« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

29 Tem

2009

AHMED BİN HANBEL: HAYATI VE ÇAĞI

01 Ocak 1970

Doğumu:


İmam Ahmed {Allah O´ndan razı olsun) meşhur ve maruf kavle göre 164 hicri yılının Rebiulevvel ayında dünyaya geldi. Oğlu Salih böyle nakleder. Oğlu Abdullah da şunu anlatır: «Babam şöyle derken işittim: Ben, 164 yılında Rebiulevvel ayında doğdum.» Râviler O´nun doğum zamanında ihtilâf etmediler. Halbuki Ebû Hanife ve Malik´in (Allah ikisinden de razı olsun) doğum zamanlan ihtilaflıdır. Çünkü Ahmed doğum zamanını kendisi söylemiştir. Doğum tarihini bilmekte­dir. İşi ravilerin zan ve tahminine, tarihçilerin sürtüşmesine bırakmadı. Kendi kesin olarak bildirdi ve bu şek ve zanlara engel oldu.

Doğum tarihi zan ve şüpheye meydan bırakmayacak bir surette kesin olarak bilindiği gibi ölüm tarihi de kesin olarak bilinmektedir. Bütün haberler O´nun 241 yılı Rebiulevvel ayının 12´sinde geceleyin vefat ettiğinde, birleşirler. Cenaze namazı Cuma günü kılındı. Halk Cuma namazını kıldıktan sonra cenazesi çıkarıldı. Ölüm tarihinin kesin olarak bilinmesinde bir garabet yoktur. Çünkü O´nun vefatı, Bağdat tarihinde görülecek bir gündü. Bütün İslâm ülkeleri O´nun yâdile çal­kandı. Cenazesine teşyi´ edenler o kadar çoktu ki, bunların sayısı 800000´den az değildi. Çünkü öldüğü zamanlar şöhreti Irak ufuklarını aşmış, bütün İslâm ülkelerine taşmıştı. O´nun ölümü bütün cemaatların duyduğu büyük bir olaydır, bütün gönüller O´nu duydu, bütün diller O´nu haber verdi.


Nesebi: Soyu.


Ahmed, Bağdad´da dünyaya, geldi. Anası O´na gebe olarak Merv´den Bağdad´a geldi, babası orada yaşardı. Ahmed´in Merv´de . doğduğunu söyleyenler varsa da doğrusu Bağdad´da doğmuş olması­dır, ancak anası Merv´de hâmile kalmış, o karnında iken Bağdad´a gelmiştir. Kendisinden böyle nakil olunmuştur, bunda çekiştirecek bir-şey yoktur. Nesebi Arap´tır. O hem baba, hem ana tarafından Şeybânî kabilesindendir. Babası Şeybâni olduğu gibi anası da Şeybânidir. Arap olmayan bir ırktan, Mevâliden değildir, temiz Arap´tır.

Şeybân: Adnan kabilesindendir. Bu soy, Nizâr b. Ma´d b. Ad­nan´da Hz. Peygamberin nesebiyle birleşir. Bu kabile, Kureyş´in him­met ve gayret, hamiyet ve cesaret sahibi bir kabilesidir. Hz. Ebû Bekir devrinde (Allah ondan razı olsun) İrak´a hücum eden İslâm ordusu kumandanı olan Müsennâ b. Haris bu kabiledendir. Hz. Peygam­berin birinci halifesi olan Ebû Bekir´in hizmetinde bulunup en güzel fütuhatı yapan bir ordunun kumandasını o ele almıştır. O´nun bu fütu­hattaki güzel hizmetlerine Hz. Ebû Bekir şehâdet etmekte, O´nu öv­mektedir. Şeybân kabilesi: gerek cahiliyet çağında, gerek İslâm dev­rinde himmet ve gayretiyle, sabır ve sebatiyle, azim ve cesaretiyle meşhurdur. Araplar arasında şöyle denirdi: «Eğer Rabia kabilesi içinde isen: Şeybânın çokluğunu an, Şeybân ile övün, Şeybân ile harbe çık.»[1] Şeybân gerek cahiliyet ve gerek İslâm devrinde, en kalabalık, en kuvvetli ve en itibarlı olan kabiledir.

