ÜLKÜCÜLÜK NEDİR, ÜLKÜCÜ KİME DERLER ? / Necmettin Hacıeminoğlu
01 Ocak 1970
Ülkü, insanın ya kendi milleti veya bütün insanlık için ulaşılmasını şiddetle arzu ettiği son hedeftir. Arzu ve hayal edilen son hedefe varmak gayesiyle, yorulup yılmadan, bıkıp usanmadan fazilet ve cesaretle, fedakarca çalışanlara da Ülkücü denir. Hayatlarını insanlığa hizmet uğrunda harcayan peygamberlerle, bazı filozof ve ilim adamları birer ülkücü sayılırlar. Kendilerini milletlerine adayan büyük liderler, cihangir başbuğlar ve kahraman askerlerle, milliyetçi ilim, fikir ve san’at adamları da tam manasıyla birer ülkücüdürler.
İnsanlık da, milletler de bugün ki seviyelerini, gelmiş geçmiş ülkücülere borçludurlar. Ancak, gerek insanlık tarihinde, gerekse milletlerin tarihinde kendini böyle bir ülküye vermiş ülkücülerin sayıları pek fazla değildir. Çünkü ülkücülük çok çetin bir yoldur. O yola herkes dayanamaz. Hevesle başlasa da herkes bu dikenli yolda sonuna kadar gidemez. Her insanın san’atkar veya kahraman olması nasıl mümkün değilse, ülkücü olması da öyle imkansızdır. Hatta ülkücülük sanatkarlıktan da kahramanlıktan da güç ve daha fazla bir şeydir. Sanatkar, yaratılışının icabına uygun olarak istemese bile eser vermeye mecburdur. Kahraman ise, belki bir ömür boyu bekledikten sonra gerektiğinde kendini feda edecektir. Ama ülkücü onlar gibi değildir. Hayatının her anını yalnız ülküsü uğruna harcar.
Ülkücülüğün vazifesi ve hizmeti belirli bir an için değildir. Kendini bir ülküye adayanlar, şahsiyetlerini ancak azim, irade ve sabırla bu yolun icabına göre terbiye eder ve hazırlarlar. Ülkücülüğün en güç tarafı da budur. Ülkücünün bir insan olarak, hem eksiksiz ve kusursuz, hem de bir çok üstün meziyetlerle yüklü olması gerekir. Doğuştan bu derece mükemmel bir insan pek az bulunacağına göre, kusurları düzeltip, eksikleri tamamlayarak mükemmel bir insan seviyesine yükselmek ülkücüye düşen ilk vazifedir. Ülkücü adeta kendi kendini yeniden yaratacaktır. Yetiştiği çevreden ve gördüğü eğitimden edindiği kötü alışkanlığı bırakmak, yanlış bilgi ve inanışları değiştirmek suretiyle kendini yeniden terbiye etmek de gene ülkücüden beklenen bir iştir.
Ülkücülerde bulunması gereken vasıf ve meziyetler:
AZİM VE İDARE:
Her iş ve meslekte başarıya ulaşmanın mühim unsurlarından biri olan azim ve irade ülkücünün birinci vasfıdır. Ülkü dediğimiz uzak ve yüce hedef öyle kolayca ulaşılacak bir nokta olmadığına göre, o yola baş koyanların her türlü güçlüğe, ağırlığa, tersliğe, aksi tesadüflere, talihsizlik ve engellere yılmadan, bıkmadan, bezmeden, ümitsizliğe düşmenden karşı koymaları gerekir. Bu da ancak güçlü bir azim, çelik gibi sağlam bir irade sayesinde mümkündür.
İnsanın, elinde olmadan, doğuştan getirdiği veya muhitinden kaptığı zaaf ve kusurlarını düzeltebilmesi de, gene kuvvetli bir iradeye sahip olmasına bağlıdır. Bu bakımdan azim ve irade ülkücünün sırtını dayadığı yüce dağlar gibidir. O sayede hiçbir düşman ve saldırı karşısında gerilemez, direnir. Direndiği müddetçe da ayakta kalır ve kazanır. Zaten irade Tanrı’nın insanlara bağışladığı en güçlü silahtır. Onun yardımı ile yenilemeyecek düşman, aşılamamış engel, düzeltilmeyecek şahsi kusur yoktur. Yeter ki insan ülkücülüğün bunu gerektirdiğini kabul etsin.
