Bilim adamı ve siyaset... / Ahmet Sevgi
01 Ocak 1970
Yaşar Kemal’in, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü kabul etmesi için, Genel Sekreter Prof. Dr. Mustafa İsen’in arabuluculuk yaptığına dair bir gazetede çıkan haberi okuyunca, siyasetin bilim adamlarını nasıl değiştirdiğini düşündüm. Galiba siyaset bilim adamlarına pek yaramıyor.
Bir bilim adamı siyasete niye girer? Elbette üniversitedeki görevinden daha faydalı bir iş yapacağına inandığı için... Ama maalesef bu, hiçbir zaman böyle olmamıştır. Çünkü bilim adamlığı ile siyasetin kimyaları farklı farklıdır. Biri dik durmayı, diğeri ise esneklik ve tavizi esas alır. Siyasete giren bilginlerimiz dik durarak çevresindekilere örnek olmaları gerekirken -kendilerine yer bulabilmek endişesiyle olsa gerek- hemencecik eğilip bükülmeye başlıyorlar. Böylece de Dimyat’a pirince giderken eldeki şahsiyetten oluyorlar. Lakin onlara bu gerçeği kabul ettirmek pek de kolay olmuyor.
Bu mevzuda ilk aklıma gelen isim Ord. Prof. M. Fuat Köprülü oldu. Köprülü’nün ilmî ve siyasî hayatını kısaca hatırlatarak konuyu biraz açmak istiyorum.
Fuat Köprülü (1890-1966) ismini eminim hepiniz duymuşsunuzdur. Geniş bilgisi ve yorulmak bilmez çalışkanlığı ile genç yaşta ilim çevrelerinin dikkatini çeken müstesna bir kabiliyet... 23 yaşında profesör olan Köprülü, Türkoloji alanında bilinmeyen birçok eser ve şahsiyeti ilim âlemine tanıtan kişidir. Kısacası, Sorbonne’a Türk ilim bayrağını çektiren odur. Ancak, ne yazık ki 1935’te siyasete girer. 1946’da arkadaşları Celal Bayar, Adnan Menderes ve Refik Koraltan’la birlikte DP’yi kurarak çok partili hayata geçilmesine öncülük eder. 1950’de DP’nin iktidara gelmesiyle de takriben 6 yıl Dışişleri Bakanlığı yapar. Fakat bilim çevreleri -siyasetteki bazı hizmetlerine rağmen- Köprülü’nün politikaya girmesini doğru bulmamışlardır. Onlara göre Köprülü siyasete girmeseydi, Türkoloji alanında çok daha faydalı hizmetler yapabilirdi. Kendisine bu yönde sorulan bir soruya Köprülü şöyle cevap vermiştir:
“Denize düşen çocuğunu kurtarmak için suya atılan bir babaya hiç kimse ’sen ilim ve ihtisas adamısın, suya atılmayı başkasına bırak’diyemez. Bugün bütün memleket bir diktatörlük denizinde boğulurken onu kurtarmaya koşmamak da hiçbir Türk münevverine teklif edilemez. Şimdi her Türk münevverine düşen vazife, memleketi bu totaliter idareden kurtarmaktır.” (Bkz. Nihad Sami Banarlı: Kitaplar ve Portreler, İst. 1985, s. 249-250.)
Bu cevap Fuat Köprülü’nün kendi vicdanını ikna edebildi mi bilmem ama kamu vicdanını eminim ikna etmemiştir. Şahsen bana bu cevap pek inandırıcı gelmedi. Bence Dışişleri Bakanlığını kim olsa yapardı. Lakin Fuat Köprülü’nün yazacağı eserleri bir başkası yazamazdı.
İşin bir başka boyutunu da dilerseniz Prof. Dr. Mehmet Altay Köymen’den dinleyelim: “Türkiye’nin fikir hayatında Ankara’da Atatürk tarafından ilk defa kurulmuş bir yüksek öğretim müessesesi olan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin özel bir yeri vardır. Ancak, başlangıçta kendisinden beklenen görevi başarı ile yerine getirirken, Fuat Köprülü ve Şemseddin Günaltay gibi büyük ilim ve fikir adamlarının siyasî hayata atılmaları, Fakülte’de bir ilim ve bilhassa fikir boşluğu doğurmakla kalmadı, meydanı Avrupa’da tahsil etmiş, fakat yurda iyi yetişmeden dönmüş zayıf gençlere bıraktı. Böylece, Fakülte, kurucusunun öngördüğü gayeyi layıkıyla gerçekleştirecek ilmî kadrodan mahrum kaldı. Üstelik aynı Fakülte daha sonra bütün Türkiye’yi etkileyecek olan -yabancı bir ideolojinin bayraktarlığını yapan- üç doçentin faaliyet merkezi haline geldi.” (Bkz. Prof. Dr. Osman Turan: Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İst. 1969, c. 1, s. 19-20)
Sözün özü; bilim adamı-siyaset izdivacında, her zaman kaybeden bilim adamı, dolayısıyla da halk olmuştur. Keşke hocalarımız makam ve mevkiin geçici olduğunu, kalıcı olanın “eser” olduğunu bilebilselerdi... Unutulmasın ki “rütbelerin en yücesi ilim rütbesidir.”