Hz. Hüseyin
10.01.626 – 10.10.680 01 Ocak 1970
O, hicretin 4. yılı Şaban ayının 5. günü Medine-i Münevvere’de doğdu. O günün sevincine melekler de katıldı. Hz. Hüseyin (r.a.)’ın doğduğu eve geldiler. Guruplar halinde ziyaret ettiler ve Resûl-i Ekrem (s.a.) efendimizle tebrikleştiler. O gün Rasûlullah (s.a.) Hz. Ali’yi kapıda bekçi bıraktı. Kimseyi içeriye almamasını tenbih etti. Meleklerin ziyareti tamamlanınca Efendimiz dışarı çıktı ve bekleyen ashâbını içeriye buyur etti. Hz. Ali (r.a.)’ın ziyarete gelen meleklerin sayısı konusundaki sözü hatırlatıldı. Efendimiz: “Nerden, nasıl bildin ya Ali?” diye sordu. Hz. Ali (r.a.) da: “Melekler gurup gurup geliyorlardı. Her biri ayrı bir dil konuşurlardı ve sayılarını bildirirlerdi,” diye cevap verdi. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.): “Allah aklını ziyâde etsin ey Ali!” buyurdu.
Resûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz sevgili torununun kulağına ezan okudu ve adını Hüseyin koydu. Yedinci günü Akîka kurbanı kestirdi. Aynı gün saçlarını traş ettirip kızı Fâtıma’ya verdi ve: “Ey Fâtıma! Hüseyin’in saçları ağırlığınca sadaka ver,” buyurdu. O da oğlunun saçları ağırlığınca gümüşü fakirlere dağıttı.
Hz.Hüseyin (r.a.)’ın doğumu ile ilgili Hz. Abbas (r.a.)’ın hanımı Ümmü’l-Fadl bir gece şiddetli, mihnetli ve korkulu bir rüya gördü. Sabahleyin doğruca Resûl-i Ekrem (s.a.)’in yanına gitti ve: “Ya Rasûlallah! Bir rüya gördüm ve çok korktum,” dedi. Efendimiz (s.a.): “Ne gördün?” dedi. Ümmü’l-Fadl da: “Ya Rasûlallah! Sizin vücudunuzdan bir parçanın kesilip evime konulduğunu gördüm” dedi. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.): “Hayır olsun inşaallah! Fâtıma’nın bir oğlu olacak, sen de ona sütünü emzireceksin,” buyurdular.
KİMSEYİ KIRMADAN, İNCİTMEDEN EĞİT
Hz. Hüseyin dünyaya gelince Ümmü’l-Fadl onu alıp eve götürdü ve doyasıya sütünü emzirdi. Ümmü’l-Fadl bir gün çocuğu alıp Rasûlullah (s.a.)’e götürdü. Efendimiz torununu aldı ve kucağına oturttu. Onu öptü, başını okşadı ve sevdi. Çocuk kucakta otururken Efendimizin üzerini ıslattı. Ümmü’l-Fadl buna üzüldü ve çocuğu biraz sertçe tutup Efendimizin kucağından aldı. Çocuk ağlamaya başladı. Rahmet Peygamberi Efendimiz buna dayanamadı ve: “Ey Ümmü’l-Fadl! Allah iyiliğini versin. Sen onu ağlatmakla beni üzdün,” buyurdu.
İki Cihan Güneşi Efendimiz hiç kimsenin üzülmesini istemezdi. O raûf ve rahîm peygamberdi. Kendi aile efradına ve ümmetine çok düşkündü. Onların sıkıntıya uğraması ona çok ağır gelirdi. Bir defasında yine torunu Hüseyin’in ağladığını işitti. Annesi Fâtıma’ya: “Onun ağlamasına üzüldüğümü bilmiyor musun?” buyurdu.
Ne şefkat!.. Ne merhamet!.. Ne edeb!.. Ne ince terbiye!.. Kimseyi kırmadan, incitmeden eğitmek!.. Derin merhametini tatlı sözleriyle belirtmek!.. Allah’ım bizlere de bu inceliği ve merhameti nasip et!.. Amin.
Rahmet ve şefkat peygamberi Efendimiz, torunları Hz. Hasan ve Hüseyin (r.anhüm)’ü çok severlerdi. Bir gün yine onları kucağında oturtup severken Üsame İbni Zeyd (r.a.) gördü. Efendimiz’in onlar hakkında şöyle buyurduğunu işitti: “Allah’ım! Bunlar benim kızımın oğullarıdır. Ben bunları seviyorum. Sen de onları sev. Onları sevenleri de sev,” buyurdu.