SABIR VE TAHAMMÜL:
Ülkücü, döktüğü alın terine, harcadığı emeğe ve kaybettiği zamana rağmen, hedefe hemen ulaşamayacağını bilmeli ve mutlu neticeyi yıllarca sabırla beklemeye razı olmalıdır. Öyle hedefler vardır ki, oraya ancak asırlarca sonra varılabilir. Bu uğurda kim bilir kaç ülkücü, hedefe yarın varılacak gibi çalışır, fakat zafer çiçeklerinin yüz yıllarca sonra derlenebileceğini de göze alır.
Dilimizdeki “Sabrın sonu selamettir”, “Sabreden derviş muradına ermiş “, “Sabırla koruk helva olur”, “Sabır başı sarı altın” gibi atasözleri bütün ülkücülerin kulağına küpe olmalıdır. Sabırsız insan çok çabuk yılar. Davadan hemen dönebilir. Halbuki ülkücü tuttuğu yolun bütün icaplarını yerine getirdikten sonra, geçici başarısızlıklar ve yenilgilerle dayanma gücünü kaybetmez. Ayrıca döktüğü alın terinin ve akıtacağı kanın boşa gitmeyeceğine inanır.
DİSİPLİN:
Ülkücü, yapmakta olduğu için bir çeşit savaş olduğunu bilmelidir. Savaş ise başında komutanın bulunduğu, çeşitli rütbe ve derecedeki askerlerin katıldığı bir san’attır. Tek gaye olan zafere kavuşmanın mühim şartlarından biri de herkesin vazifesini mutlak bir disiplin içinde yapmasıdır. Bu disiplin bütün askerlerin komutanın emirlerine kayıtsız şartsız itaat etmeleridir.
Her ferdin kendi yerini ve sırasını iyi bilip, amirlerinin sözünü dinlemesidir. İşte ülkücü de böyle bir savaş cephesinde olduğunu düşünmeli ve liderin emirlerini tam bir inançla yerine getirmelidir. Emir dışına çıkanlara ordubozan adı verilir. Milletimiz böylelerinden büyük zarar görmüştür. Bunlar yüzünden nice savaşlar yenilgiyle bitmiştir. Disiplin bir bakıma, savaşçı veya ülkücünün davasına ne ölçüde bağlı olduğunu gösteren mihenk taşıdır.
Şahsi düşünce ve anlayışının tesiri ile yahut da inanç zayıflığı yüzünden, liderin emirlerini dinlemeyip disiplin dışına çıkanlar tam bir ülkücü sayılamazlar. Bir ülkücü herhangi bir grup içine girmeden tek bir fert olarak da çalışsa, gene davanın gerektirdiği disipline uymak zorundadır. Bu da aynı yolun diğer yolcuları ile geçinmeyi, yardımlaşmayı ve iç mücadeleye girmemeyi zaruri kılar. Çünkü dava şahsi değil, millidir. Metot ve teferruattaki görüş ayrılıkları, aynı hedefe yönelmiş ülkücüleri bir biriyle karşı karşıya getirmemelidir. Bayrak göndere çekildiği zaman, çeken kim olursa olsun, bütün ülkücüler onun altında toplanmayacaklar mı?
FEDAKARLIK:
Her ülkücünün fedakar olması gerektiğini söylemek bile lüzumsuzdur. Kendini milletine adamış bir kimsenin her şeyini bu uğurda feda etmesinden daha tabii ne olabilir. Ancak gene de bu fedakarlığın derecesi üzerinde durmak isteriz. Ülkücünün fedakarlığı, hayatı dahil, bütün maddi ve manevi varlığını milleti için harcamaktan ibaret değildir. Ülkücü verdiğinin ve yaptığının hiçbir zaman karşılığını istemeyen kimsedir. Ülkücü, şöhret, mevki, ve menfaatle hiçbir ilgisi olmayan bir atsız kahramandır.
