Arapların en tehlikeli yanılsaması: Adil zorba
Munsif Merzûkî 01 Ocak 1970
Tunus’ta yaşanan “anayasa darbesi”nin ardından halkın sokaklarda sevinç gösterileri düzenlemesi, ülkedeki gelişmeleri yakından takip etmeyenleri şaşırttı. Bu sevincin ardında, halkın 10 yıldır yükselen beklentilerinin karşılanamaması, koronavirüs salgınıyla ağırlaşan kronik işsizlik ve fakirlik, siyasi kavgalardan duyulan bıkkınlık ve öfke gibi birçok faktör var.
Tunus’un demokratik yollarla seçilmiş ilk cumhurbaşkanı (2011-2014) Munsif Merzûkî, 27 Temmuz’da el-Cezire’de yayınlanan yazısında, hiç gündeme gelmeyen daha derinlerdeki bir konuya, “adil müstebit”1 yanılsamasına odaklanıyor.
Merzûkî, Arap dünyasının önde gelen mütefekkirlerinden olup, aynı zamanda alanında öncü bir tıp doktoru, tanınmış bir insan hakları aktivisti, siyaset felsefecisi ve siyasetçi. Yazısından bazı bölümleri aktarıyoruz:
“Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said yürütme, yasama ve yargı yetkilerine el konduğunu ve meclisin askıya alındığını duyurduğunda benim açımdan en önemli şey insanların tepkisiydi.
Tunus’un yolsuzluğu ve çürümüşlüğü
Ülke sokaklarının tanık olduğu büyük sevinç beni şaşırtmadı doğrusu; çünkü sokağın, meclislerin yüz kızartıcılığı altında birbiriyle çatışan siyasi tabakaya duyduğu nefretin derinliğini biliyordum.
Ayrıca sosyal medyanın Nahda Hareketi’ne2 karşı yaydığı patolojik kinin derinliğine de şaşırmadım; Nahda darbenin ilk kurbanı oldu. Bu partinin alamet-i farikası haline gelen (ve on yıldır iktidarlara ortak olmasını sağlayan) siyasi “taktik”, İslami hareketin köküne kibrit suyu dökmek isteyenlerin nefretine -malum sebeplerle- devrimcilerin kinini de eklemişti. Zira Nahda, karşı-devrimin stepne lastiği ve siyasi alanda ardı ardına gelen yolsuzluğa batmış partilerin değişmez müttefiki ve hevesli ortağı olmuştu – ki ortak olduğu “Nida Tunus (Tunus’un Çağrısı)”, “Tahya Tunus (Yaşasın Tunus)” ve “Kalb Tunus (Tunus’un Kalbi)” partilerini “Fesad Tunus (Tunus’un Yolsuzluk ve Çürümüşlüğü) 1, 2 ve 3” diye adlandırmak daha doğru olurdu.
Halkın sevincini açıklamak için bazı demokratlar, bunun eski rejim yanlılarının bir coşkusu olduğunu söylerken, diğerleri bunun darbenin hoş karşılanması değil, bütünüyle egemen sistemin kınalar yakması olduğunu dillendiriyorlar.
Bu sevincin ardında birçok sebep olup o gece bambaşka gruplar tek bir noktada buluştu: nefret edilen bir meclisin ve yıpranmış bir hükümetin -hangi mekanizmayla yapıldığına da, akıbete de bakılmaksızın- sona erişine duyulan memnuniyet…
Gelecek umut etme hakkı
Demokratlar, belki de en ciddi sebeplerin farkında değillerdi veya belki de bilinçaltları bu olgunun açıklanması noktasında daha derinlere inmeyi reddetmişti.
