HANEFÎ SAYILABİLMEK İÇİN NELERE, NASIL İNANMAK LÂZIMDIR? (FIKH-I EKBER, İMAM-I ÂZAM)
Çeviren: Doç. Dr. Y. Vehbi YAVUZ 23 Ağustos 2006
Esirgeyen, bağışlayan Allah’ın adıyla.
Tevhîd’in aslı ve sağlam bir şekilde inanılması gereken ilke sorumlu kişiler için inanılması farz olan şu sözleri söylemektir: “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeğe, kadere, hayır ve kötülüğün Allah’tan olduğuna inandım.”
Hesap, mîzân (amellerin tartılması), cennet ve cehennem bunların hepsinin varlığı gerçektir. Allah Teala birdir; fakat bu birlik, sayı yönünden olmayıp eşi ve benzeri olmamak yönündendir. Allah doğmamış, doğurmamıştır ve kimse o’na denk olmamıştır.
Allah Teala, yarattığı varlıklardan hiçbir şeye benzemez; yarattığı şeylerden hiçbiri de O’na benzemez. İsimleri, zatî ve fiilî sıfatları ile “lem-yezel ve lâ yezâl”dir.
Allah Teala’nın isimleri, fiilî ve zatî sıfatları ile lem-yezel ve lâ yezâl’dir.
Allah’ın zatî sıfatları şunlardır: Hayat, kudret, ilim, kelâm, semî, basar, irâde.
Allah’ın fiilî sıfatları şunlardır: Tahlîk= yaratmak, Tarzîk= rızık vermek, İnşâ= var etmek, İbdâ’= icad etmek, Sun’= yapmak ve benzeri sıfatlar da Allah’ın fiilî sıfatlarından olup, Allah Teala sıfat ve isimleri ile lem-yezel ve lâ-yezâl’dir. Hiçbir isim ve sıfat sonradan olma değildir.
Allah Teala, ilmi ile âlimdir. İlim, ezelde Allah’ın bir sıfatıdır. Allah Teala, kudreti ile kâdir olmuştur. Kudret, ezelde Allah’ın bir sıfatıdır. Allah Teala, kelâm sıfatı ile konuşucudur. Kelâm, ezelde Allah’ın bir sıfatıdır. Allah Teala, tahlîk sıfatı ile yaratıcıdır.Tahlîk, ezelde Allah’ın bir sıfatıdır. Allah Teala, fiili ile yapıcıdır. Fiil sıfatı, ezelde Allah’ın bir sıfatıdır. Fâil (işi yapan) Allah Teala’dır. Fiil (iş), ezelde bir sıfattır. Yapılan iş ise yaratılmıştır. Allah’ın fiili (işi) ise yaratılmış değildir.
Allah’ın sıfatları ezelde ihdâs edilmiş ve yaratılmış değildir. Allah’ın sıfatlarının yaratılmış yahut sonradan var edilmiş olduğuna hükmeden yahut bu konuda hüküm belirtmeyen yahut sonradan olma veya yaratılmış olmaları konusunda şüpheye düşen kimse Allah’ı inkâr etmiş, kâfir-i billâh’dır.
Kur’ân Allah sözü olup Mushaflarda yazılan, kalplerde muhâfaza edilen, dillerde ikrâr edilen ve Paygember aleyhisselâtü vesselâm’a indirilen kitaptır. Kur’ân’ı telaffuz etmemiz yaratılmıştır; onu okumamız yaratılmıştır, fakat Kur’ân’ın kendisi yaratılmış değildir.
Musa aleyhisselâm ile konuşmadan da Allah konuşan idi. Halkı yaratmadan da Allah Teala yaratıcı idi. Allah Teala, Musa aleyhisselâm ile konuşunca ezelde kendisinin sıfatı olan kelâmı ile konuşmuştur. Yaratıkları yaratınca yine ezelî olan yaratma sıfatı ile onları yaratmıştır. Allah’ın bütün sıfatları, yaratıkların sıfatlarından ayrıdır.
