Samuel Huntington
18.04.1927 – 24.12.2008 01 Ocak 1970
ABD'nin yetiştirdiği en önemli siyaset bilimcilerinden olan Samuel Phillips Huntington 1927’de New York’ta doğdu. 18 yaşında Yale Üniversitesi’ni bitirdi. 23 yaşında Harvard Üniversitesi’ne öğretim görevlisi oldu. 1968’den itibaren ABD Dışişleri Bakanlığı’nda danışman olarak çalışmaya başladı. Ölümünden önce Harvard Üniversitesi'ne bağlı John M. Olin Stratejik Araştırmalar Enstitüsü'nde öğretim görevlisiydi. Aynı zamanda ABD Savunma Bakanlığı'na danışmanlık yapmaktaydı. 17 kitap yazan Huntington, Harvard’dan 2007’de emekli oldu.
Harvard Üniversitesi Politik Bilimler Akademisi Profesörü olan Samuel Huntington, aynı üniversitede Uluslararası İlişkiler Direktörü, Harvard Uluslararası ve Alan Çalışmaları Başkanı, 1986-1987 yıllarında Amerikan Politik Bilimler Birliği'nin başkanlığını, 1977-78 yıllarında Beyaz Saray'da Ulusal Güvenlik Konseyi ve Güvenlik Planlama bölümünün koordinatörlüğü görevlerini üstlendi.
Dış Politika dergisinin kurucusu olan Huntington'un;
1957 - Asker ve Devlet (The Soldier and The State)
1957 - Asker-Sivil İlişkileri Politikaları ve Teorileri (The Theory and Politics of Civil-Military Relations)
1961 - Ortak Savunma: Ulusal Politikalarda Stratejik Programlar
1968 - Değişen Toplumlarda Politik Sistem (Political Order in Changing Societies)
1981 - Amerikan Politikaları: Uyumsuzluk Sözü (American Politics: The Promise of Disharmony)
1991 - Üçüncü Dalga: 20. Yüzyılın Sonlarında Demokratikleşme ( The Third Wave: Democratization in the Late Twentieth Century)
1996 - Medeniyetler Çatışması ve Yeni Dünya Düzeni (The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order)
2004 - Biz kimiz? Amerika'nın Ulusal Kimlik Arayışı (Who are we? The Challenges to America's National Identity) adlı kitapları bulunmaktadır.
Huntington'un özel ilgi alanları; ulusal güvenlik, strateji ve sivil-asker ilişkileri, az gelişmiş ülkelerdeki demokratikleşme ve politik - ekonomik gelişim, dünya politikasındaki kültürel faktörler ve Amerikan ulusal kimliği olarak tanımlanıyor.
Samuel Huntington, geliştirdiği bazı kışkırtıcı teorilere karşın, halen çok önemli bir bilim adamı olarak kabul edilmektedir. Huntington’ı benzersiz yapan, uluslararası politikanın değişen dinamiklerini zarif ve merak uyandıran yollarla şekillendirme yeteneğidir. Bu, analizlerinin büyük ölçüde çatışmaya ve güç mücadelelerine dayanmasından kaynaklanmaktadır.
Tezleri
"Medeniyetler Çatışması"
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra meydana gelen jeopolitik boşlukta, en iddialı ve o nispette tartışmalara sebep olan jeopolitik görüş, Samuel P. Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezidir.
ABD’li siyaset bilimci Huntington, 1993 yılında, Amerikan dış siyaset çevrelerinin en etkili dergisi Foreign Affairs’da “Medeniyetler Çatışması” adlı makalesinde; dünya siyasetinde yeni çatışmaların ideolojik veya ekonomik değil kültürel temelli olacağını, dolayısıyla medeniyetler çatışması döneminin başladığını ileri sürmüştür. Huntington, makalesini genişleterek 1996 yılında “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması” adlı bir kitapta yayınlamıştır.
