini merak etmeye başlayan düşünürler, Osmanlı münevverleri ortaya çıktı. Bunlardan biri, sonradan «paşalık» ünvanı verilecek olan Ahmet Vefik Efendi (Paşa) dir. Ahmet Vefik Paşa, Osmanlıca (Oğuz lehçesi) üzerinde dururken, diğer Türk lehçeleri ile de ilgilenmiş; Çağatay lehçesini öğrenmiş, Ebülgazi Bahadır Han’ın «Şecere-i Türkî» sini de tercüme etmiştir. İstanbul Dariilfünunu’nda (üniversitesinde), umumî Türk tarihi müderrisi (profesörü) olmuş ve böylece, «Bütün Türklük» fikrini iyice benimsemiştir. Türk kültürüne bağlılığı dillere destan olmuş, bütün yaşayışı, giyim kuşamı, ev eşyası Türklüğün izini taşımıştır. Şemseddin Sami Bey, ünlü lugatları ile Türk dilini ve Türk kültürünü işliyor ve «Bütün Türklük» fikrine güç katıyordu.
Sultan Abdülaziz devrinde, askerî mektepler nazın olan «Süleyman Paşa», «Tarih-i Âlem» isimli tarihinde, Batı ve Doğu kaynaklarına dayanarak, Hunlar’a kadar çıkarak, bütün Türk tarihini işledi. Bu çalışmalar ve eserler, dış Türkler’e de tesir edecektir. Daha ilcriki yıllarda, bu kere, Türkiye’den ilham almış olan dış Türkler, Türkiye’ye tesir edecektir.
Türkiye İçinde ve Dışında Türkçülüğün Gelişmesi
Süleyman Paşa’dan sonra, Necip Asım ve Veled Çelebi, Türkçülük fikrinin öncülerinden oldular. Ahmet Mithat Efendi’nin Beykoz’daki yalısında. Cuma toplantılarında bu fikri geliştiriyorlardı (e). Yabancı ilim adamlarının, Türkoloji sahasındaki çalışmaları da, Türkçülüğün gelişmesinde rol oynamıştır.
Ondokuzuncu Yüzyılın ortalarında, Kırım’ın Bahçesaray’mın Gaspıra Köyünde, ileride Türk dünyasının büyük ideoloğu ve idealisti olacak bir çocuk dünyaya gelmişti. Orta tahsiline Rus askerî mekteplerinde devam eden bu çocuk, Rus milliyetçiliğinin ve Panislavizmin ortasında, yarının Türkçülüğünün ilk damlalarını, özüne dolduruyordu. Girit’te, Türkler’in Rumlar tarafından öldürüldüklerini duymuş, bir arkadaşı ile birlikte gizlice. Odesa’da vapura binmişti. Pasaportsuz olduğu anlaşılınca yakalanıp, ailesine teslim edilmişti. Artık Rus mektebine dönmemiş, bir müddet Türk mekteplerinde Rusça öğretmenliği yapmış, sonra da Paris’e gitmiştir. 1872 -1975 arasında Paris’te kalmış, mücadele ile hayatını kazanmış, bilgisini arttırmış ve Batı’yı içinden tanıma fırsatını bulmuştur. Rusça ve Fransızca bilen bir Türk
olarak, Osmanlı Ordusunda zabit olmak için İstanbul’a gel miş, fakat teşebbüsleri boşa gitmiştir. Bir rivayete göre sadrazam, meşhur Rus sefiri Ignatiyef’e bu müracaatı bildirmiştir. İsmail Bey Kınm’a dönmüş, gazete çıkarma isteği reddedilince, öğretmenliğe başlamıştır, öğretim ve eğitim (terbiye) metodlarına yenilik getirmişti. Bu yüzden usulüne, «Usul-ü cedit» (yeni metod) adı verildi. Yeni esaslarla, Batı ilim ve tekniğini edinmeyi, Türk çocuklarını yetiştirmeyi, Türk dünyasını uyandırmayı tasarlıyan bu yol, eski usulcü- ler (medreseciler) tarafından hücuma uğramışsa da, hızla bütün dış Türk dünyasına yayılmıştır. Süleyman Paşa ve Şemseddin Sami Beylerin fikirlerinden de çok şey edinmiş olan İsmail Bey, nihayet müsaade alarak, gazete çıkarma emeline nail olmuştur. «Tercüman» adlı gazetesi, 1883 te, yarısı Rusça, yansı Türkçe olarak çıkmağa başlamıştır. Gazetenin şiarı, «Dilde, fikirde, işde birlik»tiT. Bütün dünya Türklerinin aynı ağızla konuşmaları, «Boğaziçinin sandalcısından, Kaşgar’ın