Hz. Ali
599 - 661 01 Ocak 1970
Hazreti Ali, hicretten 23 yıl önce Receb ayının on üçüncü gününde bir rivayete göre Mekke´de Kabe´nin içinde doğmuştur. Tam adı Ali bin Ebu Talib Merkedî’dir. Babası Ebu Talib, annesi Fatıma bint Esed'dir. Peygamber efendimiz (S.A.V.)'in amcasının oğludur.
Hz. Ali, Peygamber Efendimizin amcası Ebû Talib'in oğluydu. Ebû Talib, maddi durumu iyi olmamasına rağmen, uzun yıllar Peygamber Efendimizi kendi yanında büyüttü. Hattâ o sofraya gelmeden ailesinden kimseyi yemeğe başlatmazdı. Çok tecrübelerle, Peygamberimizin bereket sebebi olduğunu biliyordu.
Resulullah (a.s.m.) Hz. Hatice ile evlendikten sonra, amcasının yükünü hafifletmek ve ona minnet borcunu ödemek düşüncesiyle Hz. Ali'yi yanına aldı. O sıralar Hz. Ali henüz 4-5 yaşlarında bir çocuktu. Bu sebeple, çocukluk yılları Peygamber Efendimizin terbiyesi altında geçti. Kâinatın Efendisi, peygamberlikle vazifelendirildiğinde, Hz. Ali on yaşında bulunuyordu. Ona ilk iman etme şerefine, kadınlardan Hz. Hatice, çocuklardan da Hz. Ali ermişti.
Hz. Ali, birgün Peygamberimizle Hz. Hatice'yi namaz kılarken görmüş, hayranlıkla seyre koyulmuştu. Namaz bitince hayranlığını gizleyemeyerek çocuksu bir edâyla, Peygamberimize, "Nedir bu yaptığınız?" diye sordu. Peygamber Efendimiz, "Ey Ali," dedi. "Bu Allah'ın beğendiği dindir. Seni bir olan Allah'a imana davet ediyorum. İnsanlara ne faydası, ne de zararı dokunmayan putlara tapmaktan sakındırıyorum." Böyle bir teklifle karşılaşan Hz. Ali, "Bunu babam Ebû Talib'e bir danışmam gerekir" dedi. Fakat Peygamberimiz henüz dâvâsını açıklamakla emredilmemişti. Bunun duyulmasını istemiyordu, "Ya Ali, söylediğimi kabul edersen et, etmezsen kimseye söyleme" buyurdu. O geceyi, düşünerek geçiren Hz. Ali, sabah olunca Resulullahın huzuruna çıktı ve yaşından beklenmeyecek bir şekilde şöyle dedi:
"Allah beni yaratırken Ebû Talib'e sormadı ki, ben de Ona ibadet etmek için gidip babama danışayım."
Hz. Ali, bu sözleriyle Resulullahın terbiyesinde yetişen bir kişiden beklenen olgunluğu göstererek îmanla şereflendi. Artık bundan sonra, Hz. Ali Resulullahı bir gölge gibi takip etti. Fakat anne ve babası başına bir iş gelir düşüncesiyle durumdan endişeye kapıldılar. Fakat Ebû Talib Resulullahla görüşüp onu dinledikten sonra, kendisine hak verdi. Kendisi Müslüman olmamakla beraber, Hz. Ali'nin Peygamberimize tâbi olmasına rıza gösterdi. Nitekim müşriklerin işkencesinden dolayı endişe eden hanımına Ebû Talib şu cevabı verdi:
"Eğer nefsim, Abdülmuttalib'in dinini bırakmak hususunda bana itaat etmiş olsaydı, ben de Muhammed'e tabi olurdum. Çünkü o halîmdir, emîndir, tahirdir."
