Kurucu sosyologların sekülerleşme yaklaşımları
Abdullah Yargı 01 Ocak 1970
'Seküler' kelimesi yaklaşık yüz yıllık bir dönemi (çağ) ifade eden Latince 'saeculum' kelimesinden türemiştir. Yine aynı dilde 'dünyevi ve geçici' anlamına gelen 'Saecularis' şekline evrilen saeculum, daha sonra seculer şeklinde eski Fransızcaya geçmiştir.
Seküler kelimesinin ilk türediği kelime olan 'saeculum' ayrıca, Ortaçağdaki mesiyanik Latincede 'geçici dünyeviliği Tanrı'nın ebedi aleminden ayırmak' mefhumunu ihtiva etmiştir (Zuckerman & Shook, 2017: 4-5).
'Secular' kelimesi, 14'üncü yüzyılda 'dünyada yaşayan, dini bir düzene ait olmayan' anlamında kullanılmıştır. Hristiyan doktrinine göre Tanrı, zamanın dışındadır ve dünyaya ait geçici, zamansal, dini olmayan şeyleri dini olandan ayırma çabası 'seküler' kelimesinin kullanımının yaygınlaşmasına neden olmuştur.
Türkiye'de uzun yıllar 'secular' kelimesi 'laik', secularism ise 'laiklik' olarak çevrilmiştir. Bunun nedeni ikisinin de birbirine yakın anlamlar ihtiva ediyor oluşudur.
Yine Latince bir kelime olan 'laikus' Roma İmparatorluğu döneminde 'din adamı (clericus) sınıfından olmayan 'halk' ve 'devlet adamı' için kullanılmıştır (Rey, 1998: 1961).
Son tahlilde 'laik' ve 'seküler' sıfatları birbirine yakın anlamlar ihtiva etseler de, eş anlamlı değillerdir. Laik; kamu erkinin bir sıfatı olarak politik bir kavramken, seküler; bireyin ve toplumun sıfatıdır (Dellaloğlu, 2019: 34).
Bu açıdan sekülerliğin 'bireysel dünyevileşmeyi', laikliğin ise 'politik dünyevileşmeyi' ima ettiğini söyleyebiliriz. Binaenaleyh, sosyoloji, topluma ve bireye taalluk ettiği için 'sekülerleşme'olgusunu daha çok dikkate almaktadır.
Belli bir toplumda, belli bir zaman dilimi içerisinde din, dinimsi yapılar, halk inançlarının da içinde bulunduğu bütün doğaüstü alana ait öğretilerin bireysel ve toplumsal düzeydeki prestijlerinin ve gündelik yaşama şekillendirme güçlerinin zayıflaması anlamına gelen sekülerleşme (Ertit, 2020: 47), özellikle din sosyolojisinin en önemli konularından biridir.
Bu bağlamda makaledeki temel problemimiz 'sekülerleşme' olgusudur. Dolayısıyla bu makalede August Comte, Max Weber, Emile Durkheim ve Karl Marx gibi kurucu sosyologların sekülerleşmeye ilgili temel yaklaşımların ele alınması amaçlanmaktadır.
1. Saint-Simon & August Comte ve İnsanlık Dinleri
Dünyanın dini düşünce, ritüel ve kurumsallıkla mâlâmâl olduğu dönemler, reformasyon ve rönesans hareketleriyle sekteye uğramaya başlamış, endüstri devrimi, Aydınlanma Çağı ve Fransız Devrimi ile birlikte sönümlenmeye yüz tutmuştur.
Hem politik, hem de toplumsal anlamada dini geri çekilmesi, birçok düşünür için geleneksel dinlerin zamanla tamamen ortadan kalkacağı zehabına yol açmıştır.
19'uncu yüzyılın Auguste Comte, Herbert Spencer, Emile Durkheim, Max Weber, Karl Marx ve Sigmund Freud gibi ufku geniş büyük düşünürler (geleneksel) dinin giderek öneminin azalacağına ve endüstriyel toplumun gelişmesinin din için sonun başlangıcı olduğuna inanmışlardır (Norris & Inglehart, 2011: 3).
Aydınlanma Çağı'ndan bu yana, felsefe, sosyoloji antropoloji ve psikolojide önde gelen figürlerinin dine dair ana yargısı, eninde sonunda yeryüzünden silineceği yönündedir.