Şeybân kabilesinin meskenleri Basra ve civarında çöldeydiler. Cahiliyet çağında Irak´a yakın otururlardı. Hz. Ömer (Allah ondan razı olsun) Araplar oraya yerleşsin ve çöl havasından da mahrum kalmasın­lar diye çöle hâkim olan Basra´yı kurunca, Şeybân kabilesi bu çöl kasabasına geldiler ve orada sakin oldular, bir yandan da çöle yerleşti­ler.

İmam Ahmed´in ailesi, anasının ailesi bu şehre ve çöle iniyorlardı.Çünkü anasının atası Abdulmelik b. Sevâde b.Hind, Şeybân eşrafından olup Arap kabileleri oraya konuk olurlar, o da onları ağırlar, ikramda bulunurdu. O´nun ailesinin aslı Basra´dan olup Basralı diye anılırlardı.[2] Ahmed Basra´ya geldiği zaman Mazin Mescidinde namaz kılardı, bunlar Şeybân oğuîlanndandır. Kendisine bu söylenince: O babaları­mın mescididir, demişti.


Ataları İdare İşlerine Karışırdı, O, Bundan Hoşlanmazdı.


İmam Ahmed´in ailesi, Şeybân kabilesindendi. Asıl sakin olduk­ları yer de Basra idi. Şimdi kısaca babalarını, dedelerini anlatalım: Ba­bası Muhammed b. Hanbel´dir. Dedesi Hanbel b. Hilâl´dir. Naklettiğimiz gibi aile Basra´da oturmaktadır, sözün gelişinden bu anlaşıldı. Fakat Ahmed´in ailesinin burada oturması uzun sürmedi. Çünkü dedesi Hora­san´a gitti. Emeviler devrinde Serhas´a Vali tayin olundu. Ufuklarda Abbasiler daveti belirince, onların propagandacılarına yardım etti, onla­rın saflarına katıldı. Hattâ bu uğurda ezâye bile uğradı. Hatib Bağdadi bu konuda şöyle demektedir: «Dedesi Hanbel Hilâl, Serhas Valisidir, Abbasiler için çalışanlardandır. İbn-i Mübarek´in arkadaşı İshak b. Yunus şöyle derken işittim: Hanbel İbn-i Hilal,´ İshak b. İsa Sa´dî, Müseyyeb b. Züheyr Dabbî, askerler arasına kargaşalık soktukları için döğüldüler.»[3]

Babası Muhammed Asker´di. İbn-i Cevzi, Asmai´den naklen O´nun kumandan olduğunu söyler. Ebû Bekir A´yen´den şunu anlatır: Asmaî şöyle derken işittim: «Ebû Abdullah Ahmed b. Hanbel, Zühel kabilesindendir, babası kumandan idi.»[4] Zühel dedesi, Şeybân Züh-li´dir. İbn-i Cezerl: Babası Gazi kıyafetinde idi.» diyor.[5]

ibn-i Cevzi´nih menâkıbında geçtiği üzere, ister kumandan olsun, İbn-i Cezerî´nin dediği gibi- ister gazi kıyafetinde bulunsun, babası askerdir. O çağda Araplar zaten böyle idi. Çiftçi veya san´atçı olmazlar­dı. Ülkenin bekçisi ve gazi olurlardı. Dedesi valilik mertebesine yüksel­mişti, Serhas valisi olmuştu. Ve orada Abbasiler için propaganda yapı­yordu, bu yüzden ezaya bile uğradı.

