ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN DİN ANLAYIŞI
Prof. Dr. Abdurrahman KÜÇÜK 29 Ağustos 2006
Merhum Alparslan Türkeş, Türk milleti’nin varlığını korumayı ve onu yüceltmeyi temel felsefe saymış; Türk milleti’nin kurtuluşunu ve yükselişini, kendi dini inançları ile milliyetçilik ülküsünde görmüştür.
Türk milletini yüceltecek gücün de "Milliyetçilik" olduğunu vurgulamıştır, milliyetçilik; "Türk Milletini, Türk Vatanını ve Türk Devletini sevmek, bunların iyiliği ve yükseltilmesi için köklü bir ihtiras ve şuur sahibi olmak" şeklinde tanımlanmaktadır. Bunu da şu şekilde özetlemiştir. "Her şey Türk Milleti için, Türk Milleti ile beraber ve Türk Milletine göre sözleriyle özetlenebilecek, Türk Milletine bağlılık, sevgi ve Türkiye Devletine sadakat ve hizmettir."
Türkeş, uzun ve şerefli bir geçmişi olan Türk Milleti’nin yükselmesine büyük önem vermiş; Türk Milleti’nin yükselişini iki unsurda görmüştür. Bu iki unsur, maddî ve manevî unsurdur. Bunu şöyle formüle etmiştir : "Türklük gurur ve şuuru ile İslâm ahlâk ve fazileti milletin kurtuluş ve yükselişin de temeldir. Bu mazide böyle olmuştur,gelecekte de böyle olacaktır."
Milliyetçilik, Türkçülük anlayışını Türkeş, manevî şuurlanmaya dayandırmakta ve maneviyatçılığa büyük önem vermektedir. Türk Milleti’nin güç kaynağını, bin yıldan beri kabul edip benimsediği İslâm Dini’nde görmektedir. Türk Milleti’ni meydana getiren fertlerin yaşama felsefesine ve ahlâk görüşüne İslam’ın yön verdiğini, İslâm’ın hakiki çehresi ve yüksek prensipleriyle ele alınmasının, Türklüğe yeni bir güç ve hız vereceğini vurgulamaktadır. Türklükle İslâm’ı birbirine zıt veya düşman görmenin Türk Milliyetçiliği ve İslâm için zararlı olduğuna dikkat çekmekte; ikisini birbirinin karşısına çıkaran insanların ya bilgisiz ya gaflet içinde veya Türk milleti’ni yıkmak isteyen kötü emellerin hizmetçisi olduklarını belirtmektedir. O İslâm’ın Türk Milleti için önemini her vesileyle ortaya koymakta, Türk Medeniyeti’ndeki yerine dikkat çekmektedir.
Selçuklular da olduğu gibi Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yayılış felsefesinin Türk Milleti’nin hasletleriyle İslâm’ın faziletine dayandığını belirtmektedir. Bu görüşle o, İslâm’ın hem Selçuklu Medeniyeti’nde, hem de Osmanlı Devleti’nin temel felsefesinde önemli yerini vurgulamış olmaktadır. Ona göre; medeniyetler para ile değil, ilimle, imanla, ahlâkla kurulmakta; medeniyetler parasızlıktan değil ilimsizlik, imansızlık ve ahlâksızlıktan çökmektedir.
