« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

15 Tem

2009

Rusya Devlet Başkanı’nı yuhalayan genç: Zaptiye Ahmet

01 Ocak 1970

Tarihimiz gizli kalmış kahramanlarla doludur. Bunlardan birsi de “Zaptiye” lakaplı Ahmet Ersin Yücel. Haksızlıklara tahammül edemeyip anında müdahale etmesi dolayısıyla “Zaptiye” lakabı verilen Ahmet Ersin Yücel, tam bir Osmanlı hayranıdır. 1960’lı yıllarda İstanbul’un fikir ve sanat mahfillerinin tanınmış simalarından olan Zaptiye Ahmet, Türkiye’yi ziyaret eden Rus Devlet Başkanı Kosigin’e yuh çekerek gazetelerin birinci sayfasına haber konusu olmuştu.

Ahmet Ersin Yücel, 1942 yılında Yozgat’ta doğar. Dedesi Şeyh Ahmet Efendi’nin tedrisatında yetişir. İlk ve orta öğrenimini memleketinde tamamladıktan sonra lise öğrenimi için İstanbul’a Haydarpaşa Lisesi’ne gider. Burada Mahir İz Hoca ile tanışır ve onun sohbet halkasına dâhil olur. Liseden sonra 1960 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne başlar, burada bir yıl okuduktan sonra Edebiyat Fakültesi Şarkiyat Bölümü’ne kaydolur. Ahmet Ersin Yücel, aynı dönemde bir süre Haydarpaşa Lisesi’nde etüt öğretmeni olarak görev yapar. Çocukluk yıllarından itibaren ciddi bir okuma disiplini kazanır. Osmanlıca öğrenir ve bu bilgilenme süreci onun Osmanlı tarihine yönelmesine sebep olur.
Haksızlıklara, ölçüsüz davranışlara asla tahammül edemeyen Ahmet Ersin Yücel, nerede sıkıntılı bir durum görse müdahale eden, haksıza haddini bildiren bir insan olarak tanınır. Yollarda, otobüslerde, tramvaylarda nerede bir haksızlık, terbiye dışı bir davranış görse müdahale eder. Bu yüzden kendisine “Zaptiye” lakabı verilir.
Zaptiye Ahmet hayatında “bahane” kelimesine yer olmayan bir insandır. Tam bir cemiyet adamıdır. Bir cemiyeti bir arada yaşatan değerlere gölge düşmemesi için elinden gelen her şeyi yapar. O, Necip Fazıl’ın “Kim var diye sorulduğunda, sağına, soluna, arkasına bakmayacak bir gençlik” ifadesiyle tarif ettiği ve özlemini duyduğu idealist gencin bir numunesidir.
Osmanlıca yazmayı/okumayı bilen neslin yavaş yavaş hayatını kaybetmesi üzerine kültür hayatımızda, kütüphanemizde bir kısırlık oluşmuştur. Zaptiye Ahmet’in Osmanlıca’ya hâkimiyeti ve tarihî kültür birikimimize duyduğu sevgi onu bu alanda çalışmalar yapmaya sevk eder. Bu minvalde Zaptiye Ahmet, Namık Kemal’in “Yavuz Sultan Selim” kitabını Latin harflerine çevirir ve basılmasına ön ayak olur. Ayrıca Şehbenderzade Ahmet Hilmi’ye ait “İslam Tarihi”nin yayına hazırlanmasında büyük emeği geçer. Zaptiye Ahmet, bu iki eserden başka Bedir Yayınları’na ait “İmam Birgivi Vasiyetnamesi”ni de yayına hazırlamıştır.

Her zaman ve zeminde Osmanlı
Zaptiye Ahmet deyince onu tanıyanların aklına gelen ilk özelliklerinden biri de Osmanlı eğitim geleneği içinde önemli bir kavram olan “mesele geçmek”tir. “Mesele geçmek” Zaptiye Ahmet için her zaman ve her zeminde Osmanlı’yı konuşmak, anlatmak ve bu büyük tarihin derinliklerinde gezinmektir.
Zaptiye Ahmet adeta sohbet geleneğimizin 1960’lı yıllardaki parlak bir yıldızı olmak için dünyaya gelmiştir. Kendisi ehl-i sohbet ve sohbeti dinlenecek insanları arayıp bulan bir merak duygusuna sahiptir. O, kendine has üslubuyla “Efendiler açık olalım” der ve Osmanlı meselesini konuşmaya başlar. Osmanlı onun için o kadar önemlidir ki, dünyada iki hanedan var der; “Al-i Resul” ve “Al-i Osman”. O, Osmanlı devrini Asr-ı Saadet’e bağlanan bir köprü gibi görür, bu düşünceyle yaşar. Osmanlı’yı bilmek onun için İslam’ın beş şartını bilmekten hemen sonra gelir. İnsanları tanıştırırken eğer Osmanlı’yı bildiğine kani ise “Arkadaş altı-yedi meseleye vakıftır” der.

