TURGUT ÖZAL SUİKASTI- CORPS / sarı-kırmızı-yeşil / M. Metin KAPLAN
01 Ocak 1970
Ankara, Atatürk Kapalı Spor Salonu'nda, 17. 6. 1988 günü, Anavatan Partisi 2. Büyük Kongresi yapılıyordu. Kurultay, saat 10,30'da başladı. Başbakan Turgut Özal ve eşi Semra Özal, saat 11,00'de, elele salona girdiler. Yoğun tezahürat altında, Salon'u turlayıp katılanları selamladıktan sonra, Semra Özal kendilerine ayrılan koltuğa otururken, Turgut Özal kürsüye yöneldi. Konuşmasınına başladı. Salon, tezahürattan sanki yıkılıyordu. Davetlilerle delegelerin tamamı, transa geçmiş gibi, çılgınca sloganlar atıyorlardı. Bir kişi hariç...
Yeşil tişörtlü ve çivit renkli kot pantolonlu genç adam, Özallara ayrılmış koltukların tam arkasında durmuş, şaşkın biraz da kızgın bir halde bekliyordu. Turgut Özal koltuğa oturmamış, doğrudan, kürsüye çıkmıştı. Bir türlü karar veremiyordu, şimdi ne yapmalıydı? Beklese bir dert, harekete geçse başka bir dert! Eylemi koysa, mesafe çok uzak. Tabancasının menzili yetersiz kalabilir. Beklese, bulunduğu yerde daha ne kadar bekleyeceği belli değil. Ya, birinin dikkatini çekerse? Tam anlamıyla kararsızdı...
Genç adam, Afyon'un Dazkırı ilçesinin Barbaros mahallesi'nde 1956 yılında doğmuş, babasının memuriyeti sebebiyle, gençlik yıllarını Denizli'nin Çardak ilçesinde geçirmişti. Lise'yi bitirdikten sonra, Denizli Eğitim Enstitüsü'ne girmiş ve fakat kesif komünist baskıları sebebiyle, Kütahya Eğitim Enstitüsü'ne naklen geçmek durumunda kalmıştı... Babası önce CHP'li ve sonra SHP'li olduğu halde, o Eğitim Enstitüsü'nde öğrenciyken, ülkücü olmuş ve Dazkırı Ülkücü Gençlik Derneği'nde 2. Başkanlık yapmış, o arada 'polise hakaret, slogan atmak ve polise mukavemet' iddialarıyla, iki defa gözaltına alınmış, ama hiç tutuklanmamıştı.... Kütühya Eğitim Enstitüsü'nden, 30. 6. 1980 tarihinde, iyi dereceyle mezun olmuş ve Kars'ın Göle ilçesi, Çağlayık Köyü'nde iki yıl kadar, ilkokul öğretmenliği yapmıştı.
Hiç kimseyle pek fazla konuşmayan ve samimi olmayan, içine kapanık bir kişiydi. Ailesi de problemliydi. Babası İbrahim dengesiz biriydi. Gerçi devlet memuriyeti yapmıştı ve çok düzgün konuşur ve sağlıklı görünürdü, ama, zaman zaman bu durumu değişirdi. Bu yüzden, eşi Naciye ile sık sık kavga ederlerdi, zaten üç yıldır ayrı yaşıyorlardı. Genç ve ülkücü öğretmenin, en belirgin ve bilinen özelliği ise, hastalık derecesinde Beşiktaş taraftarı olmasıydı. O kadar fanatik bir Beşiktaşlı'ydı ki, Mahkemeye müracat ederek, Ahmet olan ismini Kartal olarak tashih ettirmişti.
O kadar hastalıklı bir Beşiktaşlı'ydı ki, bu yüzden başını belaya sokmuştu: 1982 yılında, yaz tatili için Dazkırı'ya geldiğinde, en yakın arkadaşı, ülküdaşı Abdullah Şengül ile bir düğüne gittiler. Düğün ortamında biraz da içki içtiler. Abdullah Şengül de, koyu bir Galatasaray taraftarıydı. Muhabbet sırasında, biraz da aldığı alkolun tesiriyle, "Cim bom, cim bom!" diye tezahürat yaptı. Buna kızan, Kartal da; "Kartallar yüksek uçar" diye, cevap verdi. Abdullah Şengül, buna, "Boş ver, canım! Kartallar leş yer" diye, karşılık verince de bıçağını çekip, en yakın arkadaşını, ülküdaşını acımasızca bıçakladı, vurdu!