Türkeş, Türkiye’nin içinde bulunduğu bunalımın sebeplerinin başında ahlâkî buhranı ve toplumu saran manevî boşluğu görmekte; Türk Milleti’ni bu boşluktan kurtarmak için nesillerin manevî yönden güçlendirilmesi gerektiği üzerinde durmaktadır. Kalkınmanın manevî temelini, iman ve ahlâka bağlamakta ve buna siyaset aracı olarak değil, samimi olarak inandığını şöyle belirtmektedir :
"Türklük gurur ve şuuru İslâm ahlâk ve faziletine, oy toplama endişesi ve siyaset riyakarlığının üstünde kalarak samimiyetle bağlıyız. Türklük gurur ve şuuru ile İslâm ahlak ve fazileti, milletimizi meydana getiren manevî unsurların tam ve ahenk içinde birleşmesidir. Maddî kalkınmamız ancak böyle bir yüce temel üzerinde yükselirse bir manâ taşır, bir değer kazanır, milliyetsiz bir yükselmenin, ahlâksız bir kalkınmanın imkânı yoktur... Pek az olmakla birlikte, bazı kimselerin milliyetçilikle İslâmiyet’i çatıştırmağa çalıştıklarını görmekteyiz. Böyle bir tutum yanlıştır, abestir, cahilliktir, şuurlu bir şekilde yapılıyorsa ihanettir, nifaktır. Mücadele farklı, hatta birbirine düşman mefküreler arasında olur. Halbuki Türklükle İslâmiyet bin yıldan beri aynı mukaddes potada kaynaşmış, etle tırnak misali ayrılması imkânsız bir hale gelmiştir. Türk Milleti, Müslüman olmakla içtimaî nizamın ve dinî hayatın en yüce değerlerini kazanmış ve İslâm, Türk Milleti ile emsalsiz yiğitlik ve iman aşkına sahip bir mücahit bulmuştur... "Türk müsün, Müslüman mısın?" gibi sorular cehaletten ileri geliyorsa aptalcadır. Aksi taktirde haincedir. Milliyetçiliği reddeden bir "dincilik" anlayışı ve İslâmiyet’e düşman bir milliyetçilik anlayışı bize yabancıdır, bizim dışımızdadır..."
Türkeş, dini insanın ve toplumun ayrılmaz bir vasfı, bir ihtiyacı olarak görmüştür. O, inançsız insanı bir kabuk gibi, pusulasız ve dümensiz bir gemi gibi tanımlamıştır. Her toplumun bir dini olduğunu belirtmiş ve dini, "insanlara nasıl hareket etmesi gerektiğini, birbirleriyle en iyi münasebetleri ne şekilde yürütebileceklerini ve mutluluk sağlama yollarını gösteren bir inanç topluluğudur" şeklinde tarif etmiştir. Her toplumda din müessesesinin olduğu, dinsiz toplumun bulunmadığı ve dini afyon sayan görüşlerin bile yeniden dine itibar etmeye başladığı ve toplumlarda dinin önemli yeri bulunduğu vurgulanan görüşlerdendir.
Bu arada, Türk milleti’nin hayatında dinin büyük yeri olduğu, tarihleri boyunca Türklerin çeşitli dinleri kabul ettiği ve bin iki yüz yıl önce İslâm’la tanıştığı, İslâm’ı kendi bünyelerine, kendi tarihî gelişmelerine çok uygun bir din olarak gördükleri, büyük bir iman ve heyecanla İslâm’ı benimsedikleri ifade edilmiştir. İslâm’ın Türklere yeni bir heyecan, yeni bir enerji, yeni bir hareket verdiği ve bu duygularla büyük devletler kurdukları, Selçuklu ve Osmanlı Devletleri’nin bunun bir misali olduğunu belirtmektedir.
Türk tarihini Türkeş, İslâm’ı kabul etmeden önce ve İslâm’ı kabul ettikten sonraki dönem olarak ikiye ayırmaktadır. İslâm öncesi dönem Orta Asya’da cereyan etmiş dönemdir. Bu dönemde de Türklerin, Orta Asya’nın Hindistan ve Batı bölümlerine kadar yayıldığı, büyük mücadelelerle büyük devletler ve büyük medeniyetler kurduğunu belirtmektedir. İslâm’ı kabul ettikten sonraki dönemde ise Türklerin Batı’ya doğru yayıldıkları; Batı Avrupa’da ve Afrika’da kendilerini gösterdikleri, eserler vücuda getirdikleri ve faaliyette bulundukları ifade edilmektedir. Türk tarihinin en büyük devletleri ve en görkemli medeniyetlerinin Batı’da doğduğunu; bunların Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu olduğu vurgulanmaktadır.