ALLAH’I SEVEN HÜSEYİN’İ SEVER
İki Cihan Güneşi efendimiz sokakta oynayan çocuklara da selâm verirdi. Onlarla ilgilenirdi. Bir gün ashabıyla bir yere giderken Hüseyin’in sokakta çocuklarla oynadığını gördü. Biraz hızlıca yürüyerek torununu yakalamak istedi. O da oraya buraya koşuyordu. Efendimiz de hem gülüyor hem de peşinden koşuyordu. Onu tutmağa çalışıyordu. Sonunda Hüseyin’i tuttu. Onun yüzünü mübarek iki eliyle sevdi ve yanaklarından öptü. Ashabına döndü ve: “Hüseyin bendendir. Ben de Hüseyin’denim! Allah’ı seven Hüseyin’i sever! Hüseyin torunlardan bir torundur,” buyurdu.
Hz. Hasan ve Hüseyin (r.anhüm) efendilerimiz İki Cihan Güneşi Efendimizin şefkat ve merhamet pınarından doyasıya içerek büyüdüler. Dedelerinin yanından hiç ayrılmadılar. Onun mübârek dizlerinde oturarak, onun sevgi dolu gönlünden feyizler alarak yetiştiler. Etrafa nur saçan tebessümleri ve iltifatlarıyla gözlerini, gönüllerini nurlandırdılar. Onun nübüvvet nuruyla geliştiler. Gece-gündüz fırsat bulunca dedelerinin kucağına koşarlardı.
Bir gün Habib-i Kibriya (s.a.) Efendimiz Ümmü Seleme (r.anhâ) annemizin evinde iken Cebrâil aleyhisselâm geldi. Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz Ümmü Seleme annemize: “Ya Ümmü Seleme! Kapıda dur içeriye kimse girmesin,” dedi. O sırada Efendimizin reyhanı Hüseyin geldi ve birden içeri daldı, Rasûlullah (s.a.)’in boynuna atıldı. Efendimiz onu kucağına aldı, öptü ve sevdi. Cebrâil aleyhisselâm: “Onu çok mu seviyorsun?” dedi. Efendimiz de: “Evet!” dedi. Bunun üzerine Cebrâil (a.s.): “İyi ama, ümmetin onu öldürecektir!” dedi. Efendimiz hayretle: “Demek onu öldürecek olanlar mü’minler!..” dedi. Cebrâil (a.s.): “Evet! İstersen onun öldürüleceği yeri sana göstereyim,” dedi ve gösterdi. Oradan bir avuç kızıl toprak alıp getirdi. Efendimiz o toprağı aldı ve kokladı da: “Bu toprak gam ve belâ kokuyor,” buyurdu. Daha sonra toprağı Ümmü Seleme (r.anhâ) annemize emânet olarak verdi ve: “Ey Ümmü Seleme! Bu, torunum Hüseyin’in öldürüleceği yerin toprağıdır. Ne zaman kan haline gelirse o vakit bil ki Hüseyin öldürülmüştür,” buyurarak ileride olacak hadiselere işaret etti.
TASA VE BELA YERİ
İki Cihan Güneşi Efendimiz bu toprağın Kerbelâ toprağı olduğunu söylemişti. Kerbelâ, Irak’ın Kûfe bölgesindedir. Efendimiz bu yeri tasa ve belâ yeri diye vasıflandırmıştır. Bir seferinde Hz. Ali (r.a.) “Sıffîn”e giderken bu mıntıkadan geçmişti. Fırat kenarında bir köy olan Ninova’ya gelince durdu ve burasının adını sordu. Kerbelâ cevabını alınca Hz. Ali (r.a.) gözyaşlarını tutamadı. Sonra şunları söyledi:
“Bir defasında Rasûlullah (s.a.)’in huzuruna gitmiştim. Vardığımda ağlıyordu.
– Ya Rasûlallah! Seni ağlatan nedir?” diye sorduğumda bana: “Az önce Cebrâil aleyhisselâm yanımdaydı. Bana oğlum Hüseyin’in Fırat kenarında Kerbelâ denen yerde öldürüleceğini haber verdi ve o topraktan bir avuç alıp bana koklattı. Gözyaşlarım akıyorsa bu benim elimde değil ne yapayım kendimi tutamadım,” buyurdu.
Hz. Hüseyin (r.a.) ağabeyi Hz. Hasan (r.a.) ile birlikte birçok seferlere katıldı. Hz. Osman (r.a.)’ın evini kuşatan isyancılara karşı halifeyi korumak ve evine su taşımak üzere babası tarafından verilen vazifede bulundu. Babasının halifeliği sırasında beraberinde Kûfe’ye gitti. Şehâdetinden sonra vasiyeti üzerine ağabeyine itaat etti. Hz. Hasan
(r.a.) ile Muâviye (r.a.) halifelik konusunda anlaşınca Hz. Hüseyin bunu içine sindiremedi ve ağabeyi ile birlikte Medine’ye döndü. Kendini ibadete verdi. Zühd ve takvâ üzere yaşamaya gayret etti. Muâviye döneminde fitne çıkarmak isteyen kimselere de fırsat vermedi.