Çardak Asliye Ceza Mahkemesi'nde yargılandı ve 22. 7. 1982 günü, 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Dinar Cezaevine kapatıldı. Cezaevinde bir an bile boş durmadı; sürekli olarak romanlar okudu, aralıksız olarak spor yaptı. Ziyaretine, o da arada sırada, sadece çocukluğunu yanında geçirdiği, dedesi Hacı Ali geliyordu. Dinar Hapishanesi'nde, 21. 1. 1988 tarihine kadar kaldı. Hiç kimse ile samimi olmadı, hiç arkadaşı da yoktu... İyi hali nedeniyle, Dalaman Açık Cezaevi'ne gönderildi. Burada, iki gece kaldıktan sonra, cezasının tamamlanmasına yalnızca iki ay kala, 23. 1. 1988'de firar etti. Uzun süre çeşitli yerlerde kaldıktan, değişik şahıslarla görüşüp, anlaşmalar yaptıktan sonra, 5. 6. 1988 günü Adana'ya gitti.
Saydam caddesindeki Yeni Derya Oteli'nde, Hayati İpek adını kullanarak kalmaya başladı. 6-7 Haziran 1988 günlerinde, Çukurova Üniveristesi Tıp Fakültesi, Balcalı Hastahanesi'nin Nöroloji ve Nöroşirurji Sevislerinde, aynı adla muayene oldu... 'İşverenleri', kendisinden böyle bir 'şey' istememişlerdi, bu yaptığından haberleri de yoktu, ama o, 'deli raporu' alabilirse, ceza almayabileceğini, cezaevinde öğrenmişti. Cezasız kurtulmakta ne fenalık vardı ki? Kendisini muayene eden, Prof. Dr. Aşkın Karaca ve Doç. Dr. Yakup Sarıca 'anxiete' teşhisi koydular. "Anxiete sıkıntı, bilinç dışı çatışmalar nedeniyle duyulan korku ve heyecan" demektir.
17 Haziran'a kadar Adana'da kaldı. Sabahları, erken saatlerde Otel'den ayrılıyor, geceleri geç saatlerde dönüyordu. Kimseyle konuşmuyor, ahbaplık yapmıyordu. Sadece, televizyonda Avrupa Futbol Şampiyonası maçlarının yayınlandığı zaman, maç saatinde Otel'de bulunuyor, maçı seyrediyordu. Otel de kaldığı müddet içinde, hiçbir ziyaretçisi gelmedi. Kimseyle telefonla da görüşmedi. 17. 6. 1988 günü, Otel'den ayrıldı, Ankara'ya geldi. Ulus'ta Denizciler caddesi 49 numaradaki, Numune Palas Oteli'ne, gene Hayati İpek adıyla yerleşti.
Gitti, Atatürk Spor Salonu'nda keşif yaptı. Giriş, çıkışlarını öğrendi. Salon'da zaten hazırlık yapılıyordu, en rahat, protokol kapısından girebileceğine karar verdi. Otel'e döndü. Kendisine verilmiş olan, İngiliz yapımı, 7,65 mm çapındaki, Scott Weber marka silahı, bir kere daha gözden geçirdi. Eliyle tarttı. Mermileri yokladı, şarjörden boşalttı, bir bir sayarak tekrar bastı. Sekiz mermisi vardı. Yedisini hedefe sıkacak, çaresiz kalırsa, kalan son mermiyle intihar edecekti. Tabanca, biraz bakımsız gibi görünüyordu, ama olsun. Verenler; "Tereddütün olmasın, çok iyi bir silahtır! 1. Dünya Savaşı sırasında, İngiliz subayları kullanmıştı. Çanakkale Savaşları'nda, ganimet olarak, elimize bol miktarda geçti. Bu tabancalardan, zamanında, bizim ordu depolarımızda çok vardı. Bunlar, öylesine çoktu ki, değersiz sayıldığından, bizim depolarda bunların, kaydı kuydu bile yoktu" demişlerdi... Onlar, öyle diyorlarsa öyledir! Bu işleri çok iyi bilirler, çünkü. Kendisini, nasıl da eğitmişlerdi. Eğitimlerde, nerdeyse canını çıkaracaklardı. Fakat, doğrusu değmişti; hem çelik gibi olmuş ve forma girmişti, hem de sineği gözünden vurabilecek kadar, usta bir atıcı yapılmıştı.