Osmanlı bakiyesi mekânlara sevdalı bir yürek
Zaptiye Ahmet’in en yakın dostlarından biri olan ve “Varolmak Kavgası” isimli romanını ona ithaf eden yazar Mehmed Niyazi, üniversite yıllarında ve sonrasında aynı yurt ve otellerde kaldıklarını belirttikten sonra onu şu sözlerle anlatır:
“Biz kendisiyle birlikte Fatih’te mütevazı bir otelde kalıyorduk. Sabahları kalkıp Beyazıt’a doğru yola çıkınca, Zaptiye Ahmet, ’Şurada Sultan Abdülaziz Han’ın turşucubaşısının torununun dükkânı var‘ der, girer turşu yerdik. O dükkândan çıkar biraz ilerlerdik ki bu sefer Zaptiye Ahmet ’Şurada Sultan Abdülhamit Han’ın şerbetçibaşısının dükkânı var, şerbet içelim‘ derdi. Yine bir gün kendisiyle birlikte Ankara’ya gidiyorduk. O zaman Ankara otobüsleri Harem’den kalkardı. Otobüse bindik, Zaptiye Ahmet kalktı, gitti şoförün yanında motorun üstüne oturdu. Ve başladı Osmanlı’yı anlatmaya... Yolun üzerinde Osmanlı eserleri gördükçe daha bir coşkuyla anlatıp eserler hakkında bilgi verdiğini hatırlıyorum.”

Mide kanamasıyla gelen ölüm
Çok hareketli bir hayat yaşayan Zaptiye Ahmet, ilk mide kanamasını 1966 yılında geçirir. Henüz 24 yaşındadır. Tedavisini yaptırır. Fakat iyileşir iyileşmez eski temposuna geri döner. Çocukluk yıllarından getirdiği okuma sevdası İstanbul yıllarında sohbet iştiyakıyla birleşince, gecesi gündüzü Türk-İslam tarihi ve medeniyetiyle dolu bir insan olarak hayata devam eder.
Üç yıl sonra ikinci mide kanamasını geçirir. Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’ne yatırılır. Daha sonra buradan Vakıf Gureba Hastanesi’ne götürülür. Marmaratörler ve Anadolu’nun çeşitli yerlerine dağılmış pek çok arkadaşı hastaneye akın ederler. Arkadaşları 60 şişe kan verirler fakat mide kanaması bir türlü durmadığı için bu çabalar fayda vermemektedir. Koma halindedir, zaman zaman kendine geldiğinde başında bulunanlar onun ağzından şu sözleri duyarlar: “Şeyhülislam geldi, daha ne duruyorsunuz, kaldırın şu cenazeyi!”
Zaptiye Ahmet 16 Temmuz 1969 Çarşamba günü ruhunu teslim eder. Beyazıt Camii’nde kılınan cenaze namazına temas ettiği kültür mahfillerinden çok sayıda insan katılır. Cenaze namazını Zaptiye Ahmet’in çok sevdiği Abdurrahman Gürses Hoca kıldırır. Ahmet Ersin Yücel’in naaşı Mahmut Celalettin Ökten Hoca’nın yanına defnedilir.



