BAKİ YEŞİLOĞLU/ M. Metin Kaplan
01 Ocak 1970
Sizler Baki Yeşiloğlu’nu tanımazsınız, tanıyanların çoğu da kusura bakmasınlar ama artık unutmuşlardır. Kimseye bir şey demeye hakkımız yok, ne yazık ki “hafıza-i beşer, nisyân ile malûldür”. Ancak hiç olmazsa şehitlerimizi unutmamak lâzımdır; çünkü “unutmak tükenmektir!”
Eskiden, ta fi tarihinde “Ülkücü Hareket, kendisine yapılan iyilikleri/hizmetleri de kötülükleri de asla ve kata unutmaz, çünkü Ülkücü Hareket’in güçlü bir hafızası vardır” derdik ve bununla övünürdük... Ne güzel günlerdi o günler… Sevgi vardı, saygı vardı, fedakârlık vardı, feragat vardı… Birlik, beraberlik, bütünlük vardı… Güçlüydük, kuvvetliydik… Bırakın Türkiye’yi, Dünya’ya nizam vermek iddiamız/idealimiz vardı… Çünkü şiarımız; “Bir olalım, diri olalım, iri olalım” idi!”
Şimdi artık, birbirimizi sevmiyoruz, birbirimize saygı duymuyoruz, birbirimiz için fedakârlık yapmıyoruz ama bol bol Türk Milleti’ni sevmekten, Türk Milleti için fedakârlık yapmaktan bahsediyoruz… Birbirlerini sevmeyenler, Türk Milleti’ni nasıl severler? Türk Milleti’ni sevmeyenler milliyetçi olabilirler mi? Milliyetçilik, Türk Milleti’ni sevmekle başlamaz mı? Birbirleri için fedakârlık yapmayanlar, Türk Milleti için nasıl fedakârlık yapabilirler? Ülkücülük, Türk Milleti için kendini feda etmek değil midir? Biz nasıl milliyetçiyiz, nasıl ülkücüyüz, Allah aşkına?
Baki Yeşiloğlu tam bir ülkücüydü! Ben, eğer bir şey ifade edecekse, Ulu ve Yüce Allah’ın huzurunda buna şahitlik etmeye hazırım… O, tek tek hepimizi de Türk Milleti’ni de severdi, tek tek hepimiz için de Türk Milleti için de her türlü fedakârlığı yapardı… O, bunu canı pahasına ispatlamıştı.
Biz; Efendi Barutçu ile ben, Bursa Cezaevi’nde yatarken, O tutuklandı… Yanımıza verdiler, aynı koğuşta kalmaya başladık… Müthiş bir iftiraya uğramıştı… Hiç suçu ve günahı olmadığı halde Türk Metal Sendikası Bursa Şubesi Başkanı olduğu ve sırf başka türlü ekarte edemedikleri için komünist sendikacıların iftirasına uğramış ve tutuklanmıştı… Ancak bir gün bile of demedi ve sabretti… Gerçekte olayda silâhı kimin kullandığını bildiği halde, bunu söyleyerek tahliye olmayı bir an bile düşünmedi ve sabretti… Ülküsü ve ülküdaşı için fedakârlıkların en büyüğünü yaptı; önce hürriyetinden sonra da canından vazgeçti ve sabretti… İnşallah, sabrının karşılığını almıştır yahut vakti gelince alacaktır.
Uzun boylu, kara yağız, Yamtar gibi Yozgat’lı bir Türkmen delikanlısıydı… Boy boy sıralanmış dört kız çocuğu ile eşini dışarıda bırakmıştı… Zaman zaman Yozgat’ın meşhur türküsü Sürmeliyi, öyle güzel ve içli söylerdi ki o zamanlar taş gibi bir kalbe sahip olan beni bile hüzünlendirirdi… Şimdi bile radyoda “sürmeli”ye rastladığımda, gözlerim ister istemez nemlenir… Ben, tam bir kazmayım o yüzden, türkü mürkü bilmem ama Yozgat Sürmelisi’nin bir kıtasını hiç unutmam, duydukça da Baki Yeşiloğlu’na bir Fatiha gönderirim. “Dersini almış da ediyor ezber / Sürmeli gözlerin sürmeyi neyler / Bu dert beni iflah etmez del eyler / Benim dert çekmeye dermanım mı var” Velhasıl, Baki Yeşiloğlu adam gibi bir adam ve ülkücü gibi bir ülkücüydü!