Şarjörü tabancaya taktı. Silahı, bond çantaya koydu. Çantayı, yatağının altına yerleştirdi. Soyunmadan yatağa uzandı. Kendine itiraf etmese de, çok heyecanlıydı. Nasılsa, uyku tutmayacağını bildiği için soyunmamıştı... Sağa sola dönerek ve kabuslar görerek, sabahı etti. Yattığından daha yorgun olarak, kalkmıştı. Elini yüzünü, uykusunun açılması için bol suyla yıkadı, üstünü başını olabildiğince düzeltti. Bond çantayı aldı, kahvaltısını edip, Kongre Salonu'na gitti.
Salon'un etrafı ana-baba günü gibiydi. Mahşeri bir kalabalık vardı. Etraf, polis kaynıyordu. Hesap edilse, her iki kişiye belki bir polis düşerdi. Tedirgin oldu, ama gene de protokol kapısına yöneldi. Geri dönüş, sözkonusu bile olamazdı. Ne olursa olsun, şansını deneyecekti. Yoksa, kendisini öldürürlerdi. Davetiyesini gösterip, sorunsuzca içeri girdi. İşi denk gitmişti: Bazı milletvekilleri kendilerine kimlik sorulmasını ve üstlerinin aranmasını problem yapıp, polislerle münakaşa yapınca, konu Ankara Emniyet Müdürü Mahmut Kamil Ağırman'a intikal etmiş. O da, "protokol kapısında arama yapılmasın, protokol davetiyesi olanlara kimlik sorulmasın", diye emir vermişti... Bu, Kartal Demirağ'in işine yaradı. Önce tuvalete gitti, tabancayı beline koydu, boş çantayı bırakacak bir yer aradı. Bulamadı, nereye bıraksa, bomba zannedilip, mutlaka dikkat çekerdi. Boş çantayı ne yapsam diye, bakınıp dururken, tiribünün altında müsait bir yer gördü. Çantayı oraya, zula etti. Sonra da doğruca, kendisine söylenen yere, Özallar için ayrılan koltukların arkasına geçti, pozisyonunu aldı. Ancak, beklenmeyen bir şey olmuş ve Turgut Özal direkt olarak kürsüye çıkmıştı. O, bekleyecekti. Beklemeye mecburdu. Bekliyordu. Mutlaka, bir fırsat çıkacaktı. Nasılsa, oturmak için, buraya gelmeyecek miydi?
Turgut Özal ise, her şeyden habersiz, kürsüde nutuk atıyordu... Büyük Kongre sürecine girmeden, Davos'a gitmiş ve Yunanistan Başbakanı Papandreu ile Türk-Yunan ilişkilerindeki problemleri çözmek için görüşmüştü. Müzakerelerden, somut bir sonuç alınamadıysa da, her iki tarafça irade beyanında bulunulmuş, uzlaşma için hiç olmazsa fikri bir zemin oluşmuştu. Ancak her iki ülkenin 'şahinleri' bundan bile müthiş rahatsız olmuş, ülkelerinde iki Başbakan da karşı tarafa taviz vermek ve milli menfaatlere ihanet etmekle suçlanmışlardı... Daha sonra, 13. 6. 1988 günü, bir Türk Başbakanı olarak, 36 yıl aradan sonra, Yunanistan'ı ziyaret etmişti.
Bu gezi de, beklenen sonucu vermediği gibi, olaylara sebep olmuştu: Atina Havaalanı'nda, Turgut Özal'ı korumakla görevli 1000 polisten, 115'i görevlerinden uzaklaştırıldı, 7 polis de gözaltına alındı... Yunanistan İstihbarat Teşkilatı EİP, gelen istihbaratları değerlendirerek, Hükümeti gerekli tedbirleri almak hususunda uyarmıştı: Gözaltına alınan 7 polis, Özal'a karşı suikast tertiplemek için hazırlanan, terör grupları ile işbirliği yapıyorlardı. Polis'ler, gözaltına alınmasaydılar, Havaalanı'nda Özal'a suikast düzenliyeceklerdi.