Kosigin’e yuh!
Zaptiye Ahmet’in Rus Devlet Başkanı Kosigin’e yuh çekme hadisesi vardır ki, onun şahsiyetini, mesuliyet bilincini ortaya seren bir hadisedir. Bu olay şöyle gelişmiştir:
Rus Devlet Başkanı Kosigin 1966 Aralık ayının son haftasında Türkiye’ye bir ziyaret gerçekleştirir. Fakat bu yıllar Sovyetler Birliği topraklarında yaşayan soydaşlarımıza yapılan zulmün ayyuka çıktığı bir zamandır. Haksızlıklara dayanamamasıyla bilinen Zaptiye Ahmet, Kosigin’in mutlaka protesto edilmesi gerektiğini düşünür.
Kosigin, 25 Aralık 1966 günü Ayasofya ve Sultanahmet Camilerini gezecektir. Zaptiye Ahmet de meydandaki yerini almıştır. Kosigin, Ayasofya’ya doğru yürürken birden Zaptiye Ahmet’in gür sesi meydanda yankılanmaya başlar. Bu “yuh” sesi öyle gür çıkmıştır ki, Kosigin’in de dikkatini çeker ve kısa süren bir şaşkınlık yaşatır. Bu arada Zaptiye Ahmet gözaltına alınmıştır. 26 Aralık 1966 günü yayınlanan gazetelerin birinci sayfalarında “Kosigin’i protesto eden genç gözaltına alındı” haberleri gözlere çarpar.
Gözaltına alındıktan sonra Zaptiye Ahmet’in başına gelenleri gazeteci yazar Ahmet Güner’e ait “Marmara Kitabeleri” isimli kitaptan okuyalım:
“Marmara Cemaatinin hukukçuları seferber olduktan kısa bir süre sonra Ahmet Yücel serbest bırakıldı. Davasının daha sonra devamı kararıyla hürriyetine kavuşan Ahmet hemen o akşam Marmara’ya geldi ve tüm cemaatin alkışlıyla karşılandı. Hafif tebessüm ederek vakur bir şekilde alkışlara mukabele eden Ahmet, Ziya (Nur) Bey’in ‘Yer açın’ talimatı ile başköşeye oturtuldu. Hemen şef garson Hulusi Bey çağırıldı ve Ahmet’e demli bir çay yapılması istendi…
Herkes kulak kesilmişti, Ahmet Yücel çok önemsiz bir şeyden söz ediyormuş gibi, sakin ve yumuşak bir tonla olayı anlattı. Ahmet, bir komünistin ecdat yadigarı camileri, meydanları ve kutsal yerleri kanlı ayakları ile çiğnemesine göz yummanın vebalini taşımak istemediğini, koca ülkede kimsenin bu ziyarete en ufak bir tepki göstermemesine de ayrıca sinirlendiğini ve hiç olmazsa bir kişinin itiraz ederek, Kosigin’in Türkiye’de protesto edilmesini kayda geçirmek için bu olayı yaptığını anlattı. Marmaratörler Kosigin’e tek itirazın kendi arkadaşlarından gelmesinin gururuyla gece boyunca iltifatlar ettiler.”


“Ciğerci dükkânı mı açacağız?”
Dünyada esen sosyalizm rüzgârları 1960’lı yılların Türkiyesi’nde de etkisini hissettirmektedir. Bu ideoloji basın ve üniversitelerde de güçlenir. Zemin istedikleri kıvama gelince öğrenci hareketleri de başlar. İşin kötüsü kendi medeniyet ve kültür kökleriyle ilişkisini sakatlamış Türkiye’de materyalist bir akımın karşısına çıkabilecek donanıma sahip geniş bir insan potansiyeli de bulunmamaktadır.
Zaptiye Ahmet bu materyalizm-sosyalizm rüzgârları karşısında bir şeyler yapmaya, insanları bir araya getirmeye çalışan, mukaddesata sahip çıkan bir gençtir. Bu dönemde Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) olarak bir yürüyüş düzenlemeye karar verir. Bez ve boya lazımdır, fakat imkânlar çok kısıtlıdır. Zaptiye Ahmet’in aklına tanıdığı bir manifaturacı gelir. Zaptiye Ahmet ve Mehmed Niyazi beraberce Mahmutpaşa yokuşundaki manifaturacı dükkânına giderler. Mehmed Niyazi o sırada MTTB Genel Kurul Başkanı’dır.
Zaptiye Ahmet, dükkân sahibine kendisini tanıtıp hal hatır sorduktan sonra ziyaret sebeplerini açıklar. Zaptiye Ahmet, üniversitede yıkıcı, anarşik faaliyetlerin gittikçe azdığını, bunlardan rahatsız olan geniş bir kesimin ise bir araya gelemediğini ifade eder. Fakat kendilerinin bu dağınıklığa bir son verip millî-manevî değerlere bağlı gençlerden ortak bir ses çıkmasına çabaladıklarını söyler ve sadede gelir: “Bütün bu hazırlıklarımız tamam, yalnızca bize üzerine fikirlerimizi destekleyen sloganlar yazmamız için biraz kaput bezi lazım. Acaba himmet buyurup birkaç metre bez verebilir misiniz?”
Fakat bu sözlerden sonra manifaturacı, Zaptiye Ahmet’i şaşkına çeviren şu sözleri söyler: “Efendim, ben bu yıl zekâtımı verdim, fakat bu yaptığınız hayırlı bir iştir; kalbim sizinle beraberdir.” Sinirlenen Zaptiye Ahmet “Ne demek kalbim sizinle beraber? Kalbinizi ne yapacağız, ciğerci dükkânı mı açacağız? Bize bez lazım; veriyor musunuz, vermiyor musunuz, onu söyleyiniz!” diyerek dükkândan çıkar.