Yaratıkların sıfatlarına aykırı olarak Allah’ın bütün sıfatları ezelîdir. Allah bilir, fakat bizim bildiğimiz gibi değil. Allah’ın kudreti vardır, fakat bizim kudretimiz gibi değil. Allah konuşur, fakat bizim konuştuğumuz gibi değil. Allah işitir, fakat bizim işittiğimiz gibi değil. Bizler âlet ve harfler yardımı ile konuşuruz. Allah Teala ise âlet ve harfler olmaksızın konuşur. Harfler yaratılmıştır. Allah Teala’nın kelâmı ise yaratılmış değildir.
Allah Teala bir “şey”dir, fakat diğer şeyler gibi değildir. Şeyin manâsı sâbit demektir.
Allah Teala cisim değildir, cevher değildir, sınırlı değildir, zıddı yoktur, benzeri yoktur, misli yoktur. Kur’ân’da zikrettiği gibi Allah’ın eli, yüzü ve nefsi vardır. Allah’ın Kur’ân’da zikrettiği yüz, el ve nefs gibi sözler, keyfiyetsiz olarak O’nun sıfatlarıdır. Allah’ın eli, kudretidir, yahut nimetleridir, denilemez. Çünkü bu düşünce, Allah’ın sıfatlarını iptal etmek olur. Bu düşünce, Kaderiye taifesi ile Mu’tezile’nin görüşüdür. Ancak, Allah’ın eli, keyfiyetsizdir; gadap ve rızası da yine keyfiyetsiz olarak Allah’ın sıfatlarındandır.
Allah Teala, varlıkları hiçbir şeyin yardımı olmaksızın yaratmıştır. Var olmadan evvel, Allah Teala ezelde eşyayı biliyordu. Eşyayı takdir eden ve bunlar hakkında hüküm veren, Allah Teala’dır. Allah’ın dilemesi bilgisi, kazası, kaderi ve “Levh-i Mahfûzédaki yazısı olmaksızın ne dünyada, ne de âhirette hiçbir şey var olmaz. Ancak Allah’ın yazması, vasıf itibarıyla olup, hüküm yönü ile değildir.
Kaza, kader, meşîet ezelde keyfiyetsiz olarak Allah’ın sıfatlarıdır. Allah Teala, yol olan şeyi, yokluk durumunda yok olarak bilir; var olduğu zaman nasıl olacağını da bilir. Allah Teala mevcudu, varlık halinde var olarak bilmektedir; nasıl fânî olacağını da bilir. Allah Teala, ayakta olan kimseyi kıyam halinde ayakta olarak bilir. Oturduğu zaman, oturma halinde bilgisi değişmeksizin, sonradan olmaksızın onu oturan kişi olarak bilir. Allah’ın bilgisi değişmez; sonradan var olmaz. Değişme ve ihtilâf, yaratıklarda olur.
Allah Teala, yaratıkları küfür ve imandan boş olarak yaratmış olup sonradan onlara hitapta bulunmuş, emir ve yasaklar vermiştir. Bu emir ve yasakların verilmesinden sonra inkâr edenler kâfir olmuştur. Kâfirin, hakkı inkâr etmesi, Allah’ın o kişiyi rusvay etmesi ile olmuştur. İman edenler de kendi fiilî ikrarı ve tasdiki sebebiyle Allah’ın muvaffak kılması ve yardım etmesi sonucu iman etmişlerdir.
Allah Teala, Adem aleyhisselâmın zürriyetini Adem’in sulbünden çıkarmış olup, onları akıllı kimseler yapmış, hitapta bulunmuş, iman etmelerini emredip küfürden yasaklamıştır. Onlar da, Allah’ı Rabb, olduğunu ikrar etmişlerdir. Kulların bu ikrarları iman olmuştur. Onlar, bu fıtrat üzerine doğarlar. Bundan sonra her kim küfrederse, bu fıtratı değiştirmiş olur. İman eden ise bu fıtrat üzerinde sebat ve devam etmiş olur.
Allah Teala, yaratıklarından hiçbir kimseyi kâfir olmaya yahut iman etmeye zorlamamış; ne mümin, ne de kâfir olarak yaratmamış, ancak şahıs olarak yaratmıştır. Küfür, kulun kendi işidir. Allah Teala küfredeni küfür halinde kâfir olarak bilir. Bundan sonra iman ederse, iman halinde mümin olarak bilir. Bilgisi ve sıfatı değişmeksizin onu sever.
