Malatya faciasının düşündürdükleri
İlter TÜRKMEN 24 Nisan 2007
MALATYA’da Protestan kilisesine bağlı üç kişinin Taliban, El Kaide ve Irak’taki dini fanatiklerin kurbanları gibi boğazları kesilerek katledilmeleri, kuşkusuz hepimizi bir vicdan muhasebesine zorluyor.
Bernard Lewis’in Müslüman ülkelerdeki geri kalmışlığın nedenlerini inceleyen kitabının başlığından esinlenerek, "nerede hata yaptık" sorusunu sormamız ve bu soruya mutlaka bir cevap bulmamız gerekir. Malatya’daki olayın izole bir olay olmadığı, daha önce de benzer eylemlere girişildiği göz ardı edilemez.
Genellikle, İslam bir barış ve hoşgörü dinidir, şiddet ve teröre cevaz vermez, deniyor. İyi de önemli olan dinin nasıl yorumlandığı ve bu yorumun gerçekte ne gibi sonuçlar doğurduğudur. Eğer dini yorumlar fiiliyatta diğer dinlere karşı nefreti ve şiddeti körüklüyorsa, bu yorumların üzerinde de durulmalıdır.
* * *
Diyanet İşleri Başkanı, isabetli bir açıklamada bulunarak katliamı dine, vatana ve millete ihanet olarak vasıflandırdı ve misyonerlerin faaliyetlerinin bir tehlike teşkil etmediğini belirtti.
Fakat başkanlığa bağlı Diyanet Vakfı’nın "Misyonerlik" kitabında, misyonerliğin Haçlı savaşlarının bir devamı şeklinde gösterildiğini öğreniyoruz. Diyanet İşleri Başkanlığı, tutarlı bir yaklaşımla dini hoşgörüyü sürekli teşvik edecek girişimlerde bulunmalıdır.
Tabii Türkiye’de sorun radikal dini inançlardan ibaret değil. Milliyetçi fanatizm, dini fanatizmle iç içe geçmiş durumda. "Kuran kitabımız, Turan hedefimiz" gibi sloganların yansıttığı "Türk-İslam sentezi"nin çok destek bulduğu bir gerçek. Meselenin bir başka yönü daha var. Laikliğin en ateşli taraftarları, bütün dinlere saygıyı savunacaklarına meydanlarda misyonerliğin ulusal bir tehlike olduğunu ilan edip duruyorlar.
Bir siyasi parti liderine göre misyonerlik, Türkiye’yi bölme senaryolarının bir parçası. Yüksek sorumluluk mevkilerinde, AB ve ABD’yi de Türkiye’yi bölme komplolarının aktörleri olarak görenler çok. Birinci Dünya Savaşı’ndan bitkin çıkmış bir Türkiye bile bölünemedikten sonra bugün nasıl bu amaca ulaşılabilecek, o belli değil.
Bana göre Türkiye’nin bölünmesi için ABD ile büyük AB ülkelerinin Türkiye’yi müştereken işgal etmelerinden başka bir yol yok! Böyle bir olasılık da galiba ufukta pek gözükmüyor.
* * *
Birinci Dünya Savaşı’ndaki göçler ve daha sonra Yunanistan’la ahali mübadelesini takiben İstanbul ve Anadolu’da gayrimüslimlerin sayısında büyük bir azalma olmuştu. Artık bir tehdit oluşturmaları söz konusu değildi. Fakat azınlıklara daima derin bir kuşkuyla bakıldı. Tam Türk vatandaşı olarak algılanmadılar.
Hukuki metinlere bile "Türk vatandaşı yabancılar" gibi ibareler sokuldu. Azınlıklara yönelik önlemler her zaman siyasi otoritenin kararıyla alınmadı. Azınlıkları sürekli milli bir tehlike olarak algılayan bürokrasi çok kere emrivakiler yoluna başvurdu. Azınlıklara karşı duyulan kuşku, din değiştirmelerine de sirayet etti.
Türkiye, halen bütün Müslüman ülkeler içinde en az başka dinden insan barındıran bir ülkedir. Bazı Arap ülkelerinde Hıristiyanların oranı, nüfusun yüzde 10’una kadar varıyor.
Türkiye’de en fazla birkaç bin kişi şimdiye kadar Protestan oldu diye telaşa kapılmak, konuyu rahmetli Ecevit’in yaptığı gibi bir güvenlik tehdidi algılamasıyla Milli Güvenlik Kurulu gündemine taşımak, paranoya değil de nedir?
Türk milletine vehimler aşılayarak siyasi amaçlarına varmaya çalışanlar, ülkenin gittikçe daha kutuplaşmasına ve sonunda bölünmesine hizmet ettiklerini nihayet anlamalıdırlar.
Türkiye’nin dışarıdan kaynaklanan sorunları elbette vardır, fakat içeriden kaynaklanan sorunları çok daha tehlikeli boyuttadır. Çareleri dışarıda değil, içeride arayalım.