Huntington: “Benim faraziyem şudur ki, bu yeni mücadelesinin esas kaynağı öncelikle ideolojik ve ekonomik olmayacaktır. Beşeriyet arasındaki büyük bölünmeler ve hâkim mücadele kaynağı kültürel olacak. Milli devletler, dünyadaki hadiselerin yine en güçlü aktörleri olacak fakat küresel siyaset asıl mücadeleleri farklı medeniyetlere mensup grup ve milletler arasında meydana gelecek. Medeniyetler çatışması küresel siyasete hâkim olacak. Medeniyetler arasındaki fay hatları geleceğin muhabere hatlarını teşkil edecek. Medeniyetler arasındaki mücadele, modern dünyadaki mücadelenin evriminde nihai safha olacak.” sözleriyle tezini takdim etmiştir.
Huntington’un tezi, klasik jeopolitikçilerin coğrafyaya dayalı teorilerinden ayrılarak, devletlerarasındaki mücadele kültürel yapıyı öne çıkarmaktadır. Buna göre dünya siyasi ortamını şekillendirecek ana unsur medeniyet farklılıkları olacaktır.
Huntington tezine esas aldığı medeniyet kavramını “Bir medeniyet, insanları diğer türlerden ayırt etmesi yanında, onların sahip olduğu en yüksek kültürel gruplaşma ve en geniş kültürel kimlik seviyesidir. Medeniyet; hem dil, tarih, din, âdetler, müesseseler gibi ortak objektif unsurlar vasıtasıyla ve hem de insanların subjektif olarak kendi kendilerine teşhis etmeleri suretiyle tarif edilir. İnsanlar çeşitli kimlik seviyelerine sahiptirler. Roma’da oturan bir kişi kendini Romalı, bir İtalyan, bir Katolik, bir Hıristiyan, bir Avrupalı, bir Batılı olarak değişen yoğunluk dereceleriyle tanımlayabilir. O kişinin mensup olduğu medeniyet, kendisini kuvvetle teşhis ettiği en geniş kimlik seviyesidir.” sözleriyle açıklamıştır.
Huntington, dünyayı; Batı, Konfüçyüs, Japon, İslam, Slav-Ortodoks, Latin Amerika, Hint ve Afrika medeniyetleri olmak üzere sekiz medeniyet çevresine ayırmıştır. Huntington, 1996’da yayınladığı kitapta ise Konfüçyüs medeniyeti yerine daha kapsamlı olan “Sinik Medeniyeti” terimini kullanmış ve bu terimim Çin ortak kültürünü, Güneydoğu Asya, Kore ve Vietnam kültürlerini de tanımladığını söylemiştir. Aynı şekilde Hint medeniyeti yerine “Hindu medeniyeti” terimini kullanmıştır. Kitap makaleyle birçok açıdan benzerlik göstermekle beraber, makaledeki sekiz medeniyete, kitapta dokuzuncu olarak Budist medeniyetini de eklemiş ve söz konusu medeniyete Tibet, Moğolistan ve Kamboçya’yı dâhil etmiştir.
Huntington, medeniyetler arasındaki farkların asırların ürünü olduğunu ve giderilemeyeceğini, küçülen dünyada medeniyetler arasındaki etkileşimin arttığını ve bunun sonucunda medeniyetler arasındaki farkların daha yoğun biçimde hissedilerek medeniyet şuurunu güçlendirdiğini, küreselleşmenin yol açtığı sosyal değişimlerin ve ekonomik modernleşmenin millî kimlikleri zayıflattığını ve bunun yerine dini ve etnik kimliklerin öne çıktığını belirtmiştir. Huntington, gelecekteki en önemli mücadelelerin medeniyetleri birbirinden ayıran fay kırıkları boyunca meydana geleceğini ileri sürmüştür.
Huntington’a göre; yeni dünyada mücadelenin esas kaynağı ideoloji ve ekonomi olmayacaktır. Beşeriyet arasında büyük bölünmelerin ve mücadelelerin kaynağı kültür olacaktır. Dünyadaki hadiselerin en güçlü aktörleri yine milli devletler olacak fakat global politikanın asıl mücadeleleri farklı medeniyetlere mensup grup ve milletler arasında meydana gelecektir. Medeniyetler arasındaki fay hatları geleceğin çatışma alanlarını oluşturacaktır. Batı ve İslam arasında asırlardan beri var olan mücadelenin son bulma ihtimali yoktur.