“Komposto değil hoşaf istedim”
Zaptiye Ahmet Müslüman-Türk dünya görüşünü hayatının her alanına yansıtmaya çalışmış bir insandır. O, bu haliyle tam bir “şuur adamıdır”. Birçok farklı konuda yüksek hassasiyet gösterdiği bilinir. Dilimiz için, kültürümüzün temel ölçüleri ve en incelikli teferruatları için verdiği mücadelede çarpıcı örnekler ortaya koyar. Bunlardan birisi şöyle gelişir:
Zaptiye Ahmet bir lokantaya gider. Yemeği yedikten sonra Zaptiye Ahmet, garsona seslenir:
“Bana bir hoşaf getir.” Garson, Zaptiye Ahmet’i dinledikten sonra mutfak bölümüne seslenir:
“Ver bir komposto!” Zaptiye Ahmet sinirlenir, garsonu yanına çağırır ve sorar:
“Sana ne söyledim?” Garson Zaptiye Ahmet’in neye dikkat çekmek istediğini bir türlü anlayamaz ve
“Komposto istedin” cevabını verir. Zaptiye Ahmet daha da hiddetlenerek:
“Ben komposto istemedim, hoşaf istedim! Şimdi hoşaf ver diye bağır bakalım” der. Garson inat eder, fakat karşısındaki herhangi birisi değil dünya görüşünü iliklerine kadar yaşamak isteyen Zaptiye Ahmet’tir. Çaresiz:
“Hoşaf ver!” diye bağırır.
Ayrıntılara dikkat eden insanlar maalesef bugün olduğu gibi o günlerde de garip karşılanabiliyor. Onların bu hassasiyetlere niçin sahip oldukları üzerinde pek düşünülmüyor. Hâlbuki aidiyetlerini netleştirmiş ve kökleştirmiş insanların kendine haslıkları anlaşılırsa bundan üslubumuza ve tavırlarımıza büyük faydalar temin edebiliriz.



Dostları Zaptiye Ahmet’i anlatıyor
Şakir Yücel (Kardeşi)
Ağabeyim 6-7 yaşlarındayken Yozgat’ta bir tane sinema vardı. Sinemaya Fatih’i ve İstanbul’un fethini anlatan bir film gelmişti. Babam da ağabeyimi alıp sinemaya götürdü. Hepimizin tablosundan bildiği Fatih’in atını denize sürme hadisesi filmde canlandırılırken sinemada bir gürültü kopuyor. Çünkü tam o anda ağabeyim “Yaşa!” diye bağırarak sinema perdesine atlıyor. Hemen ışıkları yakıyorlar, bir bakıyorlar ki ağabeyim hem ağlıyor hem de sinema perdesini tutmaya çalışıyor. İşte ağabeyimde Osmanlı sevgisi o yaşından itibaren filizlenmeye başladı.
“Zaptiye” lakabı gördüğü her yanlışlığa müdahale etmesinden geliyor. Sultanahmet Camisi’nin avlusunda alkollü bir turist rehberini yakasından tutup dışarı çıkarışını hatırlarım mesela. Ağabeyim sert, asabi mizaçlı birisiydi. Fakat bu vaziyeti cemiyetin hâline duyduğu üzüntüdendi. Yoksa o insanlarla çok iyi diyalog kurabilen biriydi. Mesela kaldığımız otelin lobisinde otururken bir şekilde turistlerle konuşmaya başlardı. Medeni cesareti çok yüksek bir insandı. Eski, tarihî bir yerden geçerken bambaşka bir hâle bürünürdü. Mesela beraber sık sık Eyüp’e giderdik. Orada hep mezar taşlarını okurdu, bana anlatırdı. Bu beni çok etkilemiştir. Notlarını da hep Osmanlıca tutardı.

