AKP MUHTIRASI
Hakkı GÖRÜR 01 Mayıs 2007
28 Şubat sonrası koalisyon döneminde neler yaşandığını uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Sadece “esnaf bile sokağa döküldü” demek anlayana yeter bir analizdir. Daha derinlerde ise ülke sosyolojisinin anakronik yapıları ahlaksızsa “terbiye” edilmeye çalışıldı. Normalleşmenin uzaması için ellerinden geleni yaptılar. Bu süreçte oligarşi ve toplum içerisinde bulunan anakronik tabakaların bir kısmı hem kullanıldı hem de tasfiye edildiler. Lakin tam anlamıyla hitama ermiş bir tasfiye süreci yaşanmadı. Her zaman olduğu gibi kalıntılar, kırıntılar başka “oyunlarda” kullanılmak üzere yerlerinde bırakıldı. Bütün bu operasyonun yapıldığı fiziki ve sosyolojik mekan elbette tarumar oldu. İyi bir derleyici, düzenleyici gerekiyordu. 1994 öncesi İstanbul’da çöp dağlarının kokuları arasında evinize vardığınızda nasıl yıkanmak için su bile bulamadıysanız, 2001 sonuna erdiğimizde Türkiye genelinde bir yıl sonrasına adım atacak enerji bile tüketilmiş oldu. 1994’de çöpleri toplayıp suları akıtan Erdoğan gibi bir lider veya kadro lazımdı. Beklendiği gibi de oldu. Küresel sermayenin de yeşil ışık yakmasıyla elde kalan tek örgütlü sosyolojiden arzulanan iktidar çıktı.
İkinci husus ise 11 Eylül dalgasıyla beraber Ortadoğu’da yaşanan ve iki işgal ile sonuçlanan hareketlenme oldu. İşgallerin oluşturduğu farklı pozisyon, beklentiler ve kurgular Türkiye için iki sonuç doğurdu: Bölgesel olarak aktif bir görüntü ve AB sürecinin küresel güçler tarafından desteklenmesi. Bölgesel olarak Türkiye hem çıkar ve tehdit beklentilerinden dolayı hem de Amerikan işgalinde önemli bir atak olarak kurgulanmasından dolayı bir anda denklemin merkezine oturdu. Mart tezkeresinin reddiyle birlikte Türkiye’nin gözden çıkarılacağını düşünenler de ofsayta düştüler. Çünkü Türkiye’nin Amerikan işgaline ortak olması gerektiğini düşünen tüm kesimler, meselenin Irak’ı işgalden veya petrolden daha ötesinde bir yere oturtamayan zihinlerdi. AKP’nin bu hususta son dakikada da yada yanlışlıkla olsa aldığı “işgale ortak olmama” kararı uzun vadeli bir perspektifinde önünü açtı. Tezkerenin reddi aynı zamanda Amerika’nın 1997’de başlayan Irak’ı işgal stratejisiyle başlatacağı “büyük projenin” algılandığı anlamına da geliyordu. Bu algılama AKP içindeki belli kadrolarla “Amerika’nın tayin ediciliğinin” farkında olarak, bazı kadrolarca ise “Amerika ile beraber hareket etmenin” rahatlığı ile inşa edildi. Sonuçta son dört yıla Amerikan işgallerinin oluşturduğu bölgesel hareketlilikle geçti. Türkiye bu süreçte yer yer Amerikan işgalinin açtığı alanları kullandı, zaman zaman ise Amerikan stratejileriyle paralel durdu. AKP Amerikan işgallerinin sağladığı bölgesel dış politika imkanlarının kerametinin kendisinden kaynaklanmadığını bir türlü tam anlamıyla idrak edemedi. Elbette dış politika açılımlarının hepsi “bu imkanlara” tevdi edilemez. Ama en azından kullanılan imkanları özenle etüt etmedikleri de ortadadır.