Üstelik bu, gizli saklı değil, alenen yapılacaktı. Atina'da, FM kanalı bir radyo, yaptığı korsan yayında, polislere hitap ederek "Asayiş Bakanı'nın emirlerini dinlemeyin... İhanet tedbirlerini kabul etmeyin... Moğol Özal'ın ziyaretinde görev almayın..." diyor, Başbakan Turgut Özal, 'Meçhul Asker' anıtına çelenk koyarken, Papazların yönettiği Yunanlılar, Kıbrıslı Rumlar, Türkiyeli komünistler ve kürtçü Kürtler ile PKK'lılar hep birlikte "Davos, Kıbrıs'ı satmak demektir!" diye, slogan atıyorlardı. Özal, Yunanistan'daki bu komplodan, bu provakasyondan Papandreu'nun basiretli yönetimi sayesinde, yarasız-beresiz kurtulmuştu. Ancak, tehlike halen devam ediyordu. O kürsüde konuşurken, suikastçi belindeki silahıyla, harekete geçmek için fırsat kolluyordu. Özal ise, bunu, tabii ki bilmiyordu. Nasıl, bilebilirdi ki? 'Şahinlerin' bu kadar cüretkar ve kararlı olduklarından haberdar değildi. Atina'da, vurulmaktan kurtulmuştu. Ankara'da, acaba kurtulabilecek miydi? Organizatörler için bir fark yoktu; ha Atina, ha Ankara? Onlar için önemli olan, Turgut Özal'ın cezalandırılmasıydı, nerede olduğu ve kimin tarafından yapıldığı değil! Tetiği çeken el, ister bir Rum Neçayef''in, isterse bir Türk Neçayef'in olsun, hiç farketmezdi.
Başbakan Turgut Özal, dev kürsüde konuşmasını sürdürürken, saatler 12,15'i gösterdikleri sırada, tam "Türkiye'de her şey var. Eskiden bavullarla Türkiye'ye gelinirdi. Ama şimdi bunlar tersine döndü" dediği anda, basın için ayrılan kürsünün bulunduğu bölümden, Kartal Demirağ ayağa kalktı... Gözleriyle, mesafeyi hesapladı; kürsüye 8 metre uzaklıktaydı, kürsünün yüksekliği ilave edilirse, mesafe 12 metre olurdu. Uygundu, hedef menzil içindeydi... Üstünde, etekleri pantolonun üzerine çıkarılmış, yeşil bir tişört ve çivit mavisi bir kot pantolon vardı... Turgut Özal, bir dakika evvel, "Bugünün Türkiye'sinde uygar bir tartışma ortamı vardır. Farklı düşüncelere sahip kimseler, birbirlerine silah çekmeden konuşup, tartışabiliyorlar" demişti... Kartal Demirağ, tişörtünün altında bulunan tabancayı eline aldı. "Çekilin! Terör başladı! Dağılın!" diye, bağırarak silahı Turgut Özal'a doğrulttu, nişan aldı.
"Çekilin! Terör başladı! Dağılın!" haykırışından sonra, Mamak-Ortaköy Muhtarı Ali Ünal tabancanın, Özal'a doğrultulduğunu görmüştü. Hemen müdahele etti. Suikastçinin eline vurdu. Kartal Demirağ o anda peşpeşe iki el ateş etmiş bulundu, ama sadmeden ötürü hedef şaşmıştı. Tabancadan çıkan ilk kurşun, mikrofonların bağlı olduğu demir boruya çarptı, oradan sekip, Başbakan'ın sağ el başparmağının dış kısmından girip, elinin iç yüzünden çıktı. Korumalar, o anda Özal'ı omuzlarından bastırarak, kürsünün altına soktular. Biri, "Herkes eğilsin!" diye, bağırdı. Panik başladı. İkinci kurşun, Divan Katibi Hasan Mert'in yanına saplandı.
Salon'da öyle bir kargaşa ve karmaşa meydana geldi ki, Kartal Demirağ tekrar ateş etme fırsatı bulamadı. Üstelik hedefi kaybetmişti. Kürsünün altında bulunan, Başbakan görünmüyordu. Herkes panikle ya kaçışmaya veya yerlerde yatmaya başlamıştı. Korumalar dahil tüm polisler silahlarına davranmış ve saldırgan olması muhtemel kişilere silah sıkıyordu. Tam mahşer gibiydi, kimsenin kimseden haberi olmadığı gibi, kimseye faydası da olmuyordu. Keşmekeşte, Kartal Demirağ ve Ali Ünal dahil, çoğu rastgele sıkılan silahlarla olmak üzere, 20 kişi değişik yerlerinden yaralanmış ve çeşitli hastahanelere taşınmıştı.