Türkeş, büyük devlet ve medeniyetlerin sadece silah gücüyle, sadece kan dökerek kurulamayacağı ve yaşatılamayacağı kanaatindedir. O, insan topluluklarının meydana getirdiği en yüksek eserin ve en yüksek kurumun devletler olduğunu belirtmektedir. Bu devletlerin kurulabilmesinin de, her şeyden, önce inanç sahibi olmak, ülkü sahibi olmak, yüksek ahlâk ve teşkilâtçılık gücüne sahip olmak ile mümkün olduğunun altını çizmektedir.
Devletlerin yaşamasını kuvvetli olmaya bağlı gören Türkeş, kuvvetli olmak için aranan şartlar arasında ahlâkta, maneviyatla yükselmeyi de saymaktadır.
Türkeş, Türk Milleti’nin, Allah tarafından yüksek vasıflarla yaratılmış bir millet olduğunu, bir bütün teşkil ettiğini, hangi mezhepten olursa olsun aynı dinin mensupları ve aynı milletin çocukları bulunduğunu; fakat düşmanın bölmeye çalıştığını, parçalanma yoluna yöneldiğini belirtmekte ve "bölünmez çelik bir kitle halinde bulunmak mecburiyetinde" bulunmamız gerektiğini vurgulamaktadır.
Dini bir ihtiyaç olarak algılayan Türkeş, bu konuda şöyle demektedir : "Her insanın içinde kendisinin dürüst yolda olmasını kontrol edecek, başkalarına zarar vermeden yaşamasını hatta başkalarına faydalı olacak şekilde, başkalarının sıkıntılarını giderecek şekilde faaliyetlerini düzenlenmesini sağlayacak bir inanç kaynağına sahip olması gerekmektedir. İşte bu inanç kaynağını insanların içine yerleştiren dindir. Türk Milleti’nin de bin iki yüz yıldan beri dini İslâmiyet’tir ve bu İslâmiyet toplumumuzun mutluluğunu sağlamaya yetecek inanç kaynağıdır. Bu kaynak kutsal bir kaynaktır. Bu kaynak verimliliğini ve kudretini geçmiş tarihte ispat etmiş olan bir kaynaktır. Bu kaynağın bu günde toplumumuzun düzenlenmesi için insanlarımızın mutlu olması için tekrar yerine konulması gereklidir".
Türkeş, İslâm’ın en son ve en mükemmel bir din, insanlar arasında kardeşliği, insanların birbirlerini sevmelerini, adaleti gözetmeyi ön gören ilâhî bir din olduğunu ve Türk Milleti’ne kuvvet verdiğini Türklerin onunla dünyaya nizam verdiklerini kaydetmiştir.
O, İslâm’ın, vicdan hürriyetini temel aldığını, başka din ve inanç sahiplerine karşı zulmü ve zor kullanmayı reddettiğini belirtmektedir. İslâm’ın müsamahası, getirdiği insanî esasların Türk Milleti’nin tarihinden getirdiği değerlerle beraber büyük bir güç kaynağı oluşturduğuna yer vermektedir.