Asırlardır, savaşlarda verdiğimiz ve hiç birinin adını bilmediğimiz milyonlarca Türk şehidi gibi. Ülkücülük, insanın bazı şahsi zevk, arzu ve alışkanlıklarını da terk etmesini gerektirir. Hem prensler gibi rahat yaşamak, hem de ülkücü olmak mümkün değildir. Türk Milleti söz ve yazıları ile milliyetçi, fakat yaşayış ve davranışları ile menfaat ve mevki düşkünü eyyamcılardan çok çekmiştir. Onlar gibi, ülkücü geçinip de bunun hiçbir şartına uymayanların aramızda yeri yoktur.
FAZİLET VE DÜRÜSTLÜK:
Dürüstlük ve fazileti olmayan insanlar hiçbir işte uzun zaman başarı sağlayamazlar. Onun için uzak hedefli davaların sahipleri daima ahlak ve faziletle mücehhez olmak zorundadır. Ülkücülerin de Türk töresinin bütün esaslarına uymaları ve düşmanlarına karşı bile dürüst, mert ve insanca davranmaları gerekir. Yalan, entrika, dedikodu, iftira ve bozgunculuk gibi ahlaki hastalıklardan bir tanesi dahi büyük bir kitleyi mahvetmeye yeter. Düşmanlarımızı yenmek pahasına da olsa, ülkücü böyle adi yollara başvurmamalıdır.
BİLGİ VE ÇALIŞKANLIK:
Yaşadığımız çağda bilgi kadar değerli ve güçlü şey yoktur. Her insana kapılarını açan bilgidir. Ülkücünün mesleği ise ne olursa olsun, önce o konuda sağlam ve geniş bilgi sahibi olması gerekir. Çünkü kendi mesleğinde başarılı olmayanların başka sahalarda da başarı sağlayamadıkları görülmüştür. Sonra da Türk tarihini, Türk töre ve kültürünü bilmek icap eder. Türkiye’nin bugünkü meselelerini, bunların hal çareleri için sunulan reçeteleri ve dostu, düşmanı öğrenmek de gene zaruridir. Tabi bütün bunların temini ülkücünün çalışkan olmasına bağlıdır. Ülkücü bir karınca sabrı ve arı titizliği ile çalışmak zorundadır.
Ülkücü bu çetin yolu birçokları gibi sadece kendini tatmin etmek yada menfaat sağlamak için seçmediğine göre, onun hayatı boyunca başarması gereken mukaddes vazifeler vardır. En son hedefe ulaşmak şerefi kimlere, hangi nesle nasip olacaktır, bilinmez. Ancak asıl hedefe bir anda değil, adım adım ve bir çok “ara hedefler” aşıldıktan sonra varılabileceği muhakkaktır. İşte her ülkücü nesilden beklenen de, kendi payına düşen bu “ara hedefleri” mutlaka aşmaktır. Tıpkı savaşta büyük zaferi kazanmak için, önce her cephede bütün birliklerin muharebeyi kanmış olmaları gibi. Muharebe birliklerinden herhangi birinin, üzerine aldığı vazifeyi ham zamanında yapmaması zaferi geciktirir veya tehlikeye düşürür. Her tepe önceden hazırlanan plana göre gerektirdiği anda ele geçirilmelidir.