Öyle ki dinin ölümü, yirminci yüzyılın çoğunda sosyal bilimlerde geleneksel bir yargı haline gelmiştir. Gerçekten de, sekülerleşme, bürokratikleşme, rasyonalizasyon ve kentleşme gibi ana parametrelere sahip sosyolojik sorgulamanın ana modeli olarak kabul edilmiş; Ortaçağ tarım toplumlarını modern sanayi uluslarına dönüştüren temel tarihsel süreç olarak görülmüştür.
Klasik sekülerleşme teorisinin kökleri on dokuzuncu yüzyılın başlarına, Henri Saint-Simon ve Auguste Comte'un yazılarına kadar uzanmaktadır (Tschannen, 1992).
Her ne kadar analizleri ayrıntılarda biraz farklı olsa da, her ikisi de insanlık tarihinin bir dizi farklı aşamadan geçtiğini, geleneksel dinin gücü ve makuliyetinin, devletin ve bilimin artan etkisi ile yavaş yavaş ve geri döndürülemez biçimde baltalandığını iddia etmiştir.
Onlara göre modernite ve din birbirine rakip olan 'antagonist' femonenlerdir. Biri varken diğeri var olamaz. Bu görüş daha sonra sosyolojinin 'kurucu babaları' olan Marx, Durkheim ve Weber'in yazılarında da yankı bulmuştur.
Her biri Hristiyanlığı farklı görse de, hepsi geleneksel dinin öneminin azaldığını kabul etmiştir. Bu durum Anglo-Amerikan sosyolojisinde de baskın görüş haline gelmiştir.
Savaş sonrası din sosyologlarının tümü, Talcott Parsons dışında, dinin kamusal etkisinin azaldığını kabul etmiş; birçoğu özel inancın kendisinin azalacağını ve hatta yok olacağını düşünmüşlerdir.
Nitekim 1960'larda 'sekülerleşme tezi' , 'modernleşme teorisine' entegre edilerek merkezi aksiyomlarından biri olmuştur (Gorski, 2003: 111).
Casanova'ya göre (1994: 17) sekülerleşme tezi modern sosyal bilimler içinde gerçekten paradigmatik bir statü elde edebilen tek teori olabilir.
Sekülerleşme tezi Karl Marx'tan John Stuart Mill'e, Ağustos Comte'den Herbert Spencer'a, EB Taylor'dan James Frazer'a, Ferdinand Toennies'ten George Simmel'e, Emile Durkheim'dan Max Weber'e, tüm kurucu babalar tarafından paylaşılmıştır.
Saint-Simon'un yazılarında sekülerleşme (daha çok politik olan/laiklik) kilise ve devlet arasındaki ilişki üzerinden okunur. Bu ilişki üç aşamadan geçmiştir. Eski Yunan ve Roma'da aynı sınıf tarafından yönetilen din ve devlet erkleri, ikisinin birbirine kenetlenmesi ile sonuçlanmıştır.
Ortaçağda, bu ikisi, kilisenin baskın olduğu ayrı kurumlar haline gelmiş, modernitenin ortaya çıkışıyla birlikte ise devlet güçlenmiş, kiliseden (ve geleneksel dinden) uzaklaşmıştır (Saint-Simon, 1975).
Saint-Simon geleneksel Hristiyanlığın ve dinin yok olacağını öngörerek bunun yerine modern durum ve pozitif bilimle daya uyumlu 'seküler ve bilimsel bir insanlık dini' geliştirmek istemiş, ayrıca dinden uzaklaşan devletin, bu yeni insanlık dininin rehberliği altına girmesini teklif etmiştir (Solmaz, 2011: 43).
Benzer bir durum Saint-Simon'un öğrencisi olan August Comte için de geçerlidir. İnsanın düşünme yapısındaki değişikliklerle ortaya çıkan ve birbirini izleyen üç aşamadan geçtiğini ifade etmiştir.
Bunlar sırasıyla, teolojik, metafizik ve pozitivist aşamalardır (Kremer-Marietti, 2005). Pozitif aşamada, geleneksel dinin yerini tıpkı Saint-Simon gibi Tanrı veya Tanrısızlık yerine bilimsel bir 'insanlık dini' önermiştir.
Nitekim 'bu dinin Tanrısı insanlık, peygamberi bilim adamları ve mucizeleri ise ilmî keşiflerdir (Comte, 2012: 26-27, 50).'