Hareket ve durmak gibi kulun bütün yaptığı işler, gerçekten kendi kazancı mahsulüdür. Allah Teala ise bu işlerin yaratıcısıdır.
Kulun işleri Allah’ın dilemesi, bilgisi, kaderi ve kazası ile olmaktadır. Tâat cinsinden olan tüm işler Allah’ın emri, muhabbeti, rızası, meîşeti, kaza ve takdiri ile vâcib olmuştur. Bütün kötülükler de Allah’ın bilgisi, kazası, takdiri, meşîeti (dilemesi9 ile meydana gelip bunlara sevgisi, rızası ve emri yoktur.
Bütün peygamberler –Allah’ın salât ve selâmı üzerlerine olsun- küçük ve büyük günahlardan, küfürden ve çirkin işlerden berî kılınmışlardır. Peygamberlerden zelle ve hatalar sâdır olmuştur.
Muhammed sallallahu aleyhi vesellem, Allah’ın sevgili kulu, elçisi, seçtiği ve temizlediği kimsedir.
Hz. Peygamber, putlara tapmamış; göz açıp kapayacak kadar hiçbir zaman dahi Allah’a eş koşmamıştır. Hiçbir suretle ne büyük, ne de küçük günah işlememiştir.
Peygamberlerden sonra insanların en üstünü Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk, ondan sonra Hz. Ömer el-Farûk, ondan sonra Hz. Osman b. Affân Zünnûreyn, ondan sonra Hz. Ali b. Ebî Tâlib el-Murtazâ rıdvânullahi aleyhim ecma’in’dir.
Dört Haife ibadet edici, hak üzere sebat edicidirler; hak ile beraberdirler. Onların hepsini severiz. Hz. Peygamber’in Sahâbilerinden hiçbirini hayırlı olmayan bir söz ile anmayız. Büyük de olsa, helâl kabul etmedikçe hiçbir Müslümanı herhangi bir günah işlediğinden dolayı küfre nisbet etmeyiz ve ondan iman ismini yok etmeyiz; ona gerçeten mümin ismini veririz.
Büyük günah işleyen kimseye gerçekten mümin deriz. Bir kimsenin kâfir olmaksızın fâsık bir mümin olması caizdir.
Mestler üzerine meshetmek sünnettir. Ramazan ayı gecelerinde Teravih Namazlarını kılmak sünnettir.
Müminlerden takvâ sahibi ve fâsık olan herkesin arkasında namaz kılmak caizdir.
Biz demiyoruz ki, mümine işlediği günahlar zarar vermez. Yine demiyoruz ki, günah işleyen mümin, cehennem ateşine girmez. Yine demiyoruz ki, böyle bir mümin cehennem ateşinde devamlı olarak kalacaktır. Mürcie’nin dediği gibi demiyoruz ki, büyük günah işleyen müminin yaptığı iyilikler makbûl, kötülükler mağfiret edilmiştir. Ancak biz şöyle diyoruz: Bütün şartlarını toplayan, ifsad edici ayıplardan boş olarak iyilik işleyen ve bu iyiliğini küfür, dinden dönme ve kötü ahlâk ile iptal etmeyen, nihayet dünyadan mümin olarak çıkan kimsenin iyiliklerini Allah Teala zâyi etmeyip belki bunları kabul eder ve yaptıklarından dolayı da kendisine sevap verir.
Allah’a eş koşmaktan ve küfürden başka, işlenen kötülüklerden, sahibi tevbe etmiş de, mümin olarak ölmüşse, onun durumu Allah’ın dilemesine bağlıdır. Allah dilerse, cehennem ateşi ile ona azab eder, dilerse affederek cehennem ateşi ile hiç azab etmez.
Amellere riyâ karıştığı zaman, bu riyâ, o amelin Allah katındaki sevabını yok eder. Ucub (kendini büyük görmek, ululamak) da böyledir.