Sokaklara dökülen bu kitleler kendiliğinden, naifliklerinden, gayriihtiyari bir şekilde, yaşadıkları kâbusu protesto etme meşru hakları ve daha iyi bir gelecek umut etme hakları bağlamında darbeye desteklerini ifade ettiler; tıpkı daha evvel eski Suriye liderleri Hüsnü Zaim ve Edib Çiçekli, eski Irak liderleri Abdülkerim Kasım, Abdüsselam Arif ve Saddam Hüseyin, eski Sudan lideri Ömer el-Beşir, eski Yemen lideri Ali Abdullah Salih, eski Libya lideri Muammer Kaddafi, Mısır lideri Abdülfettah es-Sisi, eski Moritanya lideri Muhammed Veled Abdülaziz ve diğerlerini samimiyetle karşılamak için Atlantik Okyanusu’ndan Basra Körfezi’ne her tarihî münasebetle sokağa dökülen aynı aldatılmış kitleler gibi…
Modern tarihimiz boyunca tekerrür eden bu sahneyi incelediğinizde, bunun arkasında fakirleştirilme, zulüm ve adaletsizlik, cahilleştirilme, aşağılanma ve sömürülmenin tüm objektif nedenlerinin olduğunu keşfedersiniz. Ancak yozlaşmış ve şiddete meyyal azınlıklar tarafından -tarih boyunca- haysiyetleri ve geri kalan hakları çalınmış bu kitlelerin ümit ve beklentilerini daha yakından araştırırsanız, bu defa tüm sorunlarının nihai çözümünün bulunduğuna dair bir yanılsamanın canlanışını keşfedersiniz. Çoğunluğun zihninde çözüm bir sistem, kurumlar ve kanunlar değildir; “adil müstebit” denilen, merhametli mukadderatın bahşettiği uzunca bir süredir beklenen kişidir.
“Adil müstebit”in soğuk ateş ve sıcak kar türünden dilsel bir safsata olduğunu fark eden çok az kişi var; nasıl ki bir erkek kadın değilse, bir müstebit de adil olamaz. Tüm yetkiyi tekeline almak, çok büyük sayıda insanı iktidar payından -ve buna bağlı olarak itibardan ve servetten- mahrum bırakan başlı başına bir zulüm ve adaletsizlik değil mi? İstibdadı uygulayanın haşin ve zalimden başka bir şey olması mümkün değilken adil kişi nasıl bir müstebit olabilir?
En ideal model: Ömer bin Hattab
Bununla birlikte kavramın ortak akla nüfuzunu ve bugüne kadarki etki gücünü anlamak için tarihimizde -iyi yönetişimde en ideal modelimiz olan- Ömer bin Hattab’la ilişkilendirildiği unutulmamalı. Sorun şu ki adil müstebit ile el-Faruk’u [Hz. Ömer’in lakabıdır] bir araya getirmek muazzam bir hatadır.
Müstebidin temel özelliği, kanunu okuyup yorumlama şeklinin kanunun ta kendisi olması ve bazen de herhangi bir kanuna dahi ihtiyaç duymamasıdır; öyle ki kanun denen şey onun irade ve buyruğudur, heveslerinden ve dengesiz ve sorumsuz sözlerinden bahsetmiyoruz bile…
Ömer bin Hattab ise hiçbir zaman heva ve heveslerine göre hükmetmedi; iradesini Müslümanların iradesinin, hele de kutsal metnin [yani Kur’an-ı Kerim’in] emrettiklerinin üzerine koymadı.
Bin Hattab, hata yaptığı takdirde, başkalarının kılıcının ucuyla düzeltilme hakkına boyun eğdi ve tüm kararlarını ve eylemlerini o çağın anayasası olan Kur’an-ı Kerim’in hükümlerine tâbi kıldı; bu nedenle irade ve kararlılığı istibdatla ve meşruiyetin gücünü, gücün meşruiyetiyle açıkça birbirine karıştırıp da onu bir müstebit olarak tanımlamak yersizdir.
Peki, o zaman bu zehirli adil müstebit kavramı nereden geldi?
Sıradan insanlar arasındaki kökleri, hayali tarih içinde bir yanlış anlamaya dayanıyorsa, Arap entelektüeller arasındaki kökleri de 18’inci yüzyılın Batılı Aydınlanma düşüncesine gider.
Muhammed Abduh (1848-1905), tam tercümesi “aydınlanmış despot” olan Fransızcadan (Le despote éclairé) çevrilmiş bu kavramı toplumda yayan ilk kişi olabilir. Bu kavramı iki Fransız yazara borçluyuz: Voltaire (1694-1778) ve D’Alembert (1717-1783).
Aydınlanmış despot
Avrupa’nın yüzyıllar boyunca mutlak monarşi şeklinde vücut bulan istibdadın baskısı altında yaşadığını unutmamalıyız. Böylelikle -reformist düşünürlerin zihinlerinden onunla çeşitli yüzleşmeler sonuncunda- “aydınlanmış despot” efsanesi çıktı ve buna göre, mutlak monarşinin yetkilerini koruması zımnen kabul ediliyor, ancak zavallı halkı iyi muamele ve adalet kırıntılarıyla taltif ve memnun etmesi isteniyordu.
Avrupa ve Amerikan devrimleri, bu ürkekçe ve başarısız stratejiyi aşarak, istibdadı sevimli göstermeyi değil, ortadan kaldırmayı dayatmak ve bunu da demokratik rejimler kurarak yapmak üzere gerçekleşti. Haydi bugün bir Batılıya, -derin ve giderek büyüyen bir kriz olan- Batı’daki demokrasi krizini aydınlanmış despota dönerek aşmayı teklif edin bakalım, ne olacak… Yüzünüze koskoca bir kahkaha patlayacaktır.
Ancak -Lübnan, Irak ve Tunus’ta demokrasiyle uğranan hayal kırıklıkları karşısında- halklarımızın çoğu adil müstebit efsanesine dönüşü kabul etmeye gayet hazır; yolsuzluğun ve kul-köleliğin gölgesinde bile olsa, en azından istikrarı sağlamış istibdat dönemlerini hasretle arayanların çokluğu bunun bir kanıtı.
Tüm aldatılanların, -uzak ve yakın tarihimizin tecrübelerinin sürekli kanıtladığı üzere- “kurtarıcı”nın iktidara yerleştikten sonra her geçen gün istibdadının artarak ve umulan adaletinin ise azalarak en nihayetinde -tıpkı selefi ve halefi gibi- halkına bedel ödeten, yozlaşmış ve suçlu bir despota dönüştüğünü keşfetmeleri fazla uzun sürmez. Ve kitleler, tüm komedileri ve tüm trajedileri bir araya getirme rolünü oynamak üzere meçhulden beliren her yeni temsilciyi alkışlamaya her daim hazırdır.
Peki, bu dizinin günün birinde biteceğine dair bir umut var mı?
Batı, aydınlanmış despot kavramını unutup gitti ve toplumları da kurumlar ve hukuk devletine geçti. Bu durum, kültürel olarak henüz Arap insanının ulaşamadığı seviyeye yükselmiş Batılı insanın niteliksel değişikliğinden kaynaklanmıyordu. Demokrasinin ortaya çıkmasını ve ayakta kalmasını sağlayan unsur, -toplumların mücadelesi ve birçok devrimin yanısıra- Batı’nın tarım uygarlığından sanayi uygarlığına geçişidir.
Bunun manası şudur: İnşa etmekte olduğumuz demokrasiler halen kırılgan; zira modern kurumlarımızı üzerine inşa ettiğimiz iktisadi ve toplumsal temel, yöneten ile yönetilen arasındaki ilişkide geri bir anlayışla, hâlâ tarım uygarlığı sistemine dayanıyor. Bu anlayış çoban-sürü ilişkisi olup çobandan bütün istenen ve beklenen, koyunlarına karşı haddi aşmaması ki, sürü başındaki idarecisine isyana kalkışmasın.
Çok şükür, toplumlarımızın ivme kazanan gelişimi ve çağdaş teknolojik sıçrama, onları adil müstebit yanılsamasına sırtını dönen bir yola girmeye zorluyor; her ne kadar halkın en fakir, en az bilinçli, cahilleştirilmeye ve aldatılmaya en çok maruz kalan kesimlerinde bir despot bulunmaya devam etse de…
Hürriyeti tatmış yeni nesiller
Bu da demek oluyor ki, [iktidarda] ebedi bir rol arzulayanların tamamı, hırçın bir tarihî akıntıya karşı kulaç atıyorlar ve -akıntı tükenip de tarih istedikleri şekilde ters yöne akmaya başlamadan evvel- kendileri bitap düşüp boğulacaklar.
Hürriyeti tatmış yeni nesillerin görevi, biz Araplar da tabaa halklardan vatandaş halklara dönüşene ve köleleştirilmiş halklara sahip müstebit devletlerden kurumlara ve hukuk devletlerine sahip hür halklara geçene kadar bu tehlikeli geri kalmışlara karşı var güçleriyle karşı koymaktır. Ve işte o gün bu nesiller hayır diyecekler, biz artık [1890-1957 yılları arasında yaşamış Lübnanlı şair] İliyâ Ebu Mâdî’nin “laneti”ni bitirdik:
Bir zalim eliyle bir zalimden kurtuluşu diliyoruz
Köle taciri köle tacirinden kurtarmaz
Hiç şüphesiz her gecenin bir sabahı vardır.