Hz. Ali daha önce hiç puta tapmamıştı. Onlardan hep nefret ederdi. Mekke devri boyunca Peygamberimizin yanından hiç ayrılmadı. Hicret sırasında da Peygamber Efendimizin yatağına yatmakla mühim bir vazife gördü. Resulullah (a.s.m.) Hz. Ebû Bekir'le birlikte Mekke'yi terk etmeden önce Hz. Ali'den o gece kendi yatağında yatmasını istemişti. Yanında bulunan müşriklere ait emânetleri de kendisine bıraktı. Emânetleri sahiplerine verdikten sonra Medine'ye hicret etmesini söyledi. Müşrikler o gece Resulullahın evinin çevresini kuşattılar. Mevzilendikleri yerden günün ışıyıp Peygamber Efendimizin evinden çıkacağı anı gözetlemeye başladılar. Çünkü, o zamanın âdetlerine göre, bir insanı evinin içinde öldürmek büyük bir korkaklık sayılırdı. Resulullah, yatağına Hz. Ali'yi yatırıp gece yarısı evden çıktı. Yerden bir avuç toprak alıp müşriklerin üzerlerine attı ve Yasin Süresinin ilk sekiz âyetini okuyarak gözleri önünden çekip gitti. Müşriklerden hiçbiri kendisini görmemişti. Müşrikler hâlâ bekliyordu. Bir ara Resulullahın evden çıkmış olabileceğini düşündüler. Hâne-i Saadetin penceresinden baktılar. Hz. Ali'yi Peygamberimiz sandılar, "İşte Muhammed yatıyor" diyerek beklemeye devam ettiler.
Sabah olunca, daha fazla beklemeye tahammül edemeyip içeri daldılar. Yatakta Hz. Ali'yi görünce şaşkına döndüler. Peygamberimizin nerede olduğunu sordularsa da, Hz. Ali cevap vermedi. Müşrikler fazla üstelemediler, zaman kaybetmemek için etrafa adamlar saldılar. Oradan ayrılan Hz. Ali, emanetleri sahiplerine teslim etti. Üç gün sonra o da Medine'nin yolunu tuttu. Uzun ve yorucu yolculuktan sonra Medine'ye ulaştı.
Öyle ki ayaklarının altı yarılıp kabarmıştı. Peygamberimiz onun bu acıklı halini görünce şefkatinden göz yaşlarını tutamadı. Sonra da ayaklarının altını mübarek eliyle meshetti. lyileşmesi için duâda bulundu. O anda Hz. Ali'nin bütün ağrı ve sızılan geçti, şifa buldu.
Hz. Ali'nin en mümtaz vasfı, cesaret ve şecaatiydi. Katıldığı bütün savaşlarda kahramanlık ve cesaretin en güzel örneklerini göstermişti. Mesela, Uhud Savaşında müşriklerin bütün güçleriyle Peygamberimizi şehid etmek için saldırdıkları sırada vücudunu ona siper edenlerden biri de oydu.
Bir ara müşriklerden bir grup Resulullaha (a.s.m.) doğru geliyordu. Resulullah, Hz. Ali'ye müşrikleri karşılamasını emretti. Hz. Ali hücum edip hepsini darmadağın etti. Birisini de öldürdü. Az sonra bir başka grup daha saldırdı. Peygamberimiz onları da Hz. Ali'ye havale etti. Hz. Ali onlardan Şeybe bin Malik'i öldürdü.
Bunun üzerine Cebrail (a.s.) Peygamber Efendimize geldi ve "Ya Resulullahlah! Ali'nin yaptığı büyük bir iyilik ve civanmertliktir" dedi. Peygamberimiz de, "O bendendir, ben de ondanım" buyurarak Hz. Ali'yi taltif etti. Cebrail, "Ben de her ikinizdenim" buyurarak bu taltifi daha da låtifleştirdi. Bu sırada semadan şöyle bir ses işitildi: "Ali gibi yiğit, Zülfikar gibi kılıç olmaz."
Hz. Ali Uhud Savaşında müşrikler tarafından bir kaç defa yere düşürülmüş, ama her defasında Cebrail (a.s.) tarafından ayağa kaldırılmıştı. Hayber'in fethi güçlükle gerçekleşmişti. Çünkü Hayber, volkanik bir arazi üzerinde sağlam kalelerden meydana gelmiş bir yerleşim yeriydi. Medine'den sürgün edilen Yahudilerin çoğu burada oturuyordu. Muhasara devam ederken, bir gün Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
"Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki, Allah ve Resulü onu sever, o da Allah ve Resulünü sever. Allah onun eliyle fethi gerçekleştirecektir."
Bu söz üzerine mücahidleri bir merak sardı. Kimdi bu büyük şerefe nail olacak insan? Sahabîlerden birçoğu bu şerefe kendilerinin erişmesini arzuluyordu. Bunlardan biri de Hz. Ömer'di. Bu hâdise için, "Kumandanlığı o günkü kadar hiç bir zaman arzu etmedim. Sancak için çağırılırım ümidiyle bekledim" demiştir.