devecisine kadar» aynı kelimelerle anlaşmaları, ortak bir edebî dilin doğması, fikir birliği doğuracak ve ona dayanan «iş», «hareket», «aksiyon», yani dünya Türklerinin birliği doğacaktır (T). İstanbul’dan, Doğu Türkistan’a kadar her yerde aranıyor, okunuyordu. O devrin şartlarına göre, çok yüksek bir rakam olan, beşbin rakamına ulaşmıştı. Rusya’nın müslüman ve Türk tebaası üzerinde ihtisas sahibi sayılan Misyoner İlminsky ve Profesör Simirnov gibi nüfuzlu müsteşrikler, gazetenin yayımlanmasına izin verilmesinin «siyasî bir hata» olduğunu söylüyorlardı. ([4]) öte yandan, Rus gizli polisi Okhrana’nm bir raporunda, adı geçen gazetede ve bu yolda yürüyen diğer Türk gazetelerinde görülen İslâm propagandasının, Pan-Türkizmi örten bir perde olduğu söyleniyordu (°).
***
Gaspıralı İsmail Bey, karısının ziynet eşyalarını, evindeki eşyaları satarak, gazetesini çıkarmağa devam etti. “Tercüman”ın kapatılması için birçok teşebbüsler olduysa da, İsmail Bey’in zekâ, maharet ve enerjisi bütün Türk ve İslâm düşmanlarının entrikalarına mukabele ile, yirmi otuz milyonluk Türk kitlesinin kendi dilinde çıkan bu ufacık haftalık yegâne gazetenin yayınının devamını sağlayabilmiştir» ([5]).
Türklük ve Müslümanlığa sıkı sıkı sarılarak, Batı’nın ilim ve tekniğini alma şeklindeki sentezi ve diğer fikirleri, Türkiye Türklerinden başka, Kırım, Kazan, Azerbaycan ve Türkistan Türklerine de tesir etmiştir.
Azerbaycan’da, dış Türk dünyasının ilk gazetesi olan «Ekinci», 1875 te, Hasan Bey Zerdabî tarafından çıkarılmıştı. Milliyetçilik fikrini çok üstü kapalı işliyordu. 1878 de, Os- manlı-Rus harbi sırasında kapandı. Tercüman’ın yaptığı hizmet gibi bir hizmet göremedi. Zaten satışı da bine bile ulaşamamıştı (ıx).
İsmail Bey’i takip eden birçok Türkçü yetişti: Yusuf Akçura, Hüseyinzade Ali Bey, Ağaoğlu Ahmet Bey, Sadri Maksudi (Arsal), Zeki Velidi (Togan), Abdullah Battal (Taymas) ve diğer birçok düşünür ve hareket adamı. 1905’te yapılan Rus-Japon harbinden sonra, Rusya bir ideoloji kazanı haline gelmişti. 1917 yılına kadar süren bu çalkantı esnasında Türkler, ne yazık ki birşey elde edemediler. Duma’daki (Rus Meclisindeki), Kongrelerdeki çalışmalar neticesiz kaldı. Türk ve İslâm topluluklarının, Rusya’nın her yerinden gönderdikleri temsilcilerle yapılan bu kongrelerde alman kararlar, kuvveden fiile geçirilemedi. Rus Çarlığının çöküşü sırasında, tutulacak yol’da anlaşma sağlanamadı. Kimi muhtariyet, kimi federasyon fikrinde oldu; mahallî milliyetçiliklerin hayli tesiri görüldü. Gaspıra’lı İsmail Bey başta olmak üzere, Kırım ve Kazan Türklerinin ve Azerbaycan Türklerinin çalışmaları semeresiz kaldı. Gökalp, 1918 yılında «Yeni Mecmua»da yazdığı, «Rusya Türkleri Ne Yapmalıdır-» başlıklı makalesinde, «kabile şuurlan»nın «marazî hâdise» olduğunu, onun terkedilerek, yerine «millî şuur»un getirilmesi gerektiğini söylüyordu. Fakat iş işten geçmişti. Orta Asya’da, «Birlik Tuvn, «Uluğ Türkistan», «Türk Söz ve El Bayrağı», «Turan», «Hürriyet» gazeteleri «Bütün Türklük» fikrini işlemeğe başlamışlarsa da, Ruslar, Türk ülkelerini bir bir işgal etti, Enver Paşa ve Basmacıları yok edildi. Bu fikirler öldürülememiş, sadece çok sert tedbirlerle, su yüzüne çıkması önlenmektedir. Çolpan’ın şiirleri halâ hafızalardadır. Hepsinin ümidi Türkiye’dedir ([6]).