Emniyet Örgütü şoka girmişti! Ankara Emniyet Müdürlüğü'nde, saat 15,30 sularında İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli başkanlığında; Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Selçuk, İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Vecdi Gönül, Emniyet Genel Müdürü Sabahattin Çakmakoğlu, Ankara Valisi Saffet Arıkan Bedük, Emniyet Genel Müdürü Yardımcısı Hüseyin Çapkın, DGM Savcısı Nusret Demiral, Ankara Cumhuriyet Savcısı Akın Öncül ve Ankara Emniyet Müdürü Mahmut Kamil Ağırman'ın katıldığı, yaklaşık 2 saat süren bir toplantı yapıldı. Toplantı sonunda, basına herhangi bir açıklama yapılmadı.
Mahmut Kamil Ağırman, gazetecilerin, "Sizin ve İçişleri Bakanı'nın istifa ettiği söyleniyor. Doğru mu?" şeklindeki bir sorusuna, "Yok öyle bir şey!" diye, cevap verdi. M. Kamil Ağırman, kendisine suikastçiyle ilgili olarak yöneltilen sorulara da, "Bakan burada, Müsteşar burada, onlar açıklama yapmıyor. Ben nasıl açıklama yapayım?" cevabını verdi. Kızgınca, uzaklaştı!
Suikastçi Kartal Demirağ, polislerle vatandaşlardan tekme tokat yediği dayak sayılmazsa, atılan mermilerle kolu ile bacağından yarlanmış ve tedavi edilmek üzere, Numune Hastahanesine kaldırılmıştı. C Blok'taki bir koğuşta, çok sıkı güvenlik önlemleri altında, hem tedavi ediliyor, hem de gözaltında tutuluyordu. İlk ifadesi de burada alındı. Önce adının Hayati İpek olduğunu söylediyse de, sonra gerçek ismini itiraf etti. Tek başına olduğunu, eylemi kendi başına planlayıp, uyguladığını ve maksadının intihar etmek olduğunu söyledi.
Tedavisi kısmen tamamlanıp, Emniyet Müdürlüğü'ne alındıktan sonra verdiği ifade de ise, hemşehrisi işadamı Kemal Horzum'dan bahsetmeye başladı. Halbuki soruşturmayı DGM Savcısı Nusret Demiral yürütüyordu ve Nusret Demiral Kemal Horzum'un iyi arkadaşıydı. Pek tabii, bu işin fazla üstüne gidilmedi. Ancak Kemal Horzum sorguya alındı. Kemal Horzum'un video kasete kaydedilen sorgulamasını, Nusret Demiral ile Mahmut Kamil Ağırman'ın başında bulundukları bir heyet yaptı.
Kemal Horzum enteresan ilişkileri olan bir işadamıydı: Mesela, maden suyu şişeleme tesislerinin açılışını, Başbakan Turgut Özal yapmıştı... Hortaş isimli şirketinin, hisselerinin 500 bin dolar değerindeki % 82'si, Mustafa Arda ve Orhan Süerdem isimli, iki emekli paşaya aitti... Ayrıca bu paşalardan, Emekli Tümgeneral Mustafa Arda, MİT eski Müsteşar Yardımcısıydı... Emekli Korgeneral Orhan Süerdem ise Özel Harp Dairesi'nin eski komutanlarındandı... Üstelik Kemal Horzum ile Mustafa Arda'nın, 9. 11. 1984 tarihinde kurdukları, B. C. Havayolları AŞ. isimli şirketin adı, CIA ile birlikte, meşhur 'İrangate' skandalına karışmıştı... CIA'nın, İran'a gizli yollardan sattığı füzeleri, bu, B. C. Havayolları AŞ'nin, kiraladığı uçaklarla taşıdığı söylenmişti... Yani Kemal Horzum'un bir elinden MİT ve Özel Harp Dairesi, diğer elindense CIA tutuyor gibi görünüyordu. O, öyle bir adamdı! Böyle bir insana kim, hangi güçle dokunabilirdi ki?
Elde edilen bütün bu bilgi ve bulguları, Mahmut Kamil Ağırman, Başbakan Turgut Özal'a aktardı, anlattı. Ne yapılması gerektiğine dair, emir ve görüşlerini aldı. Öğrendikleri, Başbakan'ı tatmin etmeye yetmişti, daha fazlasına ihtiyaç duymadı! Kartal Demirağ ferdi bir anarşist ya da terörist addedilerek, Adalet'e teslim edildi ve yargılanmaya başladı. Mesele de, buzdolabında, soğumaya bırakıldı... Ancak, Turgut Özal, her şeye rağmen, 'Kongre Salonu'na protokol kapısından girenlerin üst aramalarını kaldırttığı' için, hiçbir vakit açık olarak ifade etmese bile, Mahmut Kamil Ağırman'a olan itimadını yitirmişti!