Peygamberler için mucizeler sâbittir. Velîlerin kerâmetleri haktır. İblis, Firavun ve Deccâl gibi Allah’ın düşmanlarında görülen harikalarla, hadiselerle açıklandığı üzere, olmuş ve olacak harikalara mûcize ve kerâmet adını vermiyoruz. Ancak, bu gibi harikalara ihtiyaçlarının yerine getirilmesi adını veriyoruz. Çünkü, Allah Teala bazen kendilerini mertebe bakımından yükseltmek, azab etmek için, düşmanlarının ihtiyaçlarını da yerine getirir. Bu sebeple hallerini değiştirirler; azgınlık ve küfürlerini arttırırlar. Bunların hepsinin vukuu caiz ve mümkündür.
Allah Teala, yaratmadan evvel yaratıcı, rızık vermeden evvel rızık verici idi.
Allah Teala âhirette görülecektir. Müminler Allah’ı cenneten, baş gözü ile keyfiyetsiz, bir şeye benzetmeksizin, arada bir mesafe bulunmaksızın göreceklerdir.
İman, ikrar ve tasdikten ibarettir.
Gök ehliyle yer ehlinin imanı, iman edilecek şeyler yönünden artmaz, eksilmez; fakat, kesin iman ve tasdik yönünden artıp eksilir.
Müminler imanda, tevhide eşittirler. Amelde birbirlerine karşı üstün olurlar.
İslâm Allah’ın emirlerine teslim olmak ve boyun eğmektir. Lugat yönünden iman ile İslâm arasında fark vardır. Ancak imansız İslâm, İslâmsız iman olamaz. Bu ikisi, yekdiğerine nisbetle bir kimsenin karnı ile sırtı gibidir. Din ise; iman, İslâm ve Şeriat’le ilgili diğer hükümlerin tümüne verilen isimdir.
Allah’ı kitabında vasfettiği gibi bütün sıfatları ile gerçek olarak tanırız. Hiçbir kul, Allah Teala’ya hakkıyla, O’na layık olduğu şekilde ibadet edemez. Ancak, kitabında ve Resûlünün sünnetinde emrettiği tarzda ibadet edebilir.
Bütün müminler Allah’ı bilmek ve tanımak, kalben tatmin olmuş olarak iman etmek, tevekkül, Allah’a sevgi beslemek, Allah’ın yaptıklarına rıza göstermek, Allah’ın azabından korkmak, Allah’ın rahmetini ümit etmek ve bunlara iman etmek hususunda eşittirler.
Müminler, bu iman dışındaki (amel ile ilgili) bütün hususlarda birbirlerinden farklıdırlar. Allah Teala, kullarına iyilik edici, adalet yapıcıdır. Bazen kuluna, hak ettiğinden kat kat ço sevap verebilir. Bu, Allah’ın bir ihasanı ve lütfudur. Bazen, adaleti gereği olarak, işlediği günah sebebiyle kuluna azab verir. Bazen de lütfu gereği olarak affeder.
Peygamberlerin şefaat etmesi haktır. Peygamber aleyhisselâmın, günahkar müminlerle azabı hak etmiş büyük günah işleyenlere şefaat etmesi gerçektir, olacaktır.
Kıyamet gününde amellerin mîzân ile (tartı âleti ile) tartılması haktır. Peygamber aleyhisselâmın havzı haktır. Kıyamet gününde, hasımlar arasında iyilikler alınarak (hak sahiplerine verilmesi suretiyle kısas alınması) haktır. Karşı tarafın iyilikleri yoksa, alacaklıların kötülükleri alınarak haksızlar üzerine yükletilmesi hak ve caizdir.
Kıyamet gününde iyiliklerin alınıp verilmesi suretiyle hesaplaşmak haktır. Hasımları iyilikleri bulunmadığı takdirde, üzerlerine kötülüklerin yükletilmesi de haktır, caizdir.
Cennet ve cehennem bugün de vardırlar; ebedî olarak tükenmezler. Hûrîler ebedîyyen ölmezler. Allah’ın azab ve sevabı da sermedîdir(ebedîdir).