Türkeş, Türk Milleti’nin dinsiz yaşayamayacağını, dinin öğretilmesinin gerektiğini, öğretilme yerinin okullar olduğunu, Din Bilgisi dersinin orta öğretimde, mecburi olarak, 3 saat okutulması, İmam-Hatip Liseleri bünyesindeki orta okullarda olduğu gibi Kur’ân-ı Kerim dersinin seçmeli dersler arasına alınması gerektiğini kaydetmiştir. Türkeş bunları laikliğe aykırı görmemekte ve Laiklik anlayışını şöyle belirtmektedir :
"Laiklik ilkesi, devlet işleriyle din işlerinin ayrı tutulmasını ön görmektedir. Laiklik, insanların, vatandaşların dinî faaliyetlerine karışmak, dinî yaşayışlarına baskı yapmak anlamına alınamaz. Bizde uzun zaman bu ilke, dine baskı olarak kullanılmıştır. Laikliği devlet işleriyle din işlerinin ayrı tutulması görüşü olarak kabul etmek ve bugün bu ilkeyi muhafaza etmekte yurdumuz için yarar vardır. Bu, toplumumuz için din müessesesi gerekli değildir anlamına gelmez. İnsanlar kendi inançlarında hürdürler, kendi yaşayışlarında inançlarına göre dinî faaliyetlerini düzenlemekte, yapmakta hürdürler, Bunu yaptıklarından dolayı hiç kimse onları rahatsız edemez, yapmadıklarından dolayı da hiç kimse onlara karışamaz, onları rahatsız edemez. Bu böyle olmakla beraber, ilkokullardan itibaren Müslüman bir toplum olan Türk Milleti için çocuklarımıza İslâm’ın temel esasları hakkında bilgi vermek, onları yetiştirmek mutlaka gereklidir. Gerek aile yuvasında, gerek okullarda çocuklarımıza toplumumuzun dinî terbiyesini ve dinîi esaslarını öğretmek, vermek gereklidir. Çocuk belirli çağa geldikten sonra kendi hayatına kendi yön verir; o zaman istediği dinî faaliyeti yapar veya yapmaz. Fakat Müslüman bir toplum olan Türk toplumunun mensup olduğu dinî terbiyeyi almalı ve kendi toplumunun dininin esasları hakkında geniş bilgi sahibi olarak yetişmelidir."
Geri kalmanın dinle alakasının olmadığını, olsa bile bunun dinin cahil din adamlarınca yanlış telkin edilmesinden kaynaklandığını belirten Türkeş, İslâm’ın Batı’yı etkilediği, Orta Çağdaki Medeniyetin Müslümanların sayesinde kurulduğunu, Batı’daki ilmî gelişmelerin Türkler sayesinde ve Fatih’in İstanbul’u fethetmesiyle ilmin Avrupa’ya gittiğini, Batı’daki ilmî gelişmelerin, böylece olduğunu belirtmektedir. Ona göre Avrupalıların ileri gitmesinin sebebi Hıristiyanlık, Türklerin geri kalmasının sebebi de İslâm değildir. İslâm’ı kasten kötülemek isteyenlerin ve İslâm’ı istismar edenlerin bu yolu seçtiği vurguladığı görüşlerdendir.
Toplum için dinin lüzumuna ve önemine inanan Türkeş, taassubun zararı üzerinde durmakta ve taassubu iki kısma ayırmaktadır. Bunlardan biri, din adına taassup, diğeri de "din taassubu düşmanlığı"dır. Bu ikincisi Türkeş, birincisinden daha tehlikeli görmekte ve her iki taassubun da zararlı olduğunu şöyle belirtmektedir.
".... Kör bir taassup, hangi alanda olursa olsun, tehlikeli ve zararlıdır. Böyle bir taassup bulunan kafa ve ruhlarda mutlaka karanlık vardır. Aydın bir zihniyetin baş vasıflarının ise, ideal ve aklı selim olduğu şüphe götürmez bir hakikattir."
Türkeş, insanlık ve özellikle Türk Milleti’nin kör taassuplar yüzünden çok büyük felaketlere ve ıstıraplara uğradığını, bunu "yalnız dinî taassuplardan ileri geldiğini zannetmenin hata olacağını belirtmekte ve buna şöyle açıklık getirmektedir :
"Uğranılan felaketler, sefillerin, hainlerin cehaletten faydalanarak, istismar için meydana koydukları her alandaki her çeşit kör taassuplardan ileri gelmiştir. Bunun için her çeşit mezhep, fikir ve parti softalarının her alanda, yaratmaya ve tahrik etmeye çalıştıkları kör taassuplara karşı, Türk Milleti’ni uyarmak ve muafiyetli bulundurmak, temkinli ve mutedil her Türk aydınının vazifelerindendir."