Huntington, Batı ve İslam medeniyetleri arasındaki fay kırığını Katolik-Ortodoks fay hattından daha önemli görmektedir. Yazar, Batı ve İslam medeniyetleri arasında Afrika’nın ucundan Orta Asya’ya uzanan fay kırıkları boyunca mücadelelerin 1300 senedir devam ettiğini söylemektedir. Bu hattın sadece bir farklılık çizgisi değil, aynı zamanda kanlı bir mücadele çizgisi olduğunu vurgulamaktadır. Huntington, Avrasya’da medeniyetler arasındaki büyük tarihi fay kırıklarının bir kere daha alevlendiğini belirtmektedir.
Geleceğin tehlikeli çatışmalarının; Batı’nın kibri, İslam’ın hoşgörüsüzlüğü ve Çinlilerin aşırı inatçılığı ve iddiacılığı arasındaki etkileşimden kaynaklanacağını söyleyen Huntington’a göre İslam ve Konfüçyen (Sinik) medeniyetleri Batı medeniyetine meydan okuyacaktır. Huntington; Müslüman nüfus artışının İslamcı davalara katılan ve Batı’ya göç eden çok sayıda işsiz ve hoşnutsuz genç insan üretmiş olması; Batı’nın kendi değerlerini ve kurumlarını evrenselleştirme, askeri ve ekonomik üstünlüğünü koruma ve Müslüman dünyadaki çatışmalara müdahale etme doğrultusundaki çabalarının Müslümanlar arasında güçlü bir öfke doğurması; Komünizmin çöküşünün Batı’nın ve İslam’ın ortak düşmanını ortadan kaldırması ve böylece her birinin diğerini büyük tehlike olarak algılamaya başlaması; Müslümanlar ve Batılılar arasında giderek artan ilişkilerin her ikisinde de kendi kimliklerine ve birbirlerinden nasıl farklılaştıklarına dair yeni bir hassasiyet yaratması gibi sebeplerin 20. Yüzyılın sonlarında ve 21. yüzyılın başlarında İslam ve Batı medeniyetleri arasında çatışma ihtimallerini arttırdığını ileri sürmüştür.
Huntington’a göre medeniyetler arası çatışmalar iki düzeyde görülebilir. Birincisi yerel seviyede cereyan eden mikro çatışmalardır. Yerel çatışmalar farklı medeniyetlere mensup komşu ülkeler arasında görülür. Dağılan bir büyük devlet içindeki farklı grupların kendi devletlerini kurmak için giriştikleri çatışmalar mikro çatışmalardır. Eski Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’nın dağılması sürecinde yaşanan çatışmalar bu tip çatışmalardır. Huntington, bu çatışmalara “fay hattı çatışmaları” diyerek Müslüman olanlarla olmayanlar arasında görüldüğünü belirtmektedir. Farklı medeniyetlere mensup büyük devletlerarasındaki çatışmalar ise küresel ve makro seviyede olandır. Huntington, küresel/makro seviyede olan çatışmaları da “çekirdek devlet çatışmaları” olarak isimlendirmiştir.
Huntington, Batı medeniyetinin ayırt edici niteliklerini; bireycilik, özgürlük, liberalizm, anayasacılık, hukuk düzeni, demokrasi, serbest piyasa ve laiklik olarak sıralamış ve bu özelliklerin İslam, Sinik, Japon, Hindu, Budist veya Ortodoks medeniyetlerde karşılığı bulunmadığını ileri sürmüştür.
Huntington’a göre bütün bu değerler ve kurumlar, Batı medeniyetini benzersiz kılmaktadır. Batı medeniyeti evrensel olduğu için değil, benzersiz olduğu için değerlidir.
