Yeni yılın gündemi ve birkaç tahmin
Bahadır Kaynak 01 Ocak 1970
Bu yılbaşı, hem politik koşullar hem de salgın sebebiyle kendimizi yeterince özgür hissetmediğimiz, gelecek günlerin bizi bu cendereden kurtaracağını umduğumuz günlere denk geldi. Bizim kendimize özgü koşullar sebebiyle daha da bir bıkkınlıkla girdiğimiz ve bundan dolayı büyük beklentiler yüklediğimiz yıl, aslında tüm dünyanın içinden geçtiği korku tüneli sebebiyle birçok farklı yerde aynı duygularla karşılanıyor. 2022 yılı, endişeyle yeni umutların iç içe geçtiği bir dönemin kapılarını açıyor. Geçtiğimiz hafta bitirdiğimiz yıla ilişkin genel bir değerlendirme yapmıştım. Bu yazıda da önümüzdeki dönemin önemli gündem maddelerini sıralayıp, bir iki tahmin yapmaya çalışacağım.
ABD’nin küresel liderliğini sürdürdüğü, tek kutuplu dünyaya itiraz eden seslerin yükseldiği ama henüz Amerika’ya denk bir gücün çıkamadığı bir dünyadayız. Küresel liderlik iddiası en güçlü aktör Çin’in ekonomik performansının teklemeye başladığı, AB’nin geçmişten taşıdığı sorunların içinde debelendiği ve siyasi entegrasyonda yol alamadığı, Rusya’nın askeri gücünün yanına diğer unsurları katamadığı düşünülünce, ABD’nin merkezi konumunu sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Bu nedenle önümüzdeki yıla ilişkin gündeme Amerika ile başlamayı tercih ediyorum.
Trump dönemindeki yalnızlığını gideren ABD’nin, uluslararası siyasete ilişkin hemen tüm gündem maddelerinin bir numaralı belirleyeni olduğu söylenebilir. Bununla beraber Biden’in ilk senesinin hiç de parlak geçmediğini, Afganistan’dan çekilme sürecinin iyi yürütülemediğini, daha da önemlisi Wall Street’teki kısa vadeli kazançları desteklemek uğruna enflasyon konusunda hoyrat bir politika izlendiği için kasım seçimlerinde Demokratların yenilgiye uğrama ihtimalinin yüksek olduğunu düşünüyorum. Öte yandan ABD’nin dış politikada İngiltere ve Avustralya ile geliştirdiği AUKUS üçlü güvenlik paktı geçtiğimiz yılın en ilginç adımlarından birisi oldu. İngiltere’nin kıta Avrupası’ndan kopmasıyla Atlantik’in ötesindeki büyük müttefikiyle yakınlaşması ve Pasifik’te Çin’i dengeleyecek şekilde Avusturalya’nın da birliğe dahil edilmesi önemli bir gelişmeydi. Ama bu yakınlaşmanın en büyük kazığını yiyen ülke Çin değil, Avusturalya’ya yapacağı nükleer denizaltı satışlarından olan Fransa oldu. Brexit sonrası, AB içinde ağırlığı Almanya ile birlikte artan Fransa’nın, bu kaybı sonrası Avrupa’nın ABD’den bağımsız bir aktör olarak küresel oyunda yer alma isteği kamçılanacaktır. Kimi Avrupalıların ‘Washington’un Truva atı’ olarak gördüğü İngiltere’nin Birlik dışına çıkması, AB’nin siyasi entegrasyonu açısından olumlu bir gelişme olabilir.
Fransa’nın bahsi geçmişken önümüzdeki Nisan ayında Başkanlık seçimlerinin yapılacağını ve yılın ilk yarısındaki en önemli siyasi hadisenin burada gerçekleşeceğini söyleyelim. Şu andaki görüntüye göre Başkan Macron tüm adaylar içinde en geniş desteğe sahip, ancak karşısına çıkması muhtemel merkez sağ aday Valérie Pécresse’in de ciddi şansı olacağını düşünüyorum. Salgınla mücadele yöntemi olarak kamu harcamalarının finansmanının enflasyonist politikalarla sürdürülmesinin seçmen nezdinde tepki yarattığını ve Macron’un da bunun bedelini ödeyebileceğini değerlendirmek gerekir. Macron’un Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından da Türk kamuoyunca da pek sevimli bulunmadığı malum ama Pécresse’in seçimi kazanması halinde Türkiye-Fransa ilişkilerinin hemen yumuşayacağını beklemek de doğru olmaz. Bir iktidar değişikliği olması halinde Paris’in sadece Atlantik ötesine biraz daha mesafeli olması değil, Ankara’ya da soğuk davranmaya devam etmesi beklenebilir. Zira iki ülke arasında jeopolitik rekabet bilhassa Doğu Akdeniz ve Libya hattı üzerindeki çelişkilerden kaynaklanıyor.
Şu anda iş başındaki hükümetlerin seçimlerde zorlanacakları tahminimi desteklemek için Eylül ayında Almanya’da yapılan seçimlerin sonuçlarına göz atmak faydalı olacaktır. Her ne kadar Angela Merkel siyaset sahnesinden çekiliyor idiyse de Hristiyan Demokratların uzun yıllar sonra uğradıkları oy kaybıyla ikinci parti konumuna düşmeleri ve muhalefete geçmeleri önemli bir gösterge olarak değerlendirilebilir. Zira Almanya, AB içinde ekonomik performansı en yüksek üyelerinden birisi olarak iktidar partisinin seçmen nezdinde itibarını koruması beklenen ülkelerin başında sayılabilirdi. Salgın sonrası ekonomik sorunların böyle bir siyasi kaymaya sebep olması, benzer durumların başka ülkelerde de tekrarlanabileceği ihtimalini ortaya koyuyor.