Ülkücülerin şimdiye kadar yaptıkları ve bundan sonra da yapacakları mücadele ciddi bir savaştan farklı değildir. Dış düşman ile iç düşman birleşerek karşımızda vaziyet almış bulunuyor. Geçmiş tecrübeler göstermiştir ki, bu savaşta ağır silahtan sabotaja, yalan iftira ve bozgunculuktan cinayete kadar “sıcak harb” vasıta ve metodlarının her türlüsü kullanılmaktadır. Bunlara ilave olarak, gene ancak savaş zamanlarında hüviyetleri belli olan korkaklar “asker kaçakları” düşmanla işbirliği yaparlar, iki taraflı çalışanlar, sadece kendi hayatlarını yaşamaya bakan nemelazımcılar ve “tarafsızlar” karakterlerinin icabına göre hareket etmişlerdir. Millet sahipsiz kimsesiz ve “başsız” kalma korkusu içinde bunalmıştır. İşte ülkücüler böyle bir ortamda Türk Milleti adına savaş yapmışlardır. Onun için, gelecek günlerde de savaşın gerektirdiği bütün şartlara uymalı ve her türlü imkan seferber edilmelidir. Üstelik bu “ya istiklal, ya ölüm” yahut “ya yeneriz-ya yeniliriz” şekilde iki ihtimalli bir mücadele de değildir. Ülkücülerin gönlünde tek netice vardır: ZAFER. Her şeye rağmen ve mutlaka ZAFER. O halde zafere en emin şekilde ulaşmanın çareleri bulunmalı ve tatbik edilmelidir. Tarihte ün yapmış ve daima kazanmış kimselerin “zafer sırlarıdır” bunlar. Fakat, unutmamak gerekir ki, hiçbir zafer tek bir insan tarafından kazanılmamıştır. Bu sebeple, yalnız komutan veya liderin mükemmel olması yetmez. Davayı benimseyip mücadeleye katılan her ülkücünün aynı yüksek meziyetlere sahip olması gerekir. Zafer, netice itibariyle Mehmetçiğin namlusunda veya süngüsündedir. Ülkücü de kendi mücadelesinin Mehmetçiği sayılır.
Her ülkücü iman ve inanç sahibi olmalıdır. Hem Türk Milletinin iman ettiği yüce dine ve mukaddes tanıdığı varlıklara samimiyetle bağlanmalı, hem de davasının haklı olduğuna ve mutlaka zaferle neticeleneceğine inanmalıdır. Zihnine bir “acaba” sorusu takılan ülkücü çalışma gücünden çok şey kaybeder. O zaman uğrunda didinilen mesele dava olmaktan çıkar; bir macera veya oyuna benzer.
Ülkücü sorumluluk duygusu taşımalıdır. Yapacağı her hareketin sebebini bilmeli, neticesini görmeli ve hesabını vermeye hazır olmalıdır. Üzerine aldığı hiçbir vazifeyi tesadüflere bırakmamalı ve başkalarına devretme yolları aramamalıdır. Ancak, bizzat yaptığı taktirde vicdan huzuru duymalıdır. İnsan bu şekilde davranmaya ne kadar erken yaşta başlarsa, o derece çabuk ve kolay alışır. Eski nesle mensup bazı kimselerin kendilerinden beklenen vazifeleri zamanında yapamayıp Türk Milletini müşkül durumlarda bırakmalarının mühim sebeplerinden biri de onların küçük yaştan itibaren ülkücü olarak yetişmemeleridir. Bu yüzden sorumluluk duyguları tam gelişmemiştir.
Ülkücünün sorumluluk duygusu yalnız kendisine dair değildir. O bütün dava arkadaşlarının hareketlerinden de kendine sorumluluk payı düşeceğini bilmelidir. Demek ki onların davranışları ile de ilgilenmek zorundadır. Hata işlenmesine mani olmağa çalışmalı, yarım kalmış işleri başkalarının sırtında da olsa, tamamlamağa gayret etmelidir.. Ziya Gökalp’in “Gözlerimi kaparım, vazife mi yaparım” şeklinde özetlediği bir vazife ahlakı, vardır ki , ülkücülere rehber olmalıdır. Bazıları bu sözlerini: “Ben yalnız kendi vazifemden sorumluyum. Başkalarına karışmam” şeklinde yanlış yorumlamaktadırlar. Halbuki tam aksine, Gökalp belirtmek istiyor ki: “Her Şeye rağmen, bütün tehlikelere gözümü kapar, vazifemi mutlaka yaparım.” İşte ülkücünün de vazife anlayışı ve duyduğu sorumluluk hem ferdi, hem de umumi olmalıdır. İnsan ancak kendi şahsı için bir iş gördüğü zaman ferdi sorumlulukla yetinir. Bir cephe adına yapılan hareketlerde ise, o cephenin bütün mensupları birbirlerinin sorumluluğunu paylaşırlar. Çünkü başarının şeref ve sevinci gibi yenilginin acısı da hepimize aittir. Böyle, düşününce, herkesi başarımızla memnun edip, hatamızla üzeceğimizi daha iyi anlarız.