1908 lerden itibaren, Türk Derneği, Türk Ocağı ve Türk Yurdu etrafında gittikçe gelişen Türkçülük, Ziya Gökalp tarafından sistemleştirilmiştir. Prof. Zeki Velidi Togan, Ziya Gökalp’i «Türkçülüğün manevî rehberi olarak kabul etmeli- yiz» diyor ve şunları ekliyor: «Yanlışlan, eksikleri varsa tamamlamalıyız» ([7]). Gökalp’in geliştirdiği Türkçülüğü, kültürel esaslan üzerinde yürütmek, siyasetten uzak tutmak faydalı olur. Ancak, Türk dünyasımn kurtuluşu ve birliği de, bir ideal olarak gönüllerde yaşamalıdır.
Türkçülüğün Muarızları
Türkçülüğü çekemeyenler, sevmiyenler, onu hazmedemiyenler çoktur. Birkaç misalle yetinecek, fikrî seviyesi dişe dokunur olmayanlara dokunmayacağız. Bunlar arasında, «İslâm’ın kavmiyete karşı olduğu» iddiasıyla, Türk düşmanlığı yapanlar da vardır. Gerçek Müslüman olan, Türk kavmini nasıl sevmez? Tarihi bilen, bunu yapar mı? Onlan ele almağa, ne vaktimiz, ne de yerimiz müsaittir.
Türkiye’de sekiz yıl kalarak Türkçeyi öğrenen, David Hotham adındaki bir İngiliz’in, Türkiye hakkındaki bir yazısı, bir gazetede yayımlandı (Milliyet, Nisan-Mayıs 1973). «Etnolog ve tarihçi değilim» diyen yazar; Türkiye Türkleri’nin, Rusya’daki ve Batı Çin’deki Türkler’den apayrı bir milliyete, Anadolu milliyetine mensup bir kavim olduğunu ispatlama işini, kendisine vazife edinmiş. «Türk istilâsından sonra», yerli kavimlerle Türkler arasında, tersine bir kültür aktarması olmuş. Yazara göre, Anadolu’daki topluluklar şunlardır: Hititler’den öncekiler, Hititler, Frikyalılar, Lidyalılar, Keltler, Yahudiler, Yunanlılar, Romanlılar, Ermeniler, Moğollar. Yazar, tez’ine şöyle devam ediyor: «Asya’dan gelen bir avuç Türk, kendilerini hazır mevcudun ortasına katmış, böylece bir Anadolu karışımı, aşağı yukarı önceden neyse, öyle devam edip gitmiştir. Bütün mesele, kalabalık karışımın Türkleri hazmedip arasında eritmesi gerekirken, sayıca az Türklerin, yerli halka damgasını basacak derecede kuvvetli çıkmalarıdır. Bunun sonucu olarak da, önceden var olan kavimler, Türkçe konuşan Müslüman bir halk haline dönmüş» tür (Milliyet, 22 Nisan 1973, 1 Mayıs 1973).
