Avrasyacılığın Beyin ölümü
Bahadır Kaynak 01 Ocak 1970
‘Beyin ölümü’ sözünü Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un NATO için sarf ettiğini biliyoruz. Macron’a bu sözleri sözleten, ittifakın işlevsizleşmesi, Trump döneminde Atlantik’in iki yakasındaki üyelerin anlayış farklılıklarının derinleşmesi ve bizim de dahil olduğumuz Libya ve Suriye gibi krizlerde müttefik ülkelerin birbiriyle çelişen, hatta çatışan pozisyonlar almasıydı.
Biden’ın kazandığı seçim sonrası önceliklerinden birisi kıta Avrupası’yla aradaki mesafeyi daraltmaktı. Gerçi ilişkilerin ısınacağını beklerken AUKUS meselesi patlak verdi ve Fransızları çileden çıkaran ciddi bir kazık atıldı. Tam eski tas eski hamam devam edilecek derken Putin’in haftalardır konuştuğumuz Ukrayna’daki huruç harekâtı geldi.
Bu öyle bir hamleydi ki askeri uzmanlar ellerinde çubuk, harita üzerinde istediği kadar kasaba şehir alıp versin, uzun erimli jeopolitik sonuçları kaçınılmaz. Her şeyden önce, yine Macron’un ağzından ifade edersek beyin ölümü gerçekleşmiş NATO’yu hayata döndürecek şoku verdi. Öyle ki Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve Hür Demokratlardan oluşan bir koalisyona liderlik eden Alman Şansölyesi Olaf Scholz, parlamentoda Putin’i emperyal politikalar izlemekle suçlayıp savunma için 100 milyar avroluk ek bütçe ayrılacağını söyleyiverdi. Bütün Avrupa’da, bilhassa Rus tehdidini daha yakından hisseden Doğu Avrupa ve İskandinav ülkelerinde NATO’ya destek tarihi rekor seviyelere çıktı. Ukrayna’yı NATO’ya sokmamak hedefiyle operasyona girişen Putin örgüte tam anlamıyla can suyu verdi.
Avrasyacılık krizde
Bu coşkunun ne kadar uzun soluklu olacağını zaman içerisinde göreceğiz ancak ben Macron’un bahsettiği ‘beyin ölümü’nün bambaşka bir konuyla ilgili, özellikle ülkemiz bağlamında gerçekleştiğini düşünüyorum. Ana akım medyanın, savunucularını konuk etmeye doyamadığı, son zamanların popüler akımı Avrasyacılık ciddi bir kriz yaşıyor. Gözlerden saklamayı başardıkları sorunlar, Rusya-Ukrayna savaşıyla ortalığa saçılıveriyor.
Aslında Avrasyacılık, NATO ile birebir karşılaştırılacak bir kavram değil. Birisi kurumsal bir çerçevesi, teşkilatı bulunan, Soğuk Savaş’ın en başından beri dünyanın en kudretli örgütü iken diğeri sınırları ve içeriği tartışmalı, farklı tanımlamalara açık bir siyasi perspektif. Temelde, Soğuk Savaş sonrası rakipsiz kalan Amerika’nın başına buyruk politikalarına muhalefet eden ve tek kutuplu dünyanın sonunun başka güçlerin yükselmesiyle geleceğini uman ve öngören bir bakış açısı olarak görülebilir. Buraya kadarki kısımda büyük bir sorun görünmüyor. Ancak daha sonrası uluslararası siyasetin aktörlerini kalıcı olarak iyi-kötü ayrımına tabi tutan, ABD’yle ilintili her şeyi kategorik olarak olumsuz gören, Washington’un politikalarına karşıtlığının her koşulda doğru olduğuna iman etmiş bir takıntıya dönüşüyor. Bilhassa Türk Silahlı Kuvvetleri ve diğer güvenlik bürokrasisini hedef aldığı düşünülen Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarının arkasında ABD’nin bulunduğu kanaati bir kesimde sonu gelmeyen bir hınca dönüşmüş gözüküyor. Bu travma da sonuçta küresel siyaset analizinin tamamen duygusal bir zemine oturtulmasına, hiçbir-sebep-sonuç, fayda-zarar analizi gözetilmeden yapılan basmakalıp değerlendirmeleri mantığa bürüme çabasına dönüşüyor.
Türkiye’nin ABD’yle belirli konularda köklü fikir ayrılıklarının olduğu yadsınamaz bir gerçek. Özellikle ABD tarafından yoğun biçimde desteklenen, Suriye’de Fırat’ın doğusundaki yapılanmanın tarafımızdan düşmanca bir unsur olarak algılandığı malum. Ankara’nın bütün itirazlarına rağmen PYD’ye silah, finansman, lojistik destek kesintisiz sürüyor. Bu kritik mesele diğer birçok anlaşmazlığı da tetiklemiş durumda. Türkiye, ABD’yle yol alamadığını düşündüğü Suriye’de 2016’dan sonra Rusya ve İran’la ortak hareket etmek için Astana sürecini başlatmıştı. Ardından hava savunma sistemi olarak S-400’lerin seçilmesi kritik bir eşiğin geçilmesine, ABD’nin sert tepkisine neden oldu. Önce F-35 projesinden çıkarıldık, ardından CAATSA yaptırımları devreye girdi; açık ve dolaylı birçok ambargoyla karşı karşıya kalındı.