Fazlı gereği Allah, dilediğini doğru yola iletir, adli gereği de dilediğini saptırır. Allah’ın saptırması, kulunu yardımsız bırakmasıdır. Bunun açıklaması şöyledir: Yani kulun yaptığı iş, Allah’ın rızasına uygun olmaz. Bu da O’nun bir adaleti gereğidir. Yardımsız bırakılan kimseye, yaptığı kötülüklerden dolayı azab etmek de böyledir.
Mümin olan kuldan, şeytanın cebir ve zor kullanarak imanı yok etmesine hükmetmemiz caiz değildir. Ancak, şöyle diyebiliriz: Kul, imanı terk eder; bu takdirde şeytan da ondan imanı yok eder.
Münker-Nekir meleklerinin kabirde soru sorması ve kabirde iken ruhun cesede iade edilmesi gerçektir. Kabrin, ölüyü sıkması haktır. Bütün kâfir kullarla müminler içinden günahkar olanlar için azab edilmesi de gerçektir ve caizdir.
“El” manâsındaki “yed” kelimesi dışında âlimlerin, adı yüce olan Allah’ın sıfatlarından Farsça olarak zikrettikleri isimlerle anılması caizdir.
Allah’a yakınlık ve uzaklık, mesafe uzaklığı ve yakınlığı yönünden değil, belki kerâmet (üstünlük) ve zillet (önemsizlik) bakımındandır. Allah’a itaat eden kişi keyfiyetsiz olarak O’na yakın, isyan eden ise yine keyfiyetsiz olarak O’ndan uzaktır.
Yakınlık, uzaklık ve ikbâl (Allah’ın kula yönelmesi, baht vermesi), O’na yalvaran kullar için vuku bulur.
Cennet’de Allah’a komşu olmak ve Allah’ın huzurunda bulunmak da böylece keyfiyetsizdir.
Kur’ân-ı Kerim, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e indirilen kitab olup, Mushaflarda yazılı olandır. Kur’ân âyetleri “kelâm” manâsında olup, üstünlük ve büyüklükte hepsi eşittirler. Ancak bazısı zikir bakımından, bir kısmı da mezkûr bakımından diğerlerinden faziletlidir. Âyete’l-Kürsî gibi… Çünkü Âyete’l-Kürsî’de zikredilenler Allah’ın yüceliği, büyüklüğü ve bazı sıfatlarıdır. Âyet’l-Kürsî’de iki türlü üstünlük toplanmıştır: Biri zikir üstünlüğü, diğeri de mezkûr üstünlüğüdür. Kâfirlerin kıssası ile ilgili âyetlerde olduğu gibi Kur’ân âyetlerinin bazısında da zikir yönünden üstünlük vardır. Fakat bu âyetlerde zikredilen kimselerin bir üstünlüğü yoktur. Zikredilenler kâfirlerdir.
Allah’ın isim ve sıfatları da yine büyüklük ve üstünlük bakımından eşittirler, aralarında herhangi bir fark yoktu.
Tâhir, Kâsım ve İbrahim, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ğulları, Fâtıma, Rukiyye, Zeyneb ve Ümmü Gülsüm hepsi Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in kızları idiler.
İnsan, tevhîd ilminin inceliklerinden herhangi bir şey üzerinde güçlük ile karşılaşınca o zaman, sorup öğreneceği bir âlim kişiyi buluncaya kadar Allah katında doğru olan ne ise ona inanması gerekir (yani Allah katında doğrusu hangisi ise ona inanıyorum demesi gerekir). Fakat, böyle bir âlim arayıp bulma işini te’hir etmesi caiz değildir. Bu konuda, durup beklemekten dolayı özürlü kabul edilmez ve eğer şüpheye düşerek sormaz da beklerse, o takdirde kâfir olur.
Mîrâc’la ilgili haber gerçektir. Bu haberi reddeden kişi fâsık ve sapıktır.
Deccâl’in çıkması, güneşin batıdan doğması, İsâ aleyhisselâmın gökten inmesi ve sağlam hadislerde geldiği üzere diğer kıaymet alâmetlerinin ortaya çıkması haktır, olacaktır. Allah, dileyeni doğru yola iletir.
Fıkh-ı Ekber/ İmâm-ı Âzam, Şeyh Ebu’l Müntehâ Şerhi