Kültür değişmesi ve sosyal değişme hakkında, sosyologlara ve antropologlara yol gösterecek (!) bir teori. Türkler «bir avuç» olduğu halde, erimiyor, eritiyorlar; dinlerini ve dillerini, kalabalık yerli ahaliye kabul ettiriyorlar. Üstelik, biraz aşağıda adından ve görüşünden bahsedeceğimiz bir yazarın deyimiyle, «iptidaî bir göçebe kültürü» ne de sahiptirler. Bu yan-ilmî tez’in, sağlam bir yanı yoktur. Ona, «yarı» sıfatı bile cömertliktir. Bugünkü Rumlar, Ermeniler, Yahudiler olmasaydı, dediği belki doğru bir dereceye kadar doğru olabilirdi. Anadolu’nun pek az sayıdaki-zelzele, bulaşıcı hastalık ve harplerden kurtulabilen – topluluklarını, Ermeni ve Rum kiliseleri, asırlar boyu bünyelerinde eritmiştir. Bundan başka, Anadolu’ya, Müslüman Türkler’den asırlar önce gelen Hıristiyan Türkler’in varlığını da unutmamalı. Yazar, «Pan-Türkizm» den korkmakta ve milliyetçiliğin, sağcıların inhisarında olmadığım söylemektedir. Yazara göre, solcular da milliyetçidir (!). Solcu olduğu anlaşılan bu İngiliz yazarının, Türkiye’ye kadar gelerek, Türk gazetesinde, Türkçülüğü ve Türk kültürünü ve milliyetini kötülemesi, anlaşılacak şey değildir.
İkinci misalimiz buna benzemiyor. Objektiflikten uzaklaştığı noktalar olmakla birlikte, İlmî seviye ve kalitesi mükemmeldir. Ele alacağımız eser, Uriel Heyd’in, Ziya Gökalp hakkındaki kitabıdır. Heyd, Gökalp’in Türkçülüğünü şöyle tenkit ediyor: Gökalp, milletin şuur altında yatan iddiaları canlandırmak için iki yol tutmuştur, tutulabileceğini söylemiştir:
1 – Eski Türklerin kültür ve tarihini araştırmak,
2 – Halkın kültürünü incelemek.
Gökalp’e göre, eski Türkler sayısız meziyetlere sahiptiler: Misafirperver idiler, alçak gönüllü idiler; fedakârdılar; yiğittiler; dürüsttüler. Bilhassa kendilerine boyun eğen kavimlere karşı davranışları çok insancay- dı. İdarecilerinin tek gayesi, bir barış düzeni kurmaktı. Dinlerinde taassub da yoktu, nefse eza da yoktu. İbadetin bediî cephesine bağlıydılar. Mefkûre (ülkü) ve şahsiyet, eski Türkler’in meçhulü değildi. Bu mefhumlar, yazısız ve yazılı kanunlarında ifadesini bulmuştur.
Taraf tutmayan bir tarihin, günün birinde, demokrasinin ve kadın haklarına saygının, Türkler arasında doğduğunu kabul edeceğini söyleyen Gökalp, eski Türklerde kadınların İçtimaî hayata katıldıklarını ve hattâ savaşlara bile iştirak ettiklerini söyler. Gökalp’in bu fikirlerini nakleden Uriel Heyd’e göre, «Bu ideal tablonun oturduğu zemin, değersiz ve cılız birkaç delilden ibaret»tir. Herder’in iddialarına benzemektedir.
Bunlara cevap vermeğe çalışmazdan önce, Hey d’in, bu konudaki birkaç sözünü daha aktaralım. Heyd, şöyle devam ediyor: «Gökalp, soyunun asaletine iman etmekle kalmaz, sahneye bir başka mit (üsture) de çıkarır. Bir çok milliyetçi ideolog’da şahit olduğumuz bu mit, kavminin büyük bir misyonu olduğu mitidir. Tarihten Türk soyunun ahlâkî üstünlüğünü öğrenen Gökalp, Türk milletinin tarihî misyonunu en üstün faziletleri gerçekleştirmek» ve fedakârlık ve kahramanlık menkıbelerinin imkânsız olmadığını ispatlamaktır, der.
Gökalp’in bu fikirlerini aktaran Heyd’in iddiasına göre, Gökalp’in dikkatten uzak tuttuğu bir hakikat vardır. O da şudur: «İlkel kabilelerden ibaret olan eski Türkler, ileri bir medeniyetin kusurlarından da meziyetlerinden de yoksundular. XX. yüzyılda göçebe bir kavmin kültürel kıymetlerine dönmek teşebbüsü tam manâsıyla» yanlış bir iştir. Heyd, Gökalpin ölümünden sonra, Türkçülük yolunda ilerleyen Türk bilginlerinin ilmî araştırmaları, ne kadar değerli olursa olsun, «modern Türkiye’nin (kültürel gelişmesine) etkileri olmamıştır» hükmünü veriyor ([8]).