Ülkücü. Gökalp’in; “Ben, sen yokuz; biz varız” düsturunu da gönülden benimsemelidir. O zaman meselenin fertlerden ziyade ve öte bir “kadro ve ekip” işi olduğu hakikatı ortaya çıkar. Bu demektir ki, her birimiz tek tek değil, diğerlerimizle omuzlaşarak, milletimizin tabirince, “sırt sırta vererek” yürümeliyiz. Aralarında güzel bir ahenk bulunan insanların teşkil ettiği ekip, kendisini meydana getirenlerin aritmetik toplamı gücünden çok daha kuvvetli ve tesirlidir. Ekip çalışmalarının faydası bundan ibaret değildir. Bu aynı zamanda fertleri en iyi yetiştiren ve terbiye eden bir yoldur. Orada herkes kendisinin güçlü ve zayıf taraflarını öğrenir, Hangi işte kimin daha başarılı olabileceği anlaşılır. Böylece de isabetli bir iş bölümü sağlanır.
Uygun iş bölümü de daima verimi ve başarıyı artırır. Ayrıca ekip içindeki fert bir yandan şahsi eksikliklerini giderirken, bir yandan da kendisine ne kadar ihtiyaç duyulduğunu görür. Bundan sonra davaya bağlılığı sağlamlaşır. Artık kopamaz ve ayrılamaz. İnsan bir işi beraberce yaptığı, hatta beraber oyun oynadığı kimseleri bile kolay terk edemez. Bu “iş” aynı hedefe koşanların omuz omuza yaptıkları “savaş” olunca, hiçbir kuvvet o ekibi parçalayamaz. Birlik ruhu hem zihinlerde, hem de gönüllerde perçinlenir.
Ülkücü, bağlandığı davanın asaleti ile gurur duymalı, bunu göğsünü gere gere söyleyebilmelidir. Fakat hiçbir zaman hizmetleri ile övünmemelidir. Başkalarının ne alkışlamasına, ne de takdirine ihtiyaç duymalıdır. Onun kıymetini erbabı zaten bilir. Diğer insanlar da bilse ne çıkar, bilmese ne çıkar? Hizmetlerimizin bedelini “aferin” olarak dahi beklemek bize yakışmaz. Kimse bizi zorla veya türlü vaatlerde ülkücü yapmadı. Kendimiz inanarak, isteyerek ve koşarak bu yolu tuttuk. Herkes bizi alkışlamak mecburiyetinde değildir. Sadece vazifesini yapmış insanların kavuştuğu vicdan huzurundan daha büyük mükafat olur mu?
Ülkücü ne kadar genç olsa, şahsi konularda affetmeyi ve hoş görmeyi bilmelidir. Kin ve husumet beslememeli, geçmiş hataları unutmalıdır. Arkadaşlarının dava ile alakası bulunmayan davranışlarına karışmayacak derecede müsamahalı ve geniş ufuklu olmalıdır. Aksi takdirde şahsen geçimsiz ve sevimsiz bir insan durumuna düşeriz. En yakınlarımızın bile bizden farklı huyları, zevkleri ve alışkanlıkları olduğunu hatırlayalım. Bilhassa genç ülkücülerin fikir ve inanışlarında sımsıkı, fakat; bu meseleler dışında gayet yumuşak, munis ve geniş yürekli olmaları beklenir. Yoksa, hiç farkına varmadan cemiyetten kopar, insanlardan ayrılır ve bir köşeye çekilmek zorunda kalırız.