2. Max Weber ve rasyonelleşme
Bilimlerin ilerlemesinin dinin ortadan kalkmasıyla sonuçlanacağını savunan August Comte'un aksine Weber, bilimin dinin aleyhine geliştiğini kabul etmiş ancak; dinin tamamen ortadan kaybolmasının mümkün olduğuna inanmıştır. Sekülerleşmenin dindarlıkta azalma şeklinde vuku bulacağını iddia etmiştir.
Saint Simon ve August Comte'ta geleneksel sekülerleşme teorisinin izlerine rastlansa da esasen sekülerleşme, sosyal farklılaşma (Durkheim, Parsons) ve rasyonalizasyon (Weber) ile bağlantılıdır (Norris & Inglehart, 2011: 244). Max Weber'e göre rasyonel bir dünya görüşünün yükselişi, doğaüstü, gizemli ve büyülü inancın temellerini baltalamaktadır.
Max Weber 1918'de Münih Üniversitesi'nde verdiği 'Meslek Olarak Bilim' başlıklı konferansta, modern dünyada meydana gelen entelektüelleşme, rasyonalizasyon ve teknolojikleşmenin 'dünyanın büyüsünü kaybetmesine' neden olduğunu ifade etmiştir;
Çoğumuzun yazgısının özelliği rasyonalizasyon ve entellektüelizasyondur. Her şeyden önce de 'dünyanın büyüsünü kaybetmesidir'. Gerçekten de mutlak ve en yüce değerler kamu yaşamından çekilmişler; ya mistik yaşamın aşkın (transendantal) âlemine ya da kişisel ve dolaysız ilişkilerinin kardeşlik dünyasına gitmişlerdir (Weber, 2015: 20).
Modernleşme Max Weber'in 'dünyanın büyübozumu' dediği şeye yol açar. Dinin kozmolojisinin karşısına bilime dayanan yeni bir kozmoloji anlayışı yerleşir.
Bilimsel yöntemle keşfedilen yasaların ve düzenliliklerin şeylerin geçerli açıklamaları olarak kabul edildiği, doğanın modern bilimsel yorumu hakim hale gelir.
Yağmurun yağıp yağmamasının nedeni, tanrıların kızgın olması değil, barometre ve uydular tarafından ölçümlenen atmosferik koşullar nedeniyle olmasıdır.
Kısaca, modernleşme sekülerleşme sürecini içerir; yani dini kurumları, inançları ve uygulamaları sistematik olarak zorlar, onların yerine akıl ve bilim alır (Weber, 2015: 10).
Aydınlanma ve sanayi devrimi ile birlikte kilisenin gücü gittikçe sorgulandı ve uzun yıllar boyunca dini düşünce biçimlerinin yerini daha bilimsel veya rasyonel düşünce biçimleri aldı.
Bilim ve bilimsel yöntem sosyal düşüncenin merkezinde yer almış; bilgi, dini kanallar tarafından dikte edilmek yerine, giderek artan şekilde deneysel, rasyonel yöntemlerle inşa edilmiştir.
Aydınlanma tarihinden itibaren toplum bir 'büyü bozumu' sürecinden geçmiştir. Din, sihir, gizem, batıl inançlar ve inançların rolü daha az belirgin hale gelmiş ve yerine rasyonel nedenler geçmiştir (Casanova, 2015).
Geleneksel toplumdaki yerleriyle karşılaştırıldığında, dini uygulamalar giderek bireyselleşmiş bir faaliyete dönüşmüştür. Sekülerleşme, Weber'de modern toplumları etkileyen daha büyük bir kültürel sürecin tezahürüdür: Rasyonalleşme süreci.
Weber, rasyonelleşmenin en somut halini 'bürokraside' görmüştür. Akılcı olarak oluşturulmuş yasalar ve resmi prosedürlerle belirlenmiş, kişisel olmayan ve tarafsız bir mekanizma olan bürokrasi, 'irrasyonel' işleyişin tam karşısındadır.
3. Emile Durkheim, işbölümü ve dinin fonksiyonsuzluğu
Modern sosyolojinin babalarından Emile Durkheim, dinin toplumsal açıdan önemini anlamakla oldukça ilgilenmiştir. Durkheim, birçok 19'uncu yüzyıl etkisinde olan düşünür gibi dinin ortaya çıkışıyla ilgili bir çerçeve sunmak istemiştir.
Durkheim'in din teorisinin temelinde bireylerin aynı nedenle bir araya gelmesiyle ortaya çıkan 'kolektif köpürmedir'.