Osman Akkuşak
Ahmet Yücel, Haydarpaşa Lisesi’nde okumuş, oradan mezun olmuştu. Sonradan Edebiyat Fakültesi’ne girmiş çok kaliteli bir arkadaşımızdı. Ben Haydarpaşa Lisesi’nde edebiyat dersleri okuturken o da muallim muavinliği yapıyordu. Zaptiye Ahmet o genç halinde hararetli bir fikir adamıydı. Lisedeki çocukların ağabeyliğini yapıyordu. İnançlı, atak ve cesur bir adam olarak onlara rehberlik ederdi, onları yönlendirirdi. Onları tarihî mekânlara götürürdü. Beş vakit namazını kılardı. Çok güzel el yazısı vardı ve eski Türkçe’yi çok güzel yazardı.
Mahir İz o zamanlar milliyetçi-muhafazakâr gençlerin hizmetkârı gibi çalışan onların her şeyleriyle ilgilenen bir adamdı. Mahir İz uzun yıllar Haydarpaşa Lisesi’nde edebiyat dersleri okutmuştu. Ahmet Yücel, Mahir İz’in yetiştirdiği en kıymetli talebelerinden biriydi. Zaptiye Ahmet, zamanında talebe hareketlerinin içinde olmuştur. Edebiyat Fakültesi’nin dindar gençlerinin hep önünde olmuş, duruşuyla onlara kendine güven aşılamıştır.

Mehmet Niyazi
Benim Haydarpaşa Lisesi’nden arkadaşımdı. Yozgatlıydı, babası küçük bir memur olduğu için öyle fazla harçlık gönderemezdi ama Zaptiye Ahmet kendi harçlığını çıkarırdı. Mesela Namık Kemal’in Yavuz Sultan Selim hakkında yazdığı kitabı Latin harflerine çevirip bastırmıştı. Böyle kültürel çalışmalarla kendi harçlığını çıkarırdı. Eline biraz para geçince Paris ve Londra’da fakirlik içinde yaşayan Osmanlılara para göndermeye çalıştığını da biliyorum.
Hiç bir hareketten, hizmetten geri kalmazdı. Bir ağabeyimiz, bir dergi çıkarıyordu. Gider, ona her zaman yardım ederdi. Hatta o ağabeyimiz para verip, adam tutmasın diye akşamları Zaptiye Ahmet, Ertuğrul Düzdağ, Sıtkı Erdem ve İsmail Hakkı Akın gelirlerdi. O ağabeyimizin dergisini katlayıp, postalarlardı.
Almanya’ya gideceğim zaman, “Kalk, Eyüp Sultan’a sabah namazına gidelim” dedi, gittik. Namazı kıldık, oradan çıktık Eyüp Sultan Hazretleri’nin türbesinde dua ediyoruz. Gezerken bir sakallı amcayla karşılaştık. Sakalı göbeğine kadar iniyordu. Ahmet adama doğru yürüdü, adam Ahmet’e doğru yürüdü. Orada bir kucaklaştılar. O, adamın sakalını öpüyor filan, ben de bir hemşerisi sandım. Ahmet adamın elini öptü, sonra adam gitti. Ahmet’e kim olduğunu sordum. “Tanımıyorum, sakalı hoşuma gitti” dedi.
Ben Almanya’ya gittikten sonra oralarda yalnız kalmayayım diye buradaki gazetelerde ve dergilerde beğendiği güzel makaleleri keser bana postayla gönderirdi. Ayda bir kere özellikle Necip Fazıl Bey’in makalelerini gönderirdi. Beni uğurlarken dedi ki:
“Bak Almanya’ya gidiyorsun, sakın oradan buraya gelirken değişme.”
Bu örnekleri çok gördüğü için rahmetli devamlı bana “Mühim olan, düşünce hayatında bir kırıklık meydana gelmesin” diye ikazlarda bulunurdu.

Ziyaret -> Toplam : 125,25 M - Bugn : 9405

ulkucudunya@ulkucudunya.com