Öyle anlaşılıyor ki, ailesi Bağdad´a geldikten sonra Abbasilerin hilâfeti için çalışıyordu ve onlarla teması kesmedi. Fakat Abbasiler devrinde valilik yapmadı. Rivayet olunduğuna göre Halife Bağdad´da bulunmadığı zaman, Bağdad´ın ahvalini bilsinler diye, Ahmed´in amcası, bazı valilere malûmat gönderirdi. Ahmed ise, daha çocukluğundan itibaren bu hususta ona katılmaktan sakınırdı. Şu hikâye söylenir; Vali­lerden birisi şöyte demiş: Bağdad´dan haber alamadım, Ahmed İbn-i Hanbel´in amcasına sordum: Bugün bize haber ulaşmadı, dedim. Hal­buki ben onları Halifeye iletmek isterdim. O da: Kardeşin oğlu Ahmet´le gönderdim, dedi. Sonra Ahmed´i çağırdı, o zaman daha çocuktu. O´na: Seninle haberleri göndermedim mi? diye sordu. O da: Evet, gönderdin deyince: Neden onları ulaştırmadın? dedi. O da, ben onlardan çekiniyo-rum, onları suya attım, cevabını verdi. Bunun üzerine Vali hayıflanarak: Bu bir çocukken çekiniyor, biz ne yapmalıyız? demeğe başladı,[6]

Su hikâye gösteriyor ki, İmam Ahmed´in ailesinin Halifelerle, Vali­lerle alakası kesilmemişti, ancak Ahmet bunu iyi bulmuyordu. Çocuklu­ğundan itibaren takvasından, şüpheli şeylerden uzak kalmak İsteme­sinden dolayı bundan hoşlanmıyordu.


Şerefli Bir Ailenin, Şerefli Çocuğu.


Bu masum ve muttaki çocuk Ahmed, işte bu iki şerefli Arap ana, babadan doğdu. Anasının babası Şeybân oğullarından, son derece cömert ve şerefli bir kişi, hanesinin kapısını Araplara açmış, kabileler O´na misafir geliyorlar, onları konukluyor, ikramda bulunuyor. Dedesi Devlet idaresinde önemli görevlerde bulunmuş, Valilik yapıyor, Abbasi­ler hak davasına kalkışıp çalışmaya başlayınca, haklı gördüğü bu dâ­vaya o da katılıyor, onları destekliyor. Bu yardımı yüzünden ezâ ve cefâda görüyor. Fakat o bunlara şerefle sabır ediyor. Babası ise, asker, yurdu koruyor, İslâm diyarını müdafaa ediyor. Ölünceye kadar üzerin­den asker elbisesini çıkarmıyor.

İmam Ahmed, işte bu iki şerefli ailenin çocuğu, damarlarında bu asil kan dolaşmakta. Ailesinden böyle izzeti nefs duygusu, azim ve irade kuvveti, sabır ve sebat, zorluklara katlanma, kuvvetli bir iman aldı. Bu güzel hasletler, o büyüyüp serpildikçe, onlar da gelişti. Olaylar içinde o çalkanıp piştikçe bu seciyeler daha çok meydana çıkıp kuvvet­lendi. Fitne ve fesat ateşlen O´nu sardıkça o daha çok olgunlaştı.



Babasını Kaybedince O´nu Anası Yetiştirdi.


Allah Teâlâ. O´na öyle imkânlar hazırladı ki. ailesinden gecen bu güzel hasletler gelişti, seciyesi kuvvetlendi. Onun içinde yaşadığı ruhi hayat, teneffüs ettiği mânevi hava O´nu günden güne olgunlaştırdı. Geçirdiği tecrübeler O´nu daha cilaladı, çevrenin tesiri ile kişiyi saran şeyleri, zaman siler. Fikir ve ruh sükûne ka^-ur, huzur bulur. Hayat dalga dalgadır.

