Erich Fromm
23.03.1900 – 18.03.1980 01 Ocak 1970
Erich Fromm (1900-1980) Almanya’da doğmuş ve eğitim görmüştür. 1930’larda ABD’ye göç eden psikiyatristlerden biridir. Bir üniversite hocası olarak, aralarında totaliterliğin psikolojik çekiciliğini inceleyen, Özgürlükten Kaçış (1941) adlı eserin de bulunduğu pek çok önemli kitap yazmıştır. Genellikle bir neo-Freudyen olarak sınıflandırılan Fromm’un aslında insan doğası kavramı açısından Freud’la arasında büyük farklılıklar bulunmaktadır.
Modern insani kriz, desteğiyle siyasi ve ekonomik ilerlememizi başlatan Aydınlanmanın umutları ve fikirlerinden bir geri çekilmeye yol açmıştır. İlerleme fikrinin kendisi, çocuksu bir yanılsama olarak adlandırılmaktadır ve onun yerine, insana olan kati inançsızlık için yeni bir kelime, “realizm” telkin edilmektedir. Son birkaç yüzyılın büyük başarıları için bize gerekli gücü ve cesareti veren insanın saygınlığı ve gücü düşüncesine, insanın son derece önemsizliği ve güçsüzlüğünün kabulüne geri dönmek zorunda olduğumuz önerisi karşı çıkmaktadır. Bu fikir, kültürümüzün köklerini yok etmekle tehdit etmektedir.
Ben bu kitabı insancı etiklerin geçerliliğini doğrulamak amacıyla kaleme aldım.
Eğer insanın içindeki doğal kötülük dogması gerçek olsaydı, insanın neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilebileceği ve buna göre kendi doğal potansiyeli ve mantığıyla hareket edebileceğine dayanan insancı etikçilerin konumu savunulamazdı. İnsancı etikçilerin muhalifleri, insanın doğasının dostlarına karşı düşmanlığa, hasede ve kıskançlığa ve bir şeyden korkmadığı sürece tembelliğe meyilli olduğunu iddia ederler. İnsancı etikçilerin pek çok temsilcisi, bu iddialara insanın doğuştan iyi olduğu ve yıkıcılığın insan doğasının önemli bir kısmını oluşturmadığını söyleyerek karşılık vermiştir.
Aslında bu iki zıt fikir arasındaki çatışma, Batı düşüncesinin en temel temalarından biridir. Sokrates’e göre, cahillik insanın kötülüğünün kaynağıydı, kişinin doğal yapısı değildi ve ona göre bunun tersi ise yanlıştı. Öte yandan, Eski Ahit, insanın tarihinin günah eylemiyle başladığını ve “mücadelelerinin çocukluktan itibaren kötü olduğunu” söyler.
Bu iki iplik, modern düşüncenin bünyesine dokunmuş olmaya devam etmektedir. İnsanın saygınlığı ve gücü düşüncesi; aydınlanma felsefesi, On Dokuzuncu yüzyılın ilerlemeci liberal düşüncesi ve en radikal haliyle Nietzsche tarafından dile getirilmektedir. İnsanın değersizliği ve hiçliği düşüncesi, yeni ve bu kez otoriter sistemlerdeki tamamen laik bir ifade şekli bulmuştur. Otoriter sistemlerde “toplum”un konumu en yüksek rütbedeyken, kendi değersizliğinin bilincindeki bireyin itaat ederek ve boyun eğerek kendini gerçekleştirmesi beklenmekteydi. Demokrasi ve otoriterlik felsefelerinde kesin çizgilerle ayrılmış olan bu iki fikir, kültürümüzün çok uçlarda olamayan düşünme ve hatta bundan da fazla oranda hissetme biçimlerinde birbirleriyle kaynaşmışlardır. Biz bugün, hem Augustine hem de Pelagius’u, Luther ve Pico della Mirandola’yı, Hobbes ve Jefferson’ı desteklemekteyiz. Biz, insanın gücüne ve saygınlığına bilinçli olarak inanmaktayız fakat genellikle bilinçsiz olarak insanın ve bilhassa da kendimizin güçsüzlüğüne ve kötülüğüne inanmakta ve bunu “insan doğası” olarak açıklamaktayız.