Üçüncü mesele ise küresel likidite bolluğunun ekonomiye sağladığı imkanlardır. Elbette AKP döneminde ekonomi yönetimde ciddi adımlar atılmış, özel sektör 2001 krizinden sonra kendisini toparlamış, ihracat istikrarlı bir şekilde büyümüş, enflasyon ve faizde düzelme trendi gözlenmiş, en önemlisi 4 yıla yayılan bir büyüme süreci yaşanmıştır. Mesele yakalanan istikrarın aynı zamanda harici şartlarında ağırlıklı payı olduğunu idrak etmekten geçmektedir. Eğer bu nokta ısrarla gözden kaçırılırsa Türkiye ekonomisinde, özellikle de sermaye piyasalarında oldukça yoğun bir şekilde yer tutan yabancı sermayenin anlamını da idrak edemeyiz
AKP 2001 krizi sonrası iktidara geliş sürecini, son dört yıllık iktidarının ekonomi-politik anlamını ve Türkiye’nin bölgesel rolünün “küresel güçler” için oturduğu yeri tam anlamıyla idrak ettiğini söylemek zor. Bu tespiti haklı çıkaran en çarpıcı gelişme ise Cumhurbaşkanlığı süreci oldu. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde millet-oligarşi geriliminin sahte mevzilerinden birisinin daha ortadan kalkacağını görenler acemi bir telaşa sürüklendiler. Çok daha rafine bir şekilde bu krizden nemalanmaya çalışmaları beklenirdi. Ama öyle olmadı. Aynı acemilik, AKP içinde geçerlidir. Yukarıda AKP’yi vücuda getiren ve bugünlere taşıyan dinamikleri idrak aktardığımız dinamikler AKP tarafından nasıl tam anlamıyla idrak edilemediyse, Cumhurbaşkanlığı seçiminin oligarşi için anlamı da anlaşılamadı. Tam da bu sebepten Tayyip Erdoğan aday olmadı. “Türkiye’de bunlar da var!” diye 14 Nisan mitingine katılanların işaret edildiği bir kırılma noktasında, Tayyip Erdoğan aday olmalıydı. Ama olamadı. “Bunlar da var!” diye atlanmaması, dikkate alınması, ciddi alınması, yok sayılmaması, gözden kaçırılmaması, görmezden gelinmemesi istenen kitle Tuncay Özkan, Türkan Saylan gibi isimlerin liderliğinde miting yapanlardı. Sosyoloji tersine dönmeye başlamıştır. Bu geri döndürülecek bir süreç değildir. Bundan şüphe duyan AKP, Tayyip Erdoğan’ı aday göstermedi. Gül adaylığı ile ortaya çıkan yeni durumu ise hala ciddiyetsiz bir şekilde okuyup, oligarşinin Cumhurbaşkanlığı için neler yapabileceğini daha doğrusu “ne(re)lere alet olacağını” kestiremedi. Cuma günü yapılan ilk oylamadaki ciddiyetsiz tavırlar, oylama öncesinde DYP ve ANAP’ı “ya millet ya oligarşi” çelişkisine sokamamış olmaları meseleyi algılama düzeylerini gösterdi. Artık olan olmuştur. Beceriksizliklerden geri dönüşte yoktur.
Bütün bu gelişmelerin üstüne, yani seçim sürecinin ilk turda bitmemesinin ardından, TSK’dan ismine açıklama denen bir “muhtıra” geldi. Muhtıranın kendisi bir çok açıdan analize değerdir. Öncelikle açıklanan metnin hem içeriği hem dili hem de açıklanış tarzı oldukça ilginçtir. Adeta illegal bir örgütün bildiri açıklama tarzından farksız bir metotla haber kanalları ve gazeteler aranarak internetten açıklama yapılacağı söylenmiş, ardından da malum “muhtıra” sanal alemde arz-ı endam etmiştir. Bildiri en öz ifade ile AKP’den bir Cumhurbaşkanına direnenlerin, AKP aleyhine söylenmemesi gereken ne varsa onları söylüyordu. Memleket sosyolojisini beklide en geniş şekilde yatay kesen bir kutlama olan “kutlu doğum haftası” doğrudan hedef alınmaktaydı. İki hafta önce Türkan Saylan’ın “çocuklarımız bale yapacağına namaz kılıyorlar” çıkışıyla örtüşen bu söylemin kullanılması naiflikle açıklanacak bir durum değildir. 29 Nisan mitinginin düzenleyicilerinden ya da 28 Şubat aparatlarından Türkan Saylan, Nur Serter ve Nejla Arat hangi sosyolojiye tekabül ediyorsa, “muhtıra”nın üreticileri de benzer bir sosyolojiye kendilerini mahkum ettiler. Burada sorun, TSK’nın bu sosyolojiye yaslanmasının yapısal olarak mümkün olmamasıdır. TSK aynı gün Mardin’de şehit cenazesindeki binlerce insan ile Çağlayan’daki sosyoloji arasında kendisini sıkıştırıp bırakmıştır. Bu sıkışmışlıktan ortaya çıkacak olan siyasi tabloyu tahmin etmek zor değil: Yeni meclis MHP bir sürpriz yapamazsa iki partiden oluşacaktır.