Huntington’a göre Batı medeniyetinin birinci görevi, diğer medeniyetler kendine benzetmeye çalışmak olmamalıdır, zira kaybettiği güçle bunu başarması imkânsızdır. O halde Batı’nın ve en güçlü Batı ülkesi olan ABD’nin birinci sorunluluğu, Batı medeniyetinin benzersiz özelliklerini muhafaza etmeye, savunmaya ve yenilemeye çalışmak olmalıdır. Bu maksatla Batı, azalan bütün gücüne rağmen; daha büyük bir siyasi, ekonomik ve askeri bütünleşme sağlayacak ve aralarındaki farklılıkları diğer medeniyetlere mensup devletlerin istismar etmelerini engelleyecek biçimde siyasetlerini uyumlu hale getirmelidir. Merkezi Avrupa’nın Batılı devletlerini, Baltık Cumhuriyetlerini, Slovenya ve Hırvatistan’ı Avrupa Birliği’ne ve NATO’ya almalı; Latin Amerika’nın “Batılılaşmasını” teşvik etmeli ve Latin Amerika ülkelerinin Batıyla mümkün olabildiğince yakın bir noktaya gelmelerini desteklemelidir. Çin’in ve İslam devletlerinin konvansiyonel ve konvansiyonel olmayan askeri güçlerini geliştirmelerini kısıtlamalı; Japonya’nın Batı’dan uzaklaşıp Çin ile yakınlaşmasını yavaşlatmalı; Rusya’yı Ortodoksların çekirdek devleti ve güney sınırlarının güvenliğinden meşru çıkarı olan büyük bir bölgesel güç olarak kabul etmelidir. Batı’nın diğer medeniyetler üzerindeki teknolojik ve askeri üstünlüğünü korumalı ve en önemlisi, diğer devletlerin meselelerine yönelik Batı müdahalesinin muhtemelen çok medeniyetli bir dünyada istikrarsızlığın ve küresel çatışmanın yegâne ve en tehlikeli kaynağı olduğunu kabul etmelidir.
Huntington, Avrupa ve Kuzey Amerika ulusları arasında dayanışmayı ilerletmeyi; kültürleri batınınkine yakın Doğu Avrupa ve Latin Amerika’yı Batı toplumlarına katmayı; Rusya ve Japonya ile işbirliğine dayalı yakın ilişkileri geliştirmeyi önermekte, İslam dünyası ve Çin’i dışarıda bırakmaktadır. Batının askeri gücüne karşı koymak için Konfüçyen Çin ile İslam ülkeleri arasında bir askeri bağlantı bu suretle vücuda gelmektedir.
Huntington, dünyanın gittiği yönü daha iyi anlayabilmek için, her ülkenin mensup olduğu medeniyetle ilişkisini ve o medeniyet içerisindeki nüfuzunu dikkate alarak beş ayrı yapı tanımlamıştır. Bunlar; üye ülke, yalnız ülke, merkez ülke, bölünmüş ülke, kararsız ülke.
Huntington, herhangi bir medeniyet ile tamamen ilişkilendirilebilen ülkeler için üye ülke kavramını kullanmıştır. Yalnız ülke kavramı ile de diğer ülkelerle kültürel bir bağı bulunmayan, medeniyeti itibariyle dünyadan soyutlanmış olan ülkeleri kastetmiştir. Merkez ülke kavramı ise, ait olduğu medeniyete beşiklik eden, o medeniyetin kültürünün kaynağı olarak kabul edilen ülke ya da ülkeleri tanımlamıştır. Bölünmüş ülke ile içerisinde farklı medeniyetlere mensup olan çok sayıda insan bulunan ülkeleri tarif etmiştir. Huntington, kendilerine ait bir medeniyetleri olan, ancak liderleri bu medeniyeti terk etmeyi ve başka bir medeniyete geçmeyi amaçlayan ülkeleri kararsız ülke olarak isimlendirmiştir.
Huntington, yeni bir kimliğe geçişin; sosyal, politik, kurumsal ve kültürel açıdan son derece uzun, kesintili ve acılı bir süreç olduğunu ifade etmiş ve bugüne kadar bu tür girişimlerin hep başarısız olduğunu belirtmiştir. Huntington'ın kararsız ülkelere verdiği örnekler ise Rusya, Türkiye, Meksika ve Avustralya’dır.