Herkes dört gözle sabahı bekliyordu. Nihayet beklenen an geldi. Peygamberimiz, "Sancağı getirin" buyurdu. Sancağı getirdiler. Resulullah (a.s.m.), "Ali nerededir?" buyurdu. Hz. Ali geldi, fakat gözlerinden rahatsızdı. Resulullah mübârek eliyle gözlerini meshetti. "Allah'ım! Sıcağın ve soğuğun sıkıntısını Ali'den gider" diye dua etti. Sonra da "Allah sana fethi nasip edinceye kadar yürü!" buyurdu. Gözlerinin ağrısı geçen Hz. Ali hedefe doğru ilerledi.
Hz. Ali, Resulullahın beyaz sancağını Hayber kalesinin önüne dikti. Bu arada Hayberlilerin kuvvetli ve cesur bir adamı kabul edilen Merhab, askerleriyle birlikte kaleden çıktı. İki kat zırh giymiş ve iki adet de kılıç kuşanmıştı. "Ben," diye kükredi, "arslanları bile kılıç ve mızrakla yere seren biriyimdir." Hz. Ali ise, "Ben de annemin bana Haydar adını taktığı insanım. Cesarette ormandaki en heybetli aslanlar gibiyim. Sizi yaşatmayacak, yere sereceğim" diye haykırdı.
Yapılan teke tek mücadelede Hz. Ali, Yahudilerin en kuvvetli adamı Merhab’ı ikiye bölerek yere serdi. Manzarayı gören Resulullah, "Sevininiz, artık Hayber'in fethi kolaylaştı" buyurdu. Bunun üzerine mücahitler hep birden hücuma geçip kaleyi ele geçirdiler.
Hz. Ali, Tebük Savaşı hariç, Peygamberimizle birlikte bütün savaşlara katıldı. Bu savaşa katılmamasının sebebi de Resulullahın Medine'de, onu yerine vekil bırakmasıydı.
Hz. Ali'nin bu faziletlerinin yanı sıra Peygamber Efendimizin en küçük ve en sevgili kızı Hz. Fâtima ile evlenmesi de onun için pek büyük bir şereftir. Peygamber Efendimizin Medine'ye teşriflerinden beş ay sonra Hz. Fatima, Hz. Ali ile nikâhlanmış, Hicretin 2. yılında Bedir Savaşından sonra da evlenmişlerdir.
Düğün için Resulullah (a.s.m.) Hz. Bilâl-i Habeşi'ye, "Dört beş avuç un ekmek yapılsın ve bir deve yavrusu kesilsin!" diye emretmiş. Bilâl-i Habeşi Hazretleri der ki,
"Ben yemeği getirdim, mübarek elini üstüne vurdu. Sonra Sahabeler taife taife gelip yediler gittiler. O yemekten geri kalan miktar için de dua etti. Bütün hanımlarına birer kâse gönderildi. Ayrıca emretti ki, "Hem yesinler, hem de yanlarına gelenlere yedirsinler."
Evet böyle mübârek bir evlilikte, elbette böyle bir bereket lâzımdır ve vukuu katidir. Birer sene arayla bu mübarek evlilikten Hz. Hasan ve Hüseyin'in dünyaya gelişi, Peygamber Efendimizi çok sevindirdi. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) nur torunları Hz. Hasan ve Hüseyin'i son derece sever, onları omuzlarına alır, taşırdı. Ve haklarında şöyle buyururdu:
"Onlar benim dünyada öpüp kokladığım iki reyhanımdır."
Hz. Osman'ın şehid edilmesi üzerine karışıklık sürüp gidiyordu. Asiler, Hz. Osman'ın yerine kime halife olmasını teklif etmişlerse hep red cevabı aldılar. Kimse böyle bir zamanda hilafeti almak istemiyordu. Nihayet fitnenin daha fazla yayılmaması için Medineliler bir araya gelerek Hz. Ali'nin halifeliğinde ittifak ettiler. Hz. Ali kabul etmek istemediyse de, karışıklığın önünü almak, fitne ve fesadı önlemek için bu ağır mesuliyeti kabul etmek zorunda kaldı.
Hz. Ali'yi bekleyen müşküller pek çoktu. Ilk önce her tarafa kendi tayin ettiği valileri gönderdi. Tayin ettiği vâlilerin hepsi de idarecilik hususunda liyakatliydi. Hz. Ali, valilerine güveniyordu. Onları vazifelerine gönderirken birtakım tavsiyelerde bulundu.