Sorun şu ki ABD’yle sorunlar birikirken Türkiye oluşan boşluğu Avrasyacıların öne sürdüğü gibi Rusya ya da Çin’le kapatamadı. Yeni dostlarımızın zaten bizim ekonomik ihtiyaçlarımızı Batılı ülkeler gibi karşılayabilmesi mümkün değildi. Üstüne üstlük askerî açıdan da oluşan boşluk, hiç de öyle ‘Amerikan silahları olmazsa Rus silahları alırız’ atarlanmasındaki gibi şipşak formüllerle çözülemedi. Türkiye beşinci jenerasyon uçaklarından mahrum kaldığı gibi, modernize F-16’larda bile hala mesafe kat edemedi. Yunanistan hava kuvvetlerini yeni Rafale ve F-16V ile güçlendirip hatta F-35 için sıraya girerken, Ankara ciddi biçimde dezavantajlı duruma düşme riskiyle karşı karşıya kaldı.
Suriye’de de Avrasyacıların politika önerileri istenen sonucu getirmedi. Erdoğan’ın 15 Temmuz sonrası daha da net biçimde Rusya’yla işbirliğini önceleyen politikaları bir miktar alan kontrolü sağlasa da Türkiye’nin beka kaygıları tamamen giderilemedi. ABD’nin sahada PYD’ye dayanan politikalarına son verilemediği gibi, Putin’in asıl niyetinin Kürt kartını Amerikalıların elinden kapmak olduğu da net olarak ortaya çıktı. Üstelik milyonlarca Suriyeli göçmene ev sahipliği yapan Türkiye’nin hassasiyetlerine Rusya’nın pek bir ehemmiyet verdiği yoktu. İki sene önce Erdoğan’ın apar topar Moskova’ya gitmesine ve oradaki tatsız görüşmeye sebep olan İdlib saldırısına da bakarak pekâlâ Putin’in Türkiye’yi ne denk bir muhatap ne de potansiyel bir müttefik olarak gördüğünü net olarak söyleyebiliriz. Buna rağmen Avrasya ekolü Suriye’de Rusya’nın taleplerine daha da müsamahakâr olunmasını istemeye devam etti. Putin ne istiyorsa vermekte fayda vardı.
‘Beyin ölümü’nün son aşaması
Nihayet ‘beyin ölümü’nün son aşamasına Ukrayna’da gelindi. Putin tarihe geçecek revizyonist bir manifestoyla Ukrayna’yı yok hükmünde ilan edip işgale başladığında da Avrasya mantığı yine dünyayı iyiler-kötüler ayrımına tabi tutup ‘Amerika neredeyse karşısındakini tutarız’ refleksinden vazgeçemedi. ABD’nin önceki müdahaleleri sıralanarak asıl şeytanın kim olduğuna dikkat çekildi. İşin acıklı tarafı, anti-emperyalist söylemlerle mazur gösterilmeye çalışılan kuzeyimizdeki savaş her şeyden çok Washington’un işine yaradı. Amerikan karşıtlığını amentüsü haline getirmiş bıçkın Avrasyacılık burnunun ucunu görecek kadar da olayları çözümleyemedi.
Oysa Rusya’nın Ukrayna müdahalesiyle başlayan süreç sadece ağır bir uluslararası hukuk ihlali olarak ilkeli bir duruş gerektirmekle kalmayıp doğrudan Türkiye’nin çıkarlarına zarar verdiğinden tepkimizi hak etmekteydi. Enerji fiyatlarından turizm gelirlerine bir dizi alanda darbe yiyen Ankara’nın, Rusya’ya verdiği cılız tepki halihazırda iki ülke arasındaki ilişkinin asimetrik tabiatını bir kez daha ortaya koydu. Zaten elinde bunca koza sahipken, Ukrayna’yı da yutarak Karadeniz’de iyice hâkim konuma gelecek Moskova’nın, Suriye’de iplerini elinde tuttuğu rejimle Türkiye’yi tamamen çevreleyeceğini görmek çok zor değil. Birçok alanda Rusya’ya bağımlılıkta ipin ucunu kaçıran Ankara’nın Batı ittifakı dışında kalması halinde varacağı yerin ikinci bir Hünkar İskelesi Anlaşması olacağını da kestirebiliyoruz.
Rusya da diğer aktörler gibi, söz konusu kendi çıkarları olduğunda ayağımıza basmaktan çekinmiyor. NATO’yu ‘beyin ölümü’nden döndüren elektroşokun bir benzerini dünyayı kendi sabit fikirleriyle algılayanların yemesinde fayda var. Bazı takıntılar görünmesine engel olabilir ama emperyal bir Rusya, boyun eğdirilmiş bir Ukrayna bizi önümüzdeki dönemde zorlayacak bir senaryo olurdu. Onun yerine Avrupalı bir Ukrayna ve Avrupalı bir Rusya’yı tercih etmek için çok fazla sebebimiz var.