Cuma akşamından bugüne kadar yaşananları “masrafsız” gelişmeler şeklinde tarif etmekte mümkün. 367 karar sayısı tartışmalarının (ki doğrusu 361,3 olması lazım, 8 milletvekili bu dönemde vefat etmiş durumdadır) internet “muhtırası” ile süslenmesiyle birlikte AKP’ye masrafsız ve meşakkatsiz bir seçim kampanyası hediye edilmiştir. Bu hediye sürecinde DYP ve ANAP ciddi bir şekilde ofsaytta kalmış, Saadet ve BBP’nin de tabanının kafası karıştırılmıştır. Bu dört partinin de baraj altında kalma ihtimali ciddi oranda artmış durumdadır. Ağar son dönemde yaptığı çıkışların neredeyse hepsini nesheden bir pozisyon almış ve kaybetmiştir. Erkan Mumcu bir yere oturtulamayan siyasi pozisyonunu kendisi kalın çizgilerle tarif etmiştir: Sağın Murat Karayalçın’ı olması mukadderdir. (Pazartesi günü itibariyle Zeki Sezer bile olabileceğini de ispatlamıştır). Son paragrafa alelacele eklenmiş düşman saflarını genişleten cümleyle DYP Güneydoğu’da “muhtıra”nın TSK’nın geleneklerine aykırı bir şekilde “düşman ilan ettiklerinin” gözünde itibar kaybına uğramıştır. Ağar uzunca bir süredir istikrarlı bir şekilde devam ettirdiği ve bu tavrından dolayı takdir aldığı “oligarşiye karşı AKP’nin karşısında olmama tavrını” olabilecek en kötü şekilde ve zamanda değiştirerek kaybetmiştir. “Ovada siyaset” kadar olgun ve derin bir yaklaşım sergileyen Ağar, muhtırada açıkça düşmanlık tarifi yapılmasına sadece seyirci kalarak, partisini manşetlere ve gündeme taşıyan söylemi de cumartesi günü itibariyle tüketmiştir.
Sonuçta, Türkiye normalleşmektedir. Sorun bu normalleşmenin dinamiklerinin ne kadar milli ve yerli olduğudur. Sorun hem AKP’nin hem de diğer aktörlerin yaşananların kendi kerametlerinden kaynaklandığını düşünmeleridir. Sorun Ağar ve Mumcu gibi isimlerin Tayyip Erdoğan varken, lider partisi olma marjlarının daralmasını anlayamamalarıdır. Sorun AKP varken niçin DYP veya ANAP’a hem Türkiye sosyolojisinin hem de küresel finansın ihtiyaç duyması gerektiği sorusuna cevap verememeleridir. Sorun AKP’nin Türkiye’deki Alevi gerçeğini ciddiye almadığı sürece oligarşi adına miting meydanlarının her zaman doldurulacağını görmemeleridir. Sorun AKP’de bir tek Alevi meselesini tartışacak ve temsil edecek ismin olmamasıdır.
Sonuçta, Türkiye 2007 manzarası normalleşme sürecinin hızla devam etmektedir. Sorun bu sürecin aktörlerinin değişim dinamiklerinin çoğunu kontrol edememeleridir. Millete güvenmemeleridir. AKP Irak’ı işgal tezkeresini mecliste geçirmek için kendini yırtanları içinden temizlemediği sürece, TSK Türkan Saylan veya Nur Serter’in bu memleketin sosyolojisinde nereye düştüğünü idrak edemediği sürece “kurulan oyunlar” devam edecektir. 27 Nisan’da yaşanan tek şey “oyuncakların pillerinin değiştirilmesidir”. Başka bir deyişle analizin başında dile getirdiğimiz tasfiye sürecinin devam etmektedir. Sürecin kendisi kısa vadede AKP’nin faydasınadır. Önemli olan “kar-zarar” aymazlığına düşmek değil, “bu harici şartların oluşturduğu imkanları” kendi kerametleri zannetmemektir. Yeter ki bu bilince sahip olsunlar. Bu bilinç düzeyi bile “küresel imkanların ya da yabancıların bu ay itibariyle 100 milyar doları aşkın riski ile açılan yolda düşük yoğunluklu bir milli normalleşmenin” önünü açmaya yardımcı olur. Çünkü sosyoloji milli bir normalleşmeden yanadır. İçimizdeki batıcıların “bizi görmezden gelemezsiniz feryatları” bunun en güzel delilidir.
O halde sorulması gereken "muhtıra"nın kime verildiğidir? Görünen o ki "muhtıra" AKP'ye değil, AKP için verilmiştir. Bundan sonra kavga bunu idrak edenlerle etmeyenler arasında olacak.