Freud’a göre, yıkıcılık tüm insanlarda kalıtımsaldır. (…) [Fakat] görünen o ki bu yıkıcılığın derecesi, bireyin kapasitesini açığa çıkarmasının engellenmesiyle doğru orantılıdır. Burada kastettiğim şu ya da bu arzunun sıradan mahrumiyetleri değildir, kastettiğim; insanın duyusal, duygusal, fiziksel ve entelektüel yeteneklerinin kendiliğinden ifadesinin engellenmesi ve bireyin üretken potansiyellerinin azaltılmasıdır. Eğer hayatın ilerleme ve yaşanma eğilimine engel olunursa, set çekilen enerji, bir değişim sürecine girer ve hayatı yıkan bir enerjiye dönüşür. Yıkıcılık, yaşanmayan hayatın bir sonucudur. Hayatı ileriye götüren enerjinin engellenmesine yol açan kişisel ve sosyal şartlar, böylelikle kötülüğün çeşitli tezahürlerinin ortaya çıktığı bir kaynak olan yıkıcılığı oluşturur.
Yıkıcılığın, insanın sadece birincil potansiyelini gerçekleştiremediği durumda kendini gösteren, insandaki ikincil bir potansiyel olduğunu farz etmekte haklı olduğumuz düşünüldüğünde, insancı etikçilerin itirazlarından birine karşılık vermiş oluruz. İnsanın özünde kötü olmadığını, ancak büyümesi ve gelişimi için gerekli şartlar mevcut olmadığında kötü olduğunu işaret etmekteyiz. Kötünün kendi başına bağımsız bir oluşumu yoktur; kötü, iyinin eksikliği, hayatın gerçekleştirilmesindeki başarısızlığın sonucudur.
Kıyamet günü kehanetleri, bugünlerde artan bir sıklıkla kulağımıza çalınmaktadır. Bunlar, günümüz ortamında tehlikeli olasılıklara dikkatleri çekmek gibi önemli bir işleve sahiptir. Bunun yanı sıra, bu kehanetler, insanın doğal bilimlerde, psikolojide, tıpta ve sanattaki başarılarıyla kendini gösteren vaadi dikkate almamaktadır. Aslında bu başarılar, çürüyen bir kültür tablosuyla bağdaşmayan, sağlam üretken güçlerin varlığını göstermektedir. İçinde bulunduğumuz dönem bir geçiş dönemidir. Orta Çağ, On Beşinci yüzyılda sona ermedi ve modern devir, hemen ardından başlamadı. Son ve başlangıç, dört yüzyıldan fazla bir süredir devam etmekte olan bir sürece işaret etmektedir. Aslında kendi yaşam süremizle değil de, tarihi açıdan ölçüldüğünde, bu çok kısa bir zamandır. Dönemimiz bir son ve bir başlangıçtır ve olasılıklara gebedir.
Eğer bu kitabın başında sorduğum soruyu, gururlu ya da ümitli olmak için nedenimiz olup olmadığı sorusunu, şimdi tekrarlayacak olursam, cevap yine olumludur. Fakat tüm bu tartıştıklarımızdan çıkan tek bir sonuç vardır: Ne iyi ne de kötü, kendi kendine olmuş ya da önceden belirlenmiş değildir. Bu noktada karar bireyindir. Kişinin kendisini, hayatını ve mutluluğu ciddiye alma becerisiyle ve kendisinin ve toplumunun ahlaki sorunuyla yüzleşme istekliliğiyle ilgilidir. Kişinin kendisi olma ve kendisi için var olmasıyla ilgilidir.