İpek böceği gibi kendi ördüğümüz kozanın içine hapsolmayalım. Unutmayalım ki, biz en basitinden en yükseğine kadar, şu etrafımızdaki insanlar için halkımızın, milletimizin ebedi saadeti için çalışıyoruz. Onların büyük çoğunluğunu oldukları gibi kabule mecburuz. Ne onları değiştirebiliriz, ne de onlardan tamamıyle kopabiliriz.
Ülkücü, halkın içinde yaşayan ve cemiyetin her kesimi ile barış halinde olan kimsedir. Ülkücüyü diğer fikir mensuplarından ayıran en mühim noktadır bu. Böyle bir tutumun davadan taviz vermek sayılacağını söyleyenler de bulunur sanıyorum. Ancak şu bilinmeli ki, mevcut cemiyeti bu haliyle biz yaratmadık. O bize rağmen var ve devam ediyor. Biz her şeyi ile milli ve asil olan Türk cemiyetini kuruncaya kadar, şimdiki çevremizle bir arada yaşamak zorundayız. Bu çevrenin değer ölçülerini, dünya görüşünü, hayat, sanat ve ahlak anlayışını sihirbaz gibi bir anda değiştirmek mümkün değildir ki… Onlar bize uymayacağına göre, biz onlara mı benzeyeceğiz? Hayır! Biz milli şahsiyetimizi muhafaza etmekle beraber, kendimizi Türkiye’de bugün yürürlükte olan hayat tarzının dışında saymayacağız ki, onların bizi, bizim de onları tanımamız mümkün olsun. Her adım bundan sonra atılacaktır. Müzmin bir hastalığa yakalanmış olduğuna inandığımız cemiyeti çok yavaş bir tempo ile, uzun sürecek bir bakım neticesinde tedavi edeceğimizi anlamalıyız.
Ülkücüler, kavga etmek veya savaşmak için kurulmuş bir teşekkül değildir. Biz yazılarımızda her ne kadar “savaş” kelimesini kullansak da bu tabirden kasdettiğimiz mana hep mecazidir. Ülkücü Türk milletini fezalara yükseltip, ebediyete kadar ayakta tutmak gayesiyle fikir ve iman mücadelesi yapmaktadır. Milli varlığını ve değerlerini korumaya, yüceltmeye çalışmaktadır. Bu sebeple şahıslarla uğraşmaz. Menfaat grupları ile meşgul olmaz. Eğer bazen başa baş, dişe diş dövüşmek zorunda kalıyorsak; o ülkücünün hiç arzu etmediği halde, canını korumak için istemeyerek katıldığı arızi bir durumdur. Ülkücüler kendilerini yalnız millet ve devlet emrinde vazife yapmak için hazırlamaktadırlar. Sokak kavgası için değil.
Ülkücülerin vasıflarını sayıp döktük. Günümüzde ki bu meziyetlere sahip insanları bulmak o kadar güç ki… Tarif ettiğimiz ülkücü örneği, okuyucularımıza, geçmiş asırların evliyalarını hatırlatacaktır. Ancak, bugün de, içimizden, dün olduğu gibi büyük lider, başbuğ, komutan ve adsız kahramanlar çıkarmazsak; ayakta duramayız. İşte bu sebeplerdir ki, Türk Milleti’nin bağrından binlerce ülkücü yetişmeğe başlamıştır. Bu ülkücüler, binbir güçlüklere rağmen, Türk tarihinin her karanlık gecesinde parlayan adsız kahramanların birer eşidirler. Göktürk İmparatorluğu’nu kuranların, Roma’da at oynatanların ve Anadolu’yu fethedenlerin hakiki torunları bunlardır. Bu durum ve ülkücülerin bir çığ gibi Türk’ün bağrından kopup gelişi, tarihimizin akışı içinde tabii bir neticedir. Türk tarihi her sahada sayısız ülkücülerin yetiştirdiği zengin bir hazinedir. Milletimizi asırlarca zaferden zafere ulaştıran adsız kahramanlar, cihana hakim kılan hakanlar ve nice fırtınalara rağmen onun ayakta kalmasını sağlayan kültür, san’at ve gönül erbabı hep birer ülkücü idiler. Türk Milleti bağrından böyle sayısız ülkücüler yetiştirmeseydi, bugün varlıkları tarih kitaplarında sadece birer isimden ibaret kalan topluluklar gibi, silinir giderdi.