Huntington’a göre, Türkiye gibi toplumların siyasi liderlerinin Batıyı kendi toplumlarının içine almaya ve kendi toplumlarını da Batının içine katma girişimleri başarısız olmaya mahkûmdur ve dünyada henüz bunu başarabilmiş bir ülke yoktur. Çünkü bu tür ülkelerde bu yönde yaşanan deneyimler yerli kültürlerin ne kadar güçlü, direngen, Batı medeniyeti ve modernleşme ithaline karşı koyma, onu sınırlama ve uyarlama yeteneklerine sahip olduğunu çok güçlü bir şekilde kanıtlamaktadır. Her ne kadar bu tür toplumlarda siyasi liderlerin çabalarıyla Batı kültürünün ve modernleşmenin bazı unsurları topluma sunulsa da bunların hepsi kabul edilmediği gibi, o toplumların kendi yerel kültürlerinin çekirdek öğelerini ortadan kaldırmaya ya da bastırmaya da yetmemektedir.
Ayrıca Batı’nın ve modernleşmenin kültürel ve siyasal kodları bu tür toplumların bünyesine yerleşince, bu toplumlar “kimlik bunalımı” yaşamaktadır. Bu bunalım zaman içinde yayıldığı gibi, bu tür toplumların tanımlayıcı olan ve devamlılık arz eden bir özelliği haline gelmektedir. Yazara göre, Batılı olmayan toplumlar modernleşeceklerse, Batılı tarzda değil kendi tarzlarında yapmalıdırlar. Japonya gibi kendi geleneklerine, kurumlarına ve değerlerine dayanarak ve bunları geliştirerek bunu başarmak zorundadırlar.
Huntington, Türkiye’de yönetici elit sınıfın ülkenin İslami geçmişini reddederek; diniyle, mirasıyla, kültürüyle ve kurumlarıyla Müslüman olan bir toplumu, Batılı ve modern bir toplum haline getirmeye çalışarak, Türkiye’yi “bölünmüş” ve “kararsız” ülke haline getirdiklerini iddia etmektedir. Yapılan devrimler toplumsal değil, siyasal devrimlerdir ve bu nedenle de toplumdaki tabanı ve desteği zayıftır. 80 yıllık bir deneyimin sonucunda Türkiye, ne Doğulu ne de Batılı olmayan, iki arada bir derede kalmış, kafası karışık ve bütün bunlardan ötürü tanımsız ve kimliksiz bir ülke haline gelmiştir. Bir diğer ifadeyle, Soğuk Savaş’ın sonunda ve 21. yüzyılın başında Türkiye hem “bölünmüş” hem de “kararsız” ülke konumundadır.
Medeniyetler çatışması tezi; milletlerarası ilişkilerin temelini oluşturan menfaat prensibini göz ardı etmiş olması, birbirine hiç benzemeyen milletleri aynı medeniyet grubu içinde değerlendirmesi, modernleşme ve Batılılaşma kriterlerini hatalı tanımlaması, kültür kavramının unsurları bakımından tutarsız örnekler vermesi, kültürel antropolojide medeniyetlerim birbirlerini etkilemelerini açıklayan kültürleşme ve kültürlenme süreçlerini göz ardı etmiş olması, medeniyetlerin bir arada yaşaması temennisinde bulunmasına rağmen medeniyetlerin savaşması dışında bir seçenek bırakmaması, tezin zamanlaması, Batı medyasında yoğun propagandayla desteklenmesi ve bunun sonucunda ABD’nin emperyal hedeflerine dayanak teşkil ettiğine dair kuşkular oluşturması gibi sebeplerle eleştirilmiştir.
Devletlerin davranışları karmaşık jeopolitik unsurların etkisiyle yönlenmektedir. Bu kapsamda kültür ya da medeniyet farklılıkları elbette önemli yer tutmaktadır, fakat yine de dünyaya yön veren ana etken değildir. Ancak medeniyetler çatışması tezi, 20. yüzyılın son on yılındaki ve 21. yüzyılın başlarındaki ABD siyasetinin ve birçok dünya olayının anlaşılabilmesi bakımından önem taşımaktadır.