Türkeş, İslâm’ın, ilmi ve tekniği, ilerlemeyi, yükselmeyi emreden bir din olduğunu, kör taassubu tasvip etmediğini; en ileri ve en gelişmiş insanlar arasında kardeşliği, insanların birbirini sevmesini, insanlararası münasebetlerde hakkı ve adaleti gözetmeyi ön gören ilâhî bir din olduğunu; Türk Milleti’ne kuvvet verdiğini belirtmiştir. Dini bir ihtiyaç, insanların ve toplumların ayrılmaz bir vasfı gibi gören Türkeş, onun gerçek anlamda öğretilmesini, okullarda öğretilmesini istemekte, İslâm’ın en son ve ekmel din olduğunu, Türk Milleti’ni faziletli ve başarılı kıldığını ifade etmektedir. O, insanların fazilet sahibi olmasını ahlâklı olmaya, ahlâklı olmayı İslam’ın emirlerini iyi anlayıp uygulamaya bağlı görmekte ve geliştirmek istediği anlayışı şöyle açıklamaktadır :
"Ben, Türk Milleti’ni, sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye, rüşvet ve hile ile çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine, ahlâktan mahrum bir hürriyete, tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir iktisadî yapıya çağırmıyorum. Türklük gurur ve şuuruna, İslâm ahlâk ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısacası Hak yolu, hakikat yolu, Allah Yolu’na çağırıyorum. Hareketin adını isteyenlere açıkça ilan ediyorum : Yeniden maneviyata dönüş...."
Türkeş’in vurguladığı ahlâk, fazilet, adalet İslâm’ın temel ilkeleridir. "Din güzel ahlâktır", "Ben ahlakî güzellikleri tamamlamak için gönderildim" hadislerinde Hz. Muhammed (s.a.v.) ahlâk ve faziletin önemini vurgulamıştır.
Kur’ân’da Allah, emanetleri ehline vermeyi ve insanlar arasında adaletle hükmetmeyi emretmektedir. Türkeş’in bu tesbitleri ve vurguladığı hususlar İslâm’ın istediği ve insanları yerine getirmekle yükümlü kıldığı hususlardır. Türkeş, 1980 ihtilalinden sonra Sıkıyönetim Mahkemesi’ndeki savunmasında din anlayışını ve inancını ortaya koymaktadır :
"Elhamdülillah inanmış samimi bir Müslümanım, fanîlik hissine âşinayım. Dünyanın bir imtihan yeri olduğunu biliyorum. Şu anda burada bulunuşumuz da, inanıyorum ki her şeyden önce bir kader tecellisidir, ilâhî bir imtihandır. Sabır ve şükürle karşılıyor ve bu imtihandan da yüz akıyla çıkmayı bize nasip etmesini Cenab-ı Hakk’tan niyaz ediyorum. Rahmet ve şaşmaz adalet ümidimiz yalnız Allah’tandır. Ben burada önce Allah’ın huzurunda, sonra tarihin ve milletin huzurunda olduğumun huşuu, mesuliyet ve vakarı içinde konuşacağım. Benim için bir hesap verme bahis konusu ise, o hesabı milletime ve tarihe vereceğim. Türk Milleti’nin vicdanında teşekkül edecek olan hüküm ve tarih hükmü, mahkemenin hükmünden önde gelir. Huzur-u İlâhîye yüz akıyla çıkmaktan başka hiçbir endişeye gönlümde yer yoktur. Hiç kimsenin merhamet ve insafına şahsen ihtiyacım yoktur. Sözüm, tenkidim, talebim yalnız hak ve hakikat namınadır. Yalnız mülkün temeli olan adalet namınadır. Yalnız milletim ve devletim içindir.