Birlikte yaşayan insanlar, bireyselliklerinin toplamından daha büyük bir şeyin parçası olduklarını hissetmeye başlar; son tahlilde bu yoğunluk tanrıların ve sembollerin güçlerine atfedilir.
Bu nedenle, din dediğimiz şeyin temeli, tanrılara ve sembollere olan inançlardan önce var olan kolektif köpürmedir. Dolayısıyla din aslında, zaten var olan duyguların bir yansımasıdır (Durkheim, 1972: 219).
Durkheim, dinin bu tür kolektif pratik nedenlerden kaynaklandığı için, bu nedenler devam ettiği sürece dinin tamamen ortadan kalkmasının mümkün olmadığını savunmuştur.
Yukarıda açıklandığı gibi Durkheim'a göre din, insan kollektivitesinin doğasında var olan bir özelliktir. Binaenaleyh, bilim ve felsefenin gelişmesi dinin önemini kaybetmesine neden olsa da, dini duyguların ortadan kalkmasına yetmeyecektir.
Dini duygular karakter olarak değişebilirler ancak; insan topluluklarının doğal karakteristiği olduğu için 'tam sekülerleşme' olasılığını ortadan kaldırır.
Bununla birlikte Durkheim için din, modern dönemde ciddi biçimde fonksiyonsuz hale gelir. Bunun nedeni de 'işbölümüdür'. Evrimci bir anlayışa sahip olan Emile Durkheim için toplum, ilkel olandan modern olana doğru evrim geçirir.
İlkel toplumda, insanların topluluk içinde çok az bireysel girişimi ve nispeten farklılaşmamış işlevleri vardır. İnsanlar 'mekanik dayanışma' ile bir aradadırlar.
Mekanik dayanışma küçük, samimi topluluklar şeklinde yaşayan, her gün yüz yüze görüşen toplulukları karakterize eder. Din, böyle bir toplumda güçlü bir şekilde paylaşılan değerlerin bir yansıması olduğundan hayati önem taşımaktadır (Kongar, 2017: 102).
Modern toplum, nüfus artışı ve bilimsel-teknolojik değişimin bir sonucu olarak, 'organik' ve son derece farklıdır. Modern toplumun, ilkel toplumda olduğu gibi 'aynılıkla' değil bilakis 'farklılıkla' temeyyüz eder.
Gerçekten de, modern endüstriyel toplumun karmaşıklığı, avcısı-toplayıcı toplumların basitliği ile karşılaştırıldığında şaşırtıcıdır.
Örneğin; 'modern ordu sisteminde' Kara Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri ve Sahil Güvenlik gibi ana organlar mevcuttur.
Birçok yönden, bunlar kendi başlarına organik dünyalardır ancak; her biri daha da fazla alt organlara bölünür. Donanmada, örneğin SAT, Denizaltılar, Deniz Havacılar, Deniz Amfibi Memurları, Muharip Subaylar, Tedarik Kolordu, vb. Bunların her biri de bambaşka kariyer çizgisine ve işlevlere sahiptir.
Buradan yola çıkan Durkheim, modern toplumun ve onun 'organik dayanışmasının' dini fonksiyonsuzlaştıracağına inanır. Çünkü böyle bir toplum içinde insanlar artık aynı değerleri paylaşmaz.
İnsanlar artık çok daha karmaşık sosyal ekoloji aracılığıyla kendi yollarını seçer. Din fonksiyonsuzlaşır; onun yerine 'birey kültü' ve her birimizin saygınlığı kavramları gelir. Dolayısıyla sekülerleşme kaçınılmaz olarak dinin ölümüne yol açar (Durkheim, 1984: 122).
Durkheim bir yandan her şeyin din ile başladığını ve her zaman toplumsal yaşamın bir bileşeni olacağını söylerken, öte yandan dinin gücünün yavaş yavaş azaldığını ve toplumlar organik dayanışmaya doğru ilerledikçe ortaya çıkan genel sekülerleşme eğilimiyle dinin ölümünden söz etmektedir.
Bu durum, Durkheim'ın dinle alakalı düşüncelerinde birbiriyle çatışan pozisyonları ihsas etmektedir.
Peki, bu durum uzlaştırılabilir mi?
James J. Chriss'e göre evet. Chriss'e göre (1993; 251-252) Durkheim'da görünen bu paradoks, 'insan ve toplum' sorunu ve bireyciliğin doğasıyla ilgilidir.