Bir diğer önemli seçim Ekim ayında Brezilya’da yapılacak. Coğrafi uzaklığı sebebiyle pek de gündemimize almadığımız Latin Amerika’nın bu dev ülkesindeki seçimler birçok açıdan ilgi çekici. Lula da Silva’nın 2002’deki seçim zaferi, Türkiye’de Adalet Kalkınma Partisi’nin iktidara gelmesiyle neredeyse eş zamanlı gerçekleşmişti. Her iki ülkede de önemli bir siyasi kırılmaya işaret eden bu iki hareket ve lider, son on yılda farklı yollara gitti. Selefi Roussef döneminde başlatılan yolsuzluk soruşturmasıyla sadece Devlet Başkanı iktidardan düşürülmekle kalmadı, Lula da suçlu bulunarak cezaevine konuldu. 2019 yılında hapishaneden çıkan Lula, kendisini hapsederek siyaset sahnesinden silebileceğini düşünen rakiplerine iyi bir ders vermek üzere yeniden Başkan adayı oluyor. Ekim ayında Lula’nın ezici bir zafer kazanacağını söylemek pek de iddialı bir tahmin olmasa gerek. Bu da aşırı sağcı siyasetçi Bolsonaro’nun tarihin tozlu yapraklarının arasında yerini alması, Latin Amerika’nın dev ülkesinin bir kez daha Batı tipi, özgürlükçü bir demokratik deneyimi kucaklaması anlamına gelecek.
Bu küresel konjonktürde Türkiye’nin çevresindeki gerilimler ve siyasi çekişmelerse pek öyle seçimlerle halledilecek türden değil. Bizim coğrafyamız maalesef siyasi rekabetin seçim sandıklarında değil, çokça şiddet içeren metotlarla namluların ucunda halledilebildiği bir yer. Buradan bakınca geçen sene Irak’ta yapılan seçimlerin güneydoğumuzdaki komşumuzda tansiyonu düşürdüğünü söylemek mümkün değil. Keza Libya’da geçtiğimiz ay yapılması planlanan ama bu aya ertelenen seçimlerin ne yapılabileceğinden emin olabiliyoruz ne de gerçekleşmesi halinde siyasi istikrar sağlayabileceğini umabiliyoruz. Benim tahminim, ülkedeki dağınıklığın bu sene içerisinde de sürmesi, siyasi müzakereler yoluyla ülkenin parçalanmasının önüne geçilmesinin mümkün olmayacağı yönünde.
Hemen her yazıda değindiğimiz Suriye’de ise durum zaten demokratik yöntemlerle halledilemediğinden küresel ve bölgesel güçlerin kanlı hesaplaşmasının sahnesi haline geldi. Böyle bakıldığında bölgemizdeki tansiyonun önümüzdeki dönemde de devam edeceğini söyleyebiliriz. Henüz durum netlik kazanmasa da PYD’nin, Moskova ve Şam ile görüşmelerinin ülkedeki muhtemel bir ABD-Rusya anlaşmasına zemin hazırlaması ihtimal dahilinde. Bu durumun gerçekleşmesi, Türkiye’nin kontrolündeki bölgeler üzerindeki baskıyı artırabilir.
Ortadoğu’da İsrail’in askeri üstünlüğünün daha belirginleştiği, Körfez monarşileri ve Mısır’ın da ABD’nin koruyucu şemsiyesi altında diğer köşe taşlarını oluşturduğu yeni bir düzen netleşmekte. Bu düzende İran’ın zaman zaman Doğu Akdeniz’e kadar uzanan etkisinin törpülenmesine devam edilmesi beklenir. Türkiye de şimdilik bu yeni düzenin dışlanan oyuncularından birisi. Mevcut iktidarla veya bir hükümet değişikliği sonrası ABD ile yeniden bir yakınlaşma sağlanırsa, Türkiye’nin bölgede kurulan düzenin bir parçası olup olamayacağını göreceğiz. Ancak 2022 yılında hemen bir uzlaşma zemini bulunacak gibi görünmüyor.
Yılın ilk sıcak gündemi ise Ukrayna krizi üzerinden gerçekleşecek. Yılbaşı coşkusu sürerken bile Rusya’nın Ukrayna sınırına yaptığı yığınakla ilgili haberler gündeme düşmeye devam ediyordu. Benim beklentim bu tırmanmanın sıcak bir çatışmaya dönmeden tansiyonun kısmen düşeceği yönünde, ancak Ukrayna üzerindeki ABD-Rusya çekişmesinin sadece bu yılın değil önümüzdeki dönemin de en önemli gündem maddelerinden biri olacağı kanaatindeyim.
Geleceğe ilişkin beklentileri yuvarlak kelimelerle geçiştirmek, net tahminlerde bulunmamak genelde daha doğru bir yöntemdir ama ben yeni yıl coşkusuyla birkaç öngörüde bulunuverdim. Yıl biterken bu tahminlerin ne kadarının tuttuğunu göreceğiz.