Adı geçen eseri Türkçeye çeviren, değerli fikir adamı Cemil Meriç Beyin, bu acı tenkit ve ithamlar karşısında susması, bir not düşmemesi, şaşırtıcıdır. İstanbul Üniversitesinden mezun olan Heyd’e demek birşey verememişiz. Amerika’lı sosyolog Zimmerman kadar objektif davransa yeterdi. O, «Türk inkılâbının fikir babası, manevî babası Gökalp’tir» diyor (ın). Heyd, eski Türk kültürü üzerinde kalem oynatmış yerli ve yabancı yazarları incelemesin zarar yok, sadece kendi soyundan olan Vambery ile Leon Cahun’u okusa yeterdi.
O zaman, büyük devletler, imparatorluklar kuran bir kavmin kültürünün, «ilkel» (iptidaî) olmadığı hakikatim teslim edecekti. Eğer her göçebe kabile kültürü iptidaî ise, göçebe İbranilerin kültürü de iptidaî olmak gerekir. Kendisi niçin, hemen hemen ölü olan bir dil ve kültürü canlandırmağa çalışanlar arasında yer alıyor? Türk aydınlarının, yaşayan bir dile ve canlı bir kültüre sahip çıkmaları niçin yadırganıyor? «Sizin ülkenizde insafın yeri yok mu?» diye bir söz vardır. Onlara hak olan, bize hak değil mi? Heyd, eserinin önsözünde şöyle diyor: «Kitabımız önce İbranice olarak yazılmış ve Kudüs’teki İbranî Üniversitesi tarafından filoloji doktorası tezi olarak kabul edilmiştir» diyor.
İkibin yıl öncesinin ölü diline ve kültürüne dönmeyi kendisine hak bilen Heyd, acep niçin bizim eski Türk kültüründen ilham almamızdan gocunur? Gökalp’in ve onun izinden gidenlerin bu yöndeki çalışmalarından tedirgindir? Söylenecek söz, verilecek cevap kitap hacminde olur. Şimdilik bu kadarla yetiniyor ve üçüncü yazara geçiyoruz.
Ele alacağımız üçüncü eser, Amerika’lı yazar, Jacob M. Landau’un, «Pan-Turkism In Turkey, London, 1981» (Türkiye’de Pan-Türkizm) adlı eseridir. Yazar, Türkçe ve Rusça dahil, birçok dildeki kaynağı konuşturan ve Türkiye üzerinde ihtisaslaşan veya ihtisaslaşmakta olan, çok dikkatli bir araştırıcıdır. Türkiye üzerine başka bir eseri daha çıkmış ve Türkçeye tercüme edilmişti. Eserin, yorulmak bilmiyen bir insanın çalışmasının ürünü olduğu anlaşılıyor.
Rusya’daki dış Türklerin meselelerini ele alırken, daha yumuşak dil kullandığı, biraz daha objektif olduğu gözden kaçmıyor. Cumhuriyet devri öncesi Türkiye’sindeki Türkçülük hareketleri ile ilgili satırlarında da, keskin bir dil görülmüyor. Dış Türkler hakkında yazan bir çok yabancı araştırıcının (Kolarz, Hostler, Wheeler gibi), meseleleri objektif olarak gözler önüne sermelerinin, bunda dahli olsa gerektir. Amma, iş Türkiye’ye ve cumhuriyet devrine geldi mi, o zaman iş değişiyor. Landau’nun buradaki hükmü keskin, üslûbu acıdır. Üzerine «Pan» damgası bastığı «Türkçülük» hakkında yapılan bütün çalışmaları, «propaganda» olarak görüyor. Pan-Türkistler, «aktif Pan-Türkist propagandası» m hızlandırmış; «Komünizm»i, gittikçe artan bir şekilde «şa- mar-oğlam» (Whipping-boy) haline getirmişler ve 3 Mayıs 1944’de «sokaklara dökülmüşler» (sf. 94, 111, 112, 113, 114). Bu «Pan-Türkist propaganda», Kıbrıs Türkleri arasına da sıçratılmış. Hattâ, Çin istilâsı karşısında vatanını terkederek, ikinci vatan Türkiye’ye sığınan İsa Yusuf Alptekin’in, 1960 yılında Johnson’a, Chiang-Kai-Sheke, Arap Birliği Genel Sekreteri Azzam’a ve başkalarına, «muhtıra» vermesi de, yazara göre, «Pan-Türkist Propagandasıdır» (sf. 115).