Huntington’ın tezinin bu kadar ilgi görmesinin bir diğer sebebi de, inceliği ve genellenebilir olmasıdır. Birçok eleştirmen, ülke içi ya da ülkeler arası çatışmalara Huntington’ın tezini uyarlamış ve ilginç sonuçlara varmışlardır. Huntington’ın Amerikan değerlerinin erozyonu konusunda kökleşmiş korkularını da onu anlamaya çalışırken göz önünde bulundurmak önemlidir. Zira Amerikan kimliğini bir dönem şekillendiren "göç" hadisesi, Huntington’a göre günümüzde Amerikan kimliğini tehdit eder hale gelmiştir. Görüşleri tartışmalı da olsa, Huntington, 20. yüzyılın en önemli ve etkili düşünürlerinden biri olarak uluslararası ilişkiler dalının en kilit isimlerindendir.
"Biz kimiz?"
2004 yılında yayımlanan "Biz kimiz? Amerika'nın Ulusal Kimlik Arayışı" (Who Are We - The Challenges to America's National Identity) başlıklı kitabı da tartışma yaratmıştır. Kitap, medeniyetler çatışması tezini Amerika'nın "içinden" değerlendirmekte, ülkedeki farklı kültürlere ilişkin gözlemini aktarmaktadır. Başta Meksika olmak üzere Latin Amerika'dan gelen göç dalgalarını kaygı verici olarak değerlendirmekte, ABD'nin gerçek milli kimliği olarak kabul ettiği, Avrupalı ilk göçmenlerin Anglo-Sakson-Protestan değerlerine dönüşü önermektedir. Bu yaklaşım, özellikle Latin Amerikalı örgütlerle sol-liberal aydınların tepkisine neden oldu. Huntington'un resmettiği geleceğe dair muhtemel senaryolar, Latin Amerika kökenli göçmenlerin bazı eyaletlerde hâkim unsur haline gelip Anglo-Sakson kökenlilerin belli eyaletlerden kaçışını, ABD'nin giderek çift dilli, çift kültürlü bir topluma dönüşümünü içermektedir.
Türkiye Tespitleri
Huntington'ın kitaplarında Türkiye'ye de önemli bir yer verildiğine dikkat çekmek gerekir. Huntington, Türkiye'de Atatürk'ün önderliğinde yaşanan toplumsal değişim sürecini incelemiş, bu konuyu kitaplarında irdelemiştir.
"Değişen Toplumlarda Siyasi Düzen" adlı kitabında Türkiye'yi de bir konu çalışması olarak ele alıp incelemiş olan Huntington, siyasi iktidar tarafından halkın değiştirilmesinin hedeflenerek iktidar yollu gerçekleştirilen bir değişimin ne gibi sonuçlar ortaya çıkaracağı konusuna eğilmiştir.
Huntington, Türkiye'de Atatürk döneminde yaşanan toplumsal değişim ve bu değişimin ürünü kurumsal yapılanma sürecini "Medeniyetler Çatışması" adlı kitabında da ele alıyor. Kitabında Türkiye'ye ayırdığı sayfalarda Türkiye'nin çağdaşlaşmaya direnim gayretleri nedeni ile "bölünmüş ülke" statüsü kazandığını söyleyen Huntington, siyasal değişimin Türkiye gibi bir ülkede çok tehlikeli olduğuna ve bu gibi uygulamaların "bölünmüş ülkeler” ortaya çıkaracağına değiniyor. Huntington, her ne kadar çağdaşlaşma yanlısı olsa da, bunun doğal bir süreç içinde gerçekleşmesi gerektiğini belirtiyor.
Yazar, Türkiye'yi Atatürk devrimleri ile çağdaşlaşma çabalarına karşı direncin halen süre gelmiş olmasının kendisinde bıraktığı izlenim ile bölünük bir ülke olarak, kendisinin tasavvur ettiği ve belki de uygulamaya dökmek istediği bir Batı / Konfüçyus-İslamcılık ittifakı karşıtlığı tabanlı kurgusal fay hattının diğer tarafında bir karşıt olarak müstakbel müttefiklerine göstermek çabasındadır.