Muâviye (r.a.) 60. h. yılda Şam’da vefat edince oğlu Yezid’e bîat etmedi. Yezid her ne sûretle olursa olsun Hz. Hüseyin ve arkadaşlarından bîat almasını Medine valisi Velid İbni Utbe’den istedi. Vali yumuşak huylu, merhamet sahibiydi. Kendisine Hz. Hüseyin’in öldürülmesi fikri söylenince: “Benim dinimi mi yıkmak istiyorsunuz? Yemin ederim ki Hüseyin’i öldürmek sûretiyle bütün dünyanın mal ve mülküne sahip olacağımı bilsem yine de bunu yapmam,” diyerek reddetti.
Bu haberler üzerine Hz.. Hüseyin (r.a.) 28 Recep 60 h. (4 Mayıs 680 m.) gecesi bütün aile fertleriyle birlikte Mekke-i Mükerreme’ye gitmek üzere yola çıktı.
Kûfeliler Hz. Hüseyin (r.a.)’a bîat etmek için Meke’ye haber gönderdiler. O da amcasının oğlu Müslim İbni Akîl’i incelemelerde bulunmak üzere Kûfe’ye gönderdi. Müslim bir mektup yazarak Kûfelilerin Hz. Hüseyin’e bîat edeceklerini hatta on beş yirmi bin kişinin bîatını onun adına kabul ettiğini bildirdi. Fakat Yezid bu faaliyetleri öğrenince Müslim’i öldürttü. Halk korkudan biatlarını geri aldı. Hz. Hüseyin (r.a.) bu arada geçen hadiselerden haberdar olamadı. İbni Abbas, İbni Zübeyr ve İbni Ömer (r.anhüm) hazarâtı Kûfe’ye gitmemesini tavsiye ediyorlardı. Gerekirse Mekke’de adınıza bîat alırız diyerek görüş beyan ediyorlardı. Fakat kader-i ilâhî’nin önüne geçmek de kimsenin kârı değildi. Bir sevk-i tâbiî ile Hz. Hüseyin (r.a.) 8 Zilhicce 60 h. 9 Eylül 680 m. tarihinde ailesi ve bazı taraftarlarıyla birlikte Kûfe’ye hareket etti.
HZ. HÜSEYİN’İN ŞEHİD EDİLMESİ
Hz. Hüseyin (r.a.) rüyasında Rasûlullah (s.a.)’i gördüğünü ve başladığı işi tamamlamakla emrolunduğunu söyledi. Bunun için amcazâdesi Abdullah İbni Ca’fer’in gitmemesine dair yazdığı mektubuna da cevap vermedi. Yolda Kûfelilerin bîatlarından caydığını ve Müslim İbni Akîl’in öldürüldüğünü duyunca bir ara geri dönmeyi düşündü. Fakat kader tekrar o tarafa yönlendirdi. Kendisiyle beraber gelenlere: “İsteyenlerin ayrılabileceğini,” söyledi. Yanında sadece aile fertleri kaldı. Yaklaşık 72 kişiyle birlikte Kerbelâ’ya vardı. Kûfe valisi Ubeydullah İbni Ziyad Rey valisi Ömer İbni Sa’d’a bir mektup göndererek Hüseyin’in doğrudan kendisine teslim olmasını istedi. Yoksa onunla savaşmasını emretti. Her iki taraf da maalesef anlaşamadı ve savaş hazırlığına başladı.
Hz. Hüseyin (r.a.) gerekli savaş hazırlıklarını yaptıktan sonra atına bindi ve önünde mushaf olduğu halde Ömer’in ordusuna yaklaştı. Kendisinin buraya geliş amacını anlamalarını ve hakkında insaflı hüküm vermelerini istedi. Ömer İbni Sa’d hiçbir şey duymamış gibi davrandı ve aldığı emri yerine getirmek üzere ilk oku fırlattı. Böylece savaş başlamış oldu. Birbirine denk olmayan bu kuvvetler arasında tam bir dram yaşandı. Hz. Hüseyin (r.a.)’ın yirmi üç süvari, kırk piyadeden oluşan askerleri kısa sürede azaldı. Hepsi şehid oldu. Hz. Hüseyin (r.a.) yalnız kaldı. Bu yalnızlıktan yararlanan Sinan İbni Enes en-Nehâî bir harbe attı ve Hüseyin efendimizi yere düşürdü. Kendisi de atından yere atlayarak indi ve Hüseyin efendimizin başını keserek şehid eyledi. 10 Muharrem 61. hicri 10 Ekim 680 m. senede 57 yaşlarında iken kader onu teslim aldı. Vücudunda 33 mızrak yarası ve 33 kılıç darbesi vardı.