Hz. Ali, adâletin mutlaka yerini bulması çok titiz davranırdı. Makam ve mevkileri ne olursa olsun, hukuk ve hakim karşısında insanların eşit olduğunu bizzat kendi hayatıyla ispatladı. Mü'minlerin halifesi olduğu halde, bir Yahudi ile muhakeme edilmekten çekinmedi. Şöyle ki:
Hz. Ali, Sıffin Savaşına giderken yolda zırhını kaybetmişti. Harp bitip, Kûfe'ye döndüğünde, zırhını bir Yahudi’nin elinde gördü. Yahudi’ye şöyle dedi:
"Bu benim zırhımdır. Onu ne birine sattım, ne de hediye ettim." Yahudi, "Bu benim zırhımdır ve benim elimdedir" dedi. Hz. Ali, isteseydi zırhı ondan hemen alabilirdi. Fakat kesin olarak kendisi haklı da olsa, meselenin hâkim önünde halledilmesini teklif etti, "O halde hâkime gidelim" dedi. Birlikte hâkime gittiler. Hâkim, adaletiyle tanınan Kâdı Şureyh'ti. Hz. Ali huzura girdiğinde, hâkimin yanı başına geçip oturdu ve bu hareketinin sebebi olarak da, "Hasım Yahudi olmasaydı, elbette onunla aynı yerde otururdum. Fakat ben Resulullahtan, 'Allah'ın onları küçülttüğü yerde siz de onları küçültün' buyurduğunu işittim" dedi.
Kâdı Şureyh, Hz. Ali'ye, "Ey Mü'minlerin Emiri! Aranızdaki mesele nedir?" dedi.
Hz. Ali, "Şu Yahudinin elindeki zırh benim zırhımdır. Ben onu ne birine sattım, ne de hediye ettim."
Meseleyi anlayan Kadı, Hz. Ali'ye, "Bu iddianı ispat edecek delilin var mı?" diye sordu.
Hz. Ali, "Evet, var" dedi. "Hizmetçim Kanber ve oğlum Hasan bu zırhın benim olduğuna iki şahittir."
Kadı Şureyh, "Oğlun baba için şehadeti caiz değildir" dedi. Hz. Ali, "Cennet ehli birinin şehadeti nasıl kabul olmaz? Ben Resulullahın, 'Hasan ve Hüseyin Cennet gençlerinin efendileridir' buyurduğunu işittim" dedi.
Neticede Şureyh, delil yetersizliğinden dâvâyı Yahudi'nin lehine neticelendirdi. Bu büyük adâlet karşısında Yahudi daha fazla dayanamadı ve şöyle demekten kendini alamadı:
"Mü'minlerin Emîri beni hâkime götürdü, kendi tayin ettiği hâkim de kendi aleyhinde hüküm verdi. Ben şehadet ederim ki, bu din haktır. Ve yine ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed de onun Resulüdür. Bu zırh senindir. Devenden düşmüştü, ben de almıştım."
Hz. Ali, bu neticeye çok sevindi, "Mâdem ki Müslüman oldun, ben de zırhı sana hediye ediyorum" dedi.
Hz. Ali, kendisinden önceki üç halifeye bütün gücüyle destek oldu. Üç halife de, mühim meselelerde Hz. Ali ile istişare ederek onun fikrine değer verdiler.
Diğer taraftan, Hz. Ali, Hz. Osman zamanındaki fitne hareketlerinin önlenmesi için elinden gelen gayreti gösterdi. Fakat kaderin bir tecellisidir ki, Hz. Osman'ın şehadetiyle neticelenen hâdiselere mâni olamadı.
Hz. Ali'nin kendi hilafet dönemi de tamamen bir iç karışıklık hüküm sürdü. Müslümanlardan bir kısmı Hz. Ali'yi, bir kısmı Hz. Muâviye'i halife olarak tanıdı. Hz. Muâviye, Hz. Osman'la akraba olduğu için kanını dâvâ etti. Katillerin cezalandırılmasını istedi. Fakat Hz. Osman'ı kimin öldürdüğü bilinmiyordu. Sadece birkaç kişiden şüpheleniliyordu. Hz. Ali zaman istedi. Şüphe üzerine kısas yapamayacağını söyledi. Katil belirlendiğinde gerekli cezânın verileceğini vaad etti. Ancak Hz. Muâviye acele ediyordu. Neticede iki Sahabi arasında, içtihad farklılığı yüzünden kanlı savaşlar oldu. Birçok Müslüman şehid edildi. Bunun için Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberlik bir türlü temin edilemedi.
Nihayet Hz. Ali'nin Hicretin 40. yılında Kûfe'de şehid edildi.