Elli yıldır esir Türklerin dâvası için mücadele eden İsa Yusuf Bey, Türkçe, Arapça ve İngilizce olarak hazırlanan «muhtıra»sının sonunda şöyle haykırır: «Bütün İslâm memleketlerinden ve Hür Dünya devletlerinden, Kızıl Çin ve Rus emperyalizmi altında her türlü insan hak ve hürriyetlerinden mahrum olarak yaşayan, müslüman Türk halkının dâvasını bir an önce Birleşmiş Milletler’e intikal ettirmelerini ve desteklemelerini talep ediyoruz. Kezâ İslâm devletlerinden ve Dünya İslâm Birliği Umumî Kâtipliğinden Kongre kararlarını, üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmelerini bekliyoruz» ([9]). Hüı* ve demokratik bir ülkenin insanı olan Landau’yu, çaresiz insanların bu feryadı hiç müteessir etmiyor.
O, «Komünizm»in, «şamar-oğlanı» haline getirilmesinden (!) yakınmaktadır.
Landau, ilmi faaliyet göstererek, pek çok değerli eser veren ve «mutedil bir Pan-Türkizm» yaptığını kabul ettiği Türk Kültürünü Araştırma Enstilüsü’nün faaliyetlerini bile, bir dereceye kadar propaganda saymakta ve komünizme karşı olan çalışmalarından tedirginlik duymaktadır (sf. 159). «Kültürel» Pan-Türkizm’e bağlı olan Prof. İbrahim Kafesoğlu’nun «Bütün Türklük» sözünden de memnun değildir (sf. 159). Bizim, «Türkistan’dan Kıbrıs’a Kadar Tek Bir Kültür» başlıklı makalemizden de epeyce rahatsız olduğu anlaşılıyor (sf. 156- 157). Landau. haber veriyor: Pan-Türkistler Türkiye’de 1950’ lerden sonra, «kültürel Pan-Türkizm propagandasına» hız vermişlerdir (sf. 132).
Anlaşılır şey değil: Türkiye’de «Türkçülük» benimsenmiyecek te, neye bağlanılacak? Landau, bunun da cevabını veriyor. Diyor ki: «Türkiye’deki mutediller», «Pan-Türkizmi romantik bir fantezi sayıyor; ırkçı ve şövenist görüyorlar.»
Ona göre bu hareket, küçük bir aydınlar, seçkinler hareketidir ([10]). Biraz aşağıda ise, Türkiye’ye gelen dış Türkler’in (Kınm’lı, Kazan’lı, Azerbaycanlı, Türkistanlı), sayıyı kabarttıklarını resmen açıklıyor (sf. 109). Landaunıın «Mutediller»i kimler ola acaba? O çevrelerden aldığı ilhamla, Atsız’la kardeşi Nejdet Sançar’ı «ırkçı Pan-Türkistler»in başında anıyor. Atsız’m, 1948 de İsrail Devleti kurulur kurulmaz bu konuda yazı yazması ve Sançar’m da, «Kızıllar, Farmasonlar, Siyonistler» başlıklı bir makale döşenmesi, yazarımızın öfkesini mucip olmuştur (sf. 127). Şakası yok; Landau bu konuda çok hassastır. Siyonizm’e lâf söyletmez. Landau’ya göre «Siyonizm»in «Pan» karakteri çok zayıftır; o daha ziyade, mahallî bir milliyetçilik hareketidir. Yazarımızın tarifine göre «Siyonizm», «Bütün Yahudiler’i, ata yurtlarına (ana vatanlarına) getirerek, önları yeni bir millet ve devlet içinde şekillendirmek» gayesini taşıyan hareketin adıdır. 1917 Balfour Beyannamesi hükümleri doğrultusunda, «millî bir vatan»da (Filistin’de), sürgünlerin bir araya getirilmesine çalışan «siyonist hareket», önce İngiliz desteğine kavuşmuş, sonra da beynelmilel destek görmüştür (sf. 182, 185). Siyonizm’in «Pan» karakteri yoktur; bu vasıf, Pan-Türkizm’e, Pan-Arabizm’e, Pan-Cermenizm’e aittir (sf. 180-184).