Ahmed de öyle oldu. Tam büyüyüp dünya aydınlığını görmeğe başlamıştı, birdenbire kondmı bu hayatta yalnız buldu. Babasını kaybet­ti, anasına kaldı. O daha küçük hır´.ocukken babası öldü. O babasını ve dedesini görmediğini söyler. Bilinen bırsey varsa, o da babasının o doğduktan sonra öldüğüdür. Böylece O henüz hirbır sey hatırlamayan bir küçükken babası ölmüş demektir. Çünkı babasını ve dedesini gör­mediğim kendi söylüyor. Babasının 30 yaslarında gene yasta öldüğü söylendiğine göre bu doğru demektir. Babası ölünce O´nun terbiyesiyesiyle ailesinin hayatta olan diğer fertleriyle birlikte anası meşgul oldu, Ona o baktı. Babası O´nu başkasına yük bırakmadı, babadan miras olarak Bağdad´da oturdukları ev ile kiraya verdikleri bir ev kaldı. Azda olsa oradan kıra alıyor, kıt kanaat onunla geçmiyordu. Vakıa bolluk ininde safalı bir hayat yüzü görmedi, fakat insanların elindekine bakıp muhtaç olmak durumuna da düşmedi. Aldığı kıra ile geçinip yaşadı.


O´nu Yükselten 5 Haslet.


İmam Ahmed, İsle böyle soylu b;r ailenin çocuğudur. O daha beşikte bir çocukken öksüz kaldı. Fakat onu yalnız bırakmayıp yüksel­tecek hasletleri vardı. O´nda bes güzel seciye ve haslet toplanmıştı ki, bunlar bir insanda bulununca onu kemâle götürür. Ruh yüceliği kazan­dırır, küçük şeylerden uzaklaştırıp büyük şeylere yükseltir. Onlar da şunlardır: 1- Haseb ve neseb şerefi, soylu bir aile. 2- Daha küçük yasta yetim kalmak, bu da insana kendine güvenme ve tedbirli davranma kazandırır. 3- Başkasına muhtaç olmayacak derecede fakirlik. Elaleme el açmayacak kadar yoksulluk hır nevi derstir. Servet insanı andırabilir. Zevk Safaya sürükler. Yerde sürünecek kadar yoksulluk insanı zelil eder. fakat orta hallilik bir nimettir, 4- Bunlara birde Allah Teâlâ´nın nasıb ve´ihsan ettiği takva sayesinde kazanılan kanaat ve fikir yüceliği eklenirse ne büyük nimet, 5- Bu dört haslet ve meziyet keskin bir akıl, parlak bir fıkır ile kaynaşıp beslenince, bu ne büyük devlettir, ne büyük bahtiyarlıktır.

Bu hususta O, üstadı Şafii´ye benzer: Yüksek bir neseb, öksüz­lük, başkasına muhtaç olmayacak derecede az servet, yüksek himmet ve izzeti nefs, keskin bir akıl; talebesi ile üstadın yetişmeleri ne garip tesadüf ki, birbirine öyle benziyor ki, ikisinin de hali, zikrettiğimiz gibi, ikisini de anaları yetiştiriyor, onları yükselmeye sevk ediyor, büyüklüğe hazırlıyor, kabiliyetlerine göre yetiştirip büyütüyorlar, onların sönüp git­mesine mani oluyorlar.


Yoksulluk İçinde Yetişmenin de Sağladığı Şeyler Var.


Yukarıda dediğimiz gibi. bu ahval ve şeraitin imam Şafii´nin kabili­yetleri ve terbiyesi üzerinde tesiri büyük olmuştur. Yerinde işaret ettiği­miz gibi, yüksek soydan olan bınnm fakır ve zaruret içinde yetişmesi, yoksulluk içinde büyümesi O´nun dürüst ahlaklı, şerefli bir meslek sahibi olmasını sağlar, şımarık olmasını önler, ancak bazı engeller çıkar, şaşmalar olabilir, bu şaz bir haldır. Koklu bir soydan, şerefli bir aileden olmak, o genci daha sat ı iyice bitmeden, tırnaklan sertleşme­den yüksek işlere yöneltir. Aşağılık işlerden, alçak davranışlardan çeker kurtarır. Fakır olması onu zillete duşijrmez