Bazen -nedendir hiç bilemedim, belki benim de uzun boylu olmamdan ötürü- bana takılırdı; “Gel! Bir voltaya çıkalım da âlem babayiğit görsün” derdi, birlikte voltaya çıkardık… Hiç konuşmaz, öylece hızlı hızlı bir ileri bir geri yoruluncaya kadar yürürdük… Şimdi gözlerimin önüne geliyor da ne kadar haklı olduğunu anlıyorum… Gerçekten de biz; Baki Yeşiloğlu ile ben, voltaya çıktığımız zaman, Tutuklu Bölümü’nün bahçesi sanki biraz ıssızlaşır, tutuklular sanki bize yer açarlardı… Hey gidi günler!
Mahkemesi yaklaşınca iyi bir avukat bulmak iktiza etti. Aramaya başladık; çok zaman geçti, kimin dediğini şimdi hatırlayamıyorum, biri dedi ki “Bu işi, bitirse bitirse Faruk Erem bitirir”. Faruk Erem, ceza profesörü aynı zamanda da Türkiye Barolar Birliği Başkanıydı… Hâkimlerin ve Savcıların çoğunun da fakülteden hocasıydı. Aklımız yattı… Uzatmayayım… Faruk Erem’e bir şekilde ulaştık… “Önce dosyayı gönderin, bir bakayım sonra konuşuruz” dedi, dosyayı gönderdik… Bir gün baktık, Bursa’ya gelmiş… Baki Ağabeyi avukat görüşmesi için İdare’ye çağırdılar… Bana, birlikte gidelim dedi, gittik.
Faruk Erem, “Karışık bir dava, işimiz çok zor ama dört yüz bin lira verirseniz halledebiliriz” dedi… Düşündük, taşındık ve kabul ettik… Türk Metal Sendikası Genel Merkezi bu parayı verir, sanmıştık… Bugün, yarın diyerek oyaladılar ve fakat sonunda vermediler… Faruk Erem tutulamadı…
Dava devam ederken biz Eskişehir Cezaevi’ne sürüldük… Gerisi nasıl oldu, doğrusu ben de tam olarak bilemiyorum… Çok zaman geçmedi, bizden sonra Baki Ağabey’i de Balıkesir Cezaevi’ne sürdürdüler… Eski arkadaşı ve yeni düşmanı Fehmi Işıklar peşini bırakmamış ve Adalet Bakanı Mehmet Can görevini yapmıştı! Balıkesir’e öldürülmeye gönderildiğini nereden bilebilirdik ki?
Bir gün acı haber geldi! Baki Yeşiloğlu, hapishane tabiriyle tezgâha düşürülerek şehit edilmişti… O gün ben, hüngür hüngür ağladım dersem inanın… Oysa aynı ben, annem ve babam öldüklerinde ağlayamamıştım… Türk Metal Sendikası Genel Merkezi, Baki Yeşiloğlu’na neden ve niçin sahip çıkmamıştı? Dört yüz bin lira bizim için büyük paraydı ama Sendika için çerez parası sayılırdı, bunu neden ve niçin vermemişlerdi? Baki Yeşiloğlu’nu gerçekten de kendilerine rakip gördükleri için mi vermekten imtina etmişlerdi? Bu sualler hep zihnimi kurcalar durur… Doğrusunu sadece Allah bilir! Ancak böyleyse, bunun hesabını Mahşer’de nasıl verecekler?
Baki Ağabey’in cenazesi Kırıkkale’ye gönderilirken doğal olarak Eskişehir’den geçti… Cezaevi kapısında durdular, biz; Efendi Barutçu ve ben dışarı çıktık ve tabutunu gördük… Dualarla uğurladık, bunu, Allah bize nasip etti… Mekânı cennet olsun!
Şehitlerimizle gazilerimizi unutmayalım! Hiç olmazsa bir Fatiha ile hep analım ki unutup tükenmiş olmayalım!
El Fatiha!