Landau, Abdullah Battal Taymas’ın «Kazan Tatarlarından, «Kazan Türkleri* diye bahsetmesini beğenmiyor. Zeki Velidi Togan için de şöyle söyler: «Dış Türkler’in millî kurtuluşu ve siyasî birliği için, yorulmak bilmez bir şekilde mücadeleye girdi. Sovyet aleyhtarı amansız bir üslûpla, Türkistan’ın istiklâlini» istiyordu (sf. 82, 93).
Landau, Türkiye’deki Türkçülük hareketleri hakkında birçok kaynağa başvuruyor. Bunlar arasında dikkat çekici olanlardan birkaçı şunlardır: Muzaffer Şerif, İngiliz Elçilik Raporu, Agop Dil açar ve Prof. Z. Fahri Fındıkoğlu. (sf. 132). Yazar, Prof. Fındıkoğlu’nun Türkçülüğünden ve bu konuda, «Türk Yurdu»na (1968-1970 lerde) yazdığı değerli makaleden habersiz görünüyor.
Landau, «Irkçı» dediği «Pan-Türkizm» kadar, «kültürel» dediği «Pan-Türkizm»e de muarızdır. Onun için, Ziya Gökalp’in fikirleri de, Yusuf Ziya Ortaç’m ve Orhan Seyfi Orhon’un «Çınaraltı»sı da sevimsizdir (sf. 95). Yazar, «Ziya Gökalp, ırkçılığı takbih ediyordu» (sf. 92) dediği halde, onun fikirlerinden gene de hoşlanmaz.
İngilizler, Rus’ların Hindistan’a doğru sokulmasından endişe ederek, Türkçülük hareketini destekleme ihtiyacı duymuş ve bu maksatla Vambery ve diğer bazı bilginleri Orta Asya’ya göndermiş, eserler yayımlamışlardı. Birinci Dünya Harbi sırasında, bu cereyandan Almanlar’ın istifade etmesinden kaygı ve kuşku duyarak, karşı çıktılar. Enver Paşa ve Basmacılar’mı ve diğer Türk istiklâl (kurtuluş) hareketlerini desteklemediler. Ingiliz Genel Kurmayı’nın o tarihteki bir raporu da, bu endişeyi ve adı geçen harekete karşı duydukları antipatiyi gösterir ([11]).
Türkçülüğün Düşmanları
Şüphe yok ki, bunların başında Sovyetler Birliği ve Kızıl Çin gelir. Lenin, III. Enternasyonalin ikinci Kongresi (Moskova, 1920), «Pantürkizmin» Rusya için arzettiği tehlikeye dikkatleri çekiyordu. Stalin’in milliyet meselelerinde, baş yeri Türk meselesi alır ([12]). Büyük Sovyet Ansiklopedisi», «Türkiye’nin hâkimiyetini yaymak» maksadıyla hareket eden ve bu maksatla bütün Türkleri birleştirmeğe çalışan, «Türk gerici çevrelerinin şövenist doktrini» diye tarif eder. Yazının devamı şöyledir: Genç Türkler’den beri «tarih kalpazanları, bu halkların birliğini ve ortak ırkî bağlarını ispatlamak için mücadele» edegelmişlerdir ([13]). Türkçülük hareketleri hakkındaki Sovyet tezlerinden bazı kısa iktibasları, ileride (Kadro Hareketi ve Basmacılarla ilgili makalede) vereceğiz.
Sovyetler ve Kızıl Çin, hem ideolojik yönde, hem de sürgünler, tasfiyeler, Rus halkının Türk bölgelerine iskânı, sıkı İdarî tedbirler gibi fiilî yönlerden, Türklüğü ve dolayısiyle Türkçülüğü sindirmeğe, parçalamağa ve ortadan kaldırmağa çalışıyor. Türkiye’nin ilkin kültürel yönden hazırlıklı olması, bütün dünya Türklerine fikrî rehber olması gerekir. Bu iş, üniversitelerimize, aydınlarımıza, basınımıza düşmektedir.