Tarihimize baktığımız zaman görürüz ki, milletimizin hayatı yer yer zirveleşen, yer yer düzlükler halinde devam eden ve bazı kısımlarında da çöküntüler olan büyük bir dağ silsilesini andırıyor. Bu dağ silsilesi incelendiği zaman anlaşılır ki her zaman zirveden sonra düzlük, her düzlükten sonra da bir çöküntü gelmektedir. Çöküntümüzün hemen arkasında ise tekrar bir zirve başlamaktadır. Her zirve millet içinde ülkücü nisbetinin yüksek olduğunu, her çöküntü de bu nisbetin sıfıra yaklaştığını göstermektedir. Ama daima çöküntüyü yeni bir zirve takip etmektedir. Demek ki çöküntü devirleri milletin bağrından hemen sayısız ülkücülerin çıkmasına sebep olmaktadır. Onlar da yeniden zirveye doğru tırmanmaktadırlar. Çöküntü anında kurtarıcı ülkücüler yetiştirmeyen topluluklar ise eriyip gitmektedir.
Cemiyetimizin bugünkü durumuna bakarsak, bir dağ silsilesini andıran tarihimizin çöküntü kısmanda bulunduğumuzu fark ederiz. Bu , tabii, çok üzücü bir haldir. Türk tarihini iyi bilmeyenleri ve milletimizi tanımayanları ümitsizlikle kahredebilir. Fakat tarihimizin akışını bilenler için, bu çöküntü yeni bir yükselişin, yeni bir zirvenin müjdecisidir. Nasıl “kul sıkılmayınca Hızır yetişmez” ise, Türk Milleti de büyük bir sıkıntıya düşmeyince, ülkücüler görülmemektedir. Bunun yakın tarihimizdeki örneği kurtuluş savaşı, uzakta örneği de Göktürk devletinin kuruluş ve yükseliş hadisesidir. Son örneği ise, bir çok resmi sorumlu ve vazifeli Türk Devleti’nin yıkılışına seyirci kalırken, binlerce ülkücü gencin milli bir iç güdü ile büyük tehlikeyi sezip, hain düşmanların karşısına dikilmesidir. Bu kükreyiş bize gösteriyor ki, Türk Milleti binlerce ülkücünün omuzları üstünde yeni zirvelere doğru yükselmektedir.
Bu gençlik Türk Milletini temsil etme hak ve yetkisine sahip yegane gençliktir. Çünkü Türk Milleti’nin sahip olduğu bütün milli ve manevi değerlerini muhafaza etmek şartıyla çağın üstüne çıkarmayı gaye edilen ve o uğurda yıllardan beri savaş veren gençlik bu gençliktir. Türk Devletini yıkılmak ve Türk Vatanını bölünmek tehlikesinden kurtarmak için şehitler veren gençlik bu gençliktir. Kaç asırdır gafiller, cahiller ve hainler eliyle yıkılan, budanan ve talan edilen milli kültürümüzü, san’atımıza, töre, gelenek, ahlak ve imanımıza artık sahip çıkan gençlik bu gençliktir. Milli tarih şuuru ile dolu, Türk Müslüman olarak yarattığı için gurur duyan ve Allah’a şükreden gençlik bu gençliktir. Türkiye Cumhuriyetini el alemin gözüne bakan, sıradan bir devlet durumunda görmeye tahammül edemeyip, onu gene dünyaya nizam veren bir cihan devleti seviyesine yükseltmeyi tek ülkü sayan gençlik bu gençliktir. Hepsi bu yolda her türkü fedakarlığı ve hatta seve seve ölmeyi gözü aldığı için kendilerine “ülkücü” adı verilmiştir. Milletimiz onları artık hep bu isimle, “ülkücü” ismiyle çağırmaktadır.
