Ekonominin siyasete kurban edilişi!
Kürşad Zorlu 01 Ocak 1970
Türkiye ekonomisi tarihinin en zor dönemlerinden birini yaşıyor. Türk lirasının döviz karşısındaki değer kaybı yılbaşından bu yana yüzde 100’ü aşarken, halkın alım gücü giderek sınırlanıyor. İğneden ipliğe kadar hemen her üründe zam yarışı var…
En önemlisi de hâlâ kur artışının devam edeceğine yönelik güçlü bir kanaat olması! Kontrol altına alınamayan bu eğilim meselenin ekonomi politiğine bakmamızı gerekli kılıyor.
Elbette diğer sebepleri de konuşulabilir ancak stokçuluğun yaygınlaşmasında bu yönelim çok önemli.
Bir yandan artan enflasyon, bir yandan belirsizlik vatandaşın gelecek beklentisini hayli olumsuz bir noktaya taşımış durumda.
1-15 Aralık tarihlerinde NG araştırmanın 2045 kişi üzerine yaptığı çevrimiçi anket çalışmasında 2021 yılında satın alma gücünün azaldığını düşünenlerin oranı yüzde 82 düzeyinde. Her 3 katılımcıdan 2’si temel ihtiyaçlarını borçlanmadan karşılayamıyor. Beklendiği gibi her 10 kişiden 9’u artan döviz kurunun ekonomisini olumsuz etkilediğini düşünüyor. Önemli bulgulardan biri de "Türkiye ekonomisi ilerleyen yıllarda nasıl değişir?" sorusuna yüzde 69’u “Daha kötü olur” cevabını veriyor.
Bu ve benzer araştırma sonuçları önümüzdeki aylarda nasıl bir hal alacak göreceğiz.
Bir başka önemli husus da yeni asgari ücret artışıyla birlikte (eğer diğer meslek ve gelir gruplarında bir düzenleme yapılmazsa) Türkiye’de alt ve orta sınıf arasındaki mesafe kapanmakta ve daha fazla insan alt gelir sarmalının içerisinde kalmaktadır. Örneğin belirlenen asgari ücret ile öğretmen, mühendis ve doktor arasında maaş düzeyi nasıl dengelenecektir?
Ne yazık ki ülkede zaten var olan gelir ve servetin adaletsiz dağılımı son yaşadığımız kur krizi ile derinleşmiştir.
Ve daha önce de yazmıştım toplumsal güven aşındıkça siyasete ve ekonomik kararlara karşı güven azalmakta. Vatandaşın yaşamakta olduğu ekonomik sorunlara yönelik çözüm iradesinin varlığı ve gerçekçiliğine yönelik şüphesi umutsuzluğu artıran yegane zemin!
O halde buraya durup dururken mi gelindi?
Kamu tercihi yaklaşımına göre kamu kesiminin yapısı, büyüklüğü ve kararların alınış biçimi krizlere karşı tedbir alabilmede oldukça kritik. Gelişmiş demokrasilerde esas olan yönetişim kavramını hayata geçirebilmek olduğu için çoğunlukla sistemlerin inşası aşırı merkezileşmiş yönetimlere tercih edilir. Yani birlikte yönetim, hesap verebilirlik, şeffaflık, sorumluluğu üstlenme gibi zorunluluklar politik kararların ekonomideki başarı ya da başarısızlığında bir ölçüt...
Peki dışarıda birtakım saldırılar varsa ne yaparsınız? İçeride kendi ekonominizi ve sisteminizi bu kırılganlığa karşı hazır ve dayanıklı hale getirmeniz beklenir...
Türkiye 2001 ekonomik krizinin ardından bir yandan mali disiplini sağlayan tedbirleri uygulamış bir yandan da yapısal reformları sürdürmüştür. Hemen hemen tüm ekonomik göstergelerde hatırı sayılır iyileşmeler görülmüştür.
Fakat 2017 referandumunda kabul edilen ve Temmuz 2018’den itibaren uygulamaya konulan yeni yönetim sistemiyle birlikte karar verme süreçlerinin, kamunun uyum kapasitesinin ve denetim ayağının hayli aşınmaya başladığı dikkat çekmektedir.
Bu sistemin kusurlu ve eksik yanlarını en başından beri dile getiriyorum. Yeni sistemle uygulamada ara kademeler etkisizleşmiş ve devletin doğru bilgiye ulaşma ve üretme imkanı ciddi biçimde kısıtlanmıştır.
Buna ek olarak 2013 yılından bu tarafa Gezi olayları, darbe girişimi gibi içeride meydana gelen birtakım siyasi krizler, sınır ötesinde süregelen önemli askeri operasyonlar ve salgın süreci göz ardı edilemez. Suriye iç savaşından sonra Türkiye’ye gelen 3.6 milyon Suriyelinin mevcut tabloda 5 milyonluk yeni bir insani yüke dönüşmüş olması sürdürülebilir değildir.
Bu yönüyle bakıldığında Türkiye içerde ve dışarda artan siyasi risklerle fotoğraflanmaktadır. Rakamlardaki değişimi burada tekrarlamak istemiyorum ancak bugün ülkede alınan kararların olumsuz sonuçlara yol açtığından söz ediyorsak aslında bu kararların alınış biçimini ve etkinliğini irdeliyoruz demektir. Yani yönetim sistemindeki sorunları ve aşılamaz bariyerleri…
Sanırım bunun en sembolik ifadesi ekonomi yönetiminde ve bilhassa Merkez Bankası'nda yaşanan iş ve görev devir hızıdır. Siyasetin ekonomiye yön vermesi mutlak bir kuşatıcılık ile şekillenmekte ve kurumların bağımsızlık işlevleri ortadan kalkmaktadır.
Bu durum ortak karar alma mekanizmalarını her geçen gün daha da tıkamakta ve siyaset kurumu topyekûn bir çıkmazın içerisinde girmektedir.
Vatandaşın haklı olarak seçim konusunu daha fazla konuşur hale gelmesi ise sadece yaşadığı ekonomik sorunlarla ilgili değil aynı zamanda geleceğe yönelik bu olumsuz beklentiyle de ilgilidir.
Ekonomistler halihazırda yürütülen ekonomi modeli için günlerdir tespit ve eleştirilerini yapıyor. Farklı düzeylerdeki bu uyarılara rağmen iktidar cephesi henüz tam açıklığa kavuşturulamamış olsa da bu modeli uygulamayı sürdürüyor. Muhakkak ki bu bir politik tercih ve vatandaşlar da bu tercihi puanlamayı sürdürecek. Pek muhtemel ki önümüzdeki aylar içerisinde söz konusu karar ve uygulamaların olumlu ya da olumsuz sonuçları daha açık görülecektir.
Çözüm nedir derseniz, Türkiye’nin imkanları ve potansiyeli bu dar geçitten sıyrılmaya yeterlidir. Ancak hızla ortak akıl ve ortak yarar ilkesini işletecek bir yönetim anlayışını hayata geçirmek, liyakat eksenine oturtmak gerekiyor. Ve tabii ki adalet, güvenilirlik, demokrasi ve uzlaşma kültürü… Faizler de işte ancak böyle bir iklimde ekonomiyi destekleyecek şekilde düşerek olması gereken denge haline yaklaşacaktır.