Durkheim, sekülerleşme ve analitik olarak dinin önemsiz bir kategori olacağı işin sadece toplumsal vechesine özgüdür. Esasında dini gücün özünü toplumsal dayanışmadan (mekanik dayanışma) bireyin kutsallığına (organik dayanışma) kaydırmıştır.
Bu, Durkheim'ın İntihar adlı monografında (1951) başlayıp son büyük eseri olan Dini Yaşamın Temel Formları (1954) boyunca uzanan düşünce izleğinde açıkça görülmektedir.
4. Karl Marx ve 'afyon' olarak din
Marksizmin kurucusu ve ilk teorisyeni, 19'uncu yüzyıl Alman filozofu Karl Marx, dini, hem 'ruhsuz bir dünyanın ruhu' hem de 'halkın afyonu' olarak görmüştür.
Aynı zamanda Marx, dini, işçi sınıflarının kötü ekonomik koşullarına ve yabancılaşmalarına karşı bir protesto biçimi olduğunu da ifade etmiştir (Raines, 2002: 5-6).
Esasen Marx'ın dinle ilgili görüşleri büyük oranda bir diğer Alman filozof Feurbach'tan oldukça etkilenmiştir. Feurbach'ın, dinin 'insandaki ideal ve güzel olan şeylerin yansıması' olduğu fikrini aynen kabul eden Marx'a göre din ile ekonomi arasında derin bir ilişki vardır.
Meşhur teorisine göre bir altyapı kurumu olan 'ekonomi', üstyapı kurumu olan 'dini' belirler. Dolayısıyla din, egemen sınıfların ve burjuvanın lehine, işçi sınıfının aleyhine işler.
Marx böylece dinin ortadan kaldırılması ile gerçek mutluluğun, yani sınıf adaletinin tatmini arasında karşılıklı bir ilişki olduğunu iddia eder.
Bununla birlikte dinin yukarıda ifade edildiği gibi protest karakteri ve 'ruhsuz dünyanın ruhu' olması Marx'ın din konusunda pragmatik davranmasına yol açmıştır.
Din konusunda yerinde bir tabirle 'iki arada bir derede kalan' Marx, dini anlatıların ve hakikat iddialarının şüpheli durumuna rağmen, dinin insan ihtiyaçlarına, dürtülerine ve arzularına cevap verdiğine ve bunların oldukça gerçek olduğu fikrine de sahiptir bir yandan.
Ancak sekülerleşme kaçınılmazdır ve çoktan başlamıştır (Roberts, 2005: 22).
Marx sekülerleşmeyi nedensel olarak geleneksel kilisenin mülkiyet ilişkileriyle ilişkilendirir. Sekülerleşme ve mülk edinme süreçleri, toprağın ve hakların yeniden tahsis edilmesini içermektedir; çünkü kilisenin mülkiyeti, toprak mülkiyeti rejiminin tam merkezindedir.
Sekülerleşmenin artması ve dini kurumların düşüşüyle bu koşullar artık varlıklarını sürdüremeyecek hale gelecektir (Roberts, 2005: 26).
Sonuç
Aydınlanmanın etkisinde olan modern kurucu sosyologların genel anlamda dine bakışı oldukça menfidir.
Bu nedenle din sosyolojisi disiplininin en önemli konularından biri olan sekülerleşme tartışmasının başlangıcı, toplumsal düşünürlerin dine dair bu olumsuz söylemlerine tarihlenmektedir.
Sosyolojinin kurucusu kabul edilen Saint-Simon ve öğrencisi August Comte, geleneksel dinin tamamen ortadan kalkacağını ancak; bunun yerine geçecek 'insanlık dini' önermişlerdir.
Sekülerleşme, bu düşünürlerin çalışmalarında 'ismen' zikredilmez ancak, geleneksel dinin gerileyeceği konusunda iki düşünür de hemfikirdir.
Sekülerleşme tezi Karl Marx'tan John Stuart Mill'e, Ağustos Comte'den Herbert Spencer'a, EB Taylor'dan James Frazer'a, Ferdinand Toennies'ten George Simmel'e, Emile Durkheim'dan Max Weber'e, tüm kurucu babalar tarafından paylaşılmıştır.
Bütün bu düşünürler için 'dinin toplumsal statüsünü kaybettiği, gündelik hayatı şekillendiren referansların artık dini olmadığı' fikri kurucu düşünürlerin üzerinde uzlaştığı fikirlerden en önemlisidir.