Bugün Ülkücüler bir yandan Türk Milletini tehdit eden komünizm, hümanizm, kozmopolitiklik, bölgecilik, mezhepçilik ve anarşizm gibi bütün yıkıcı akımlara karşı en tesirli mücadeleyi vermekte, bir yandan da cemiyetimizi içten kemiren fakirlik, yoksulluk, haksızlık başıbozukluk, nemelazımcılık ve vurdumduymazlık gibi içtimai hastalıklarla savaşmaktadırlar. Müesseseleri sarmış olan laçkalığı, beyinleri işgal eden yanlış bilgileri, şahsiyetleri kemiren aşağılık duygusunu yok etmek için büyük gayretler göstermektedirler.
Bundan dolayı, bütün düşmanlara üstün gelerek kutsal davayı kazanmak ve uzak hedefe ulaşmak için Ülkücüler bir karınca sabrı ile, bir arı titizliği ile çalışmaktadırlar. Bu yolun yolcuları 14 ile 24 yaş arasındaki, Türk gençleridir. Hemen hepsi fakir Anadolu çocuklarıdır. İçlerinde ne bir paşazade, ne bir bakan, müsteşar, profesör, büyükelçi ve ithalatçı çocuğu bulunduğunu sanmıyorum. Uşaklı, bahçıvanlı otomobilli ailelerin kolejlerde okuyan çocukları ne diye “ülkücü” olsun? Hem nasıl olsun? Bunların biraz zekileri sosyalist ve ilerici, biraz dengesizleri eli silahlı kızıl anarşist, ahmakları da diskotek ve kulüp tiryakisi olmaktadırlar. Kendilerine ne zerrece vatan- millet sevgisi, ne de milli, dini ahlaki bir terbiye verilmediği için böylelerinden başka türlü davranış zaten beklenemez. Halbuki ülkücülük her şeyden önce disiplinli, ölçülü, ahlaklı, terbiyeli, inançlı, milli gelenek ve töreye bağlı olmayı gerektirir, sonra da hudutsuz bir fedakarlığı şart koşar. Onun için ancak kökünden kopmamış, aslını unutmamış ve milletine yabancılaşmamış aile çocukları ülkücü olabilmektedirler.
Bu çocuklar seçtikleri ülkücülük yolu uğrunda ne çocuklarını, ne de gençliği yaşayabiliyorlar. Düşününüz; 16 yaşındaki lise öğrencisi 120 milyonluk dünya Türklüğünün dert ve ıstıraplarını teninde duyuyor. Kendisini bu ıstırapları dindirmekle vazifeli sayıyor. Yüklendiği vazifeyi ifa edememenin acısı ile kıvranıyor. Almanya da ki Türk işçilerinin çilesini bu genç düşünüyor… Okulsuz, doktorsuz, yolsuz ve ışıksız Türk köylüsünün bu yokluk çölünden niçin hala kurtulamadığını ve nasıl kurtulacağını kendi kendine bu genç soruyor…
Doğu Türkistan’da, Rusya’da, Bulgaristan, Batı Trakya, Kıbrıs ve Kerkük’te katledilen, zulüm gören ve ezilen milyonlarca esir Türk’ü bu genç hatırlıyor… Çünkü bütün bundan mes’ul olanlar, olması gerekenler ortada yok… Mevcutlar da gaflet ve dalalet içinde. İşte ülkücüler bir yandan da bu “gaflet ve dalalet” içinde bulunanlara “dur!” demek üzere hazırlanıyor. Bu uğurda durmadan okuyor, araştırıyor, soruyor, münakaşa ediyor. Teşkilatlanıyor. Kitap yazdırıyor, dergi çıkarıyor, gazete yazıyor… Köye gidiyor; işçiye, esnafa, tüccara, aydına ve resmi yetkililere acı gerçekleri anlatıyor. Onları uyarmaya ve vazife yapmaya çağırıyor…