Kültür, millet ve devlet, yükseldiği gibi çöker de
İskender Öksüz 01 Ocak 1970
Bu üçüncü yazı… Kültürü bir insan veya bir toplum, bir insan ömründe inşa edemez. Kültür nesiller boyunca birikir, gelişir ve kurum olur, kurumlar devlet olur, toplum, millet olur. İsterseniz bu gerçeği kültürün tarifi olarak da kullanabilirsiniz. Nesillerden nesillere taşınan, üst üste koyarak, biriktirerek elde edilen şeydir kültür.
Batı’da, kültürün hep yükselme yönünde, gelişme yönünde değişeceğine dair bir anlayış vardır. Rahmetli dostum Erol Güngör, bu hâli şöyle anlatır:
“Bugünkü Batı medeniyetinin ve dolayısiyle bugünkü Batı cemiyetinin insanlığın eriştiği son merhale diye görülmesi, onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllarda Batılı düşünürlerin kafasına kuvvetle yerleşmiş bir fikirden doğuyordu; medeniyet insanlık tarihî boyunca tek çizgili bir yol takip etmiştir, ve bu yol daima daha mükemmele doğru olmuştur. Dikkat edilirse geçen yüzyılın bütün büyük doktrin sahiplerinde bu fikir ortaktır; ancak herbiri bu tekâmülde esas olan değişme üzerinde farklı fikirlere sahiptirler. ... Kısacası Batılı düşünürler dünyanın uzak köşelerindeki ilkel toplulukları insanlığın ilk halinin temsilcileri olarak kabul ediyorlar, onlardan itibaren ondokuzuncu yüzyılın Batı Cemiyetine doğru uzun bir çizgi çekiyorlar ve rastladıkları her cemiyeti bu çizginin üzerinde bir yere oturtuyorlardı.” (Erol Güngör, Dünden Bugünden-Tarih-Kültür-Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat, 2. Baskı 1984, sayfa 141- 142.)
Bu anlayışladır ki milletleşme, millet olma, hatta ABD’li neo-con’ların “millet inşası” kavramları havada uçuşuyor. Gerçi İngilizcede millet ve devlet zaman zaman bir birinin yerine kullanılan kavramlardır. Kolonilerde, hâlâ kabile düzeni yaşayan toplumlarda veya Irak gibi yıktıkları devletlerde Batılı emperyalistler, millet inşa ediyoruz dediklerinde; seçim mekanizması, tapu kadastro, eğitim gibi kurumları, kendi suretlerinde inşa etmeyi kastederler.
Burada üzerinde durmak istediğim kültürün birikip yükseldiği gibi çökmesinin de mümkün olduğudur. Geçen yazımda bahsettiğim gibi, ister kurumun, ister milletin olsun kültürü yükseldiği gibi çöküyor da. Zaten kurumlardan ibaret olan devletin kurumları seviye kaybedince devletin de, milletin de seviyesi düşüyor. Tarih yok olmuş ortadan kalkmış devletlerle veya eski hallerinin gölgesine dönmüş milletlerle doludur.
MİRAS YOKSA KÜLTÜR DE YOK
Edebiyatı ele alalım. Veya musikiyi. Büyük yazarlar, büyük şairler eserleriyle bir dalı geliştirirler. O milletin edebiyatı, müziği, onlar sayesinde insanlığın ortak mirası içinde yer bulur. Pek güzel. Ancak burada kavranması gereken iki nokta var.
Birincisi: Büyük ediplerin, büyük bestecilerin, bütün büyük eserlerin arkasında, daha önce gelenlerin ürünleri vardır. Zirveler deniz seviyesinden başlamaz. Onlar kendilerinden önce üst üste konularak yükselmiş sıra dağların üstünde yükselir. Hiç unutmam, yıllar önce, Müslümanlıkta müziğin haram olduğunu savunan bir kalem, Itrî müstesna diyordu. Anlatımından anlaşılan şu, Itrî bir sabah kalkmış, hadi bugün Tekbir’i ve Salat-ı Ümmiyeyi besteleyivereyim; Allah affetsin demiş. İşte bu mümkün değildir. Abdülkadir Meragi, Ali Ufkî, Hafız Post gelmeden Itrî mümkün değildi. Itrî’siz, Üçüncü Selim’siz Dede Efendi de olmazdı. Bilge Kaan ve Tonyukuk’un taşlara kazıdığı devlet felsefesinin ve edebiyatın mirasını devralmasaydı, Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig’i yazamazdı.
YÜKSELDİĞİ GİBİ ÇÖKER DE
İkincisi, kültürün, milletin, dilin, kurumların ve devletin, yükseldiği gibi gerileyip çökebileceğidir. Dili ele alalım. Daha önce dil milleti, millet devleti yapar. Sonra devlet dönüp dili tekrar inşa eder diye yazmıştım. İşte devlet bu son adımı hakkıyla yapamazsa; yeni yetişen gençlere hakkıyla, o güne kadar üst üste konularak birikmiş incelikleriyle, edebiyatıyla dilini öğretemezse, yeni gelenler artık eskilerin eserlerini anlamayacak, o zevke erişemeyeceklerdir. Millî Eğitimin tökezlemesi, nesiller arasındaki iletişimi yok eder. Bu yıkım da kültürü. Aylar önceki yazılarımdan birinde, Mark Twain’in, “Tarih tekerrür etmez ama kafiyelidir” sözünü kullanmıştım. Bir yorumcum, mealen, “failatün, mefailün… bunları hâlâ öğretiyorlar mı?” diye yazmıştı. Acıdır ki vezinle kafiyeyi bir birine karıştırıyordu. Cevap vereyim, hayır, aruzu da heceyi de hakkıyla öğretmiyorlar, çünkü biz bunları onların hocalarına öğretemiyoruz.
Bir başka yıkım sebebi siyasetin hür fikirleri, hür araştırmayı boğması, yasaklamasıdır. Frederick Starr’ın Kayıp Aydınlanma’sını okuyunuz. Asırlarca Orta Asya’dan dünyayı aydınlatan, Avrupa’nın aydınlanmasını sağlayan ışığın, Nizamül Mülk, Nizamiye Medreseleri ve onların başındaki Gazali’nin eliyle, eşariye vasıtasıyla nasıl baskılanmaya başladığını. Ve asırlar boyunca yayılan baskının tefekkürü nasıl yok ettiğini.
Şehirli orta sınıf çoğalana kadar kültürün taşıyıcısı, biriktiricisi, yanlarında edip, bestekâr, feylezof grupları tutan, onlara hayat veren devlet reisleri ve siyasî otoritelerdir. Rahmetli Halil İnalcık Hoca’nın Patron ve Şair’ine bakınız. Devletin zayıflamasıyla o kalite odakları da yok olmuş, saraylar da toplum da üstünde durduğu kültür platformunu kaybetmiştir. Bir gecede değil, asırlar süren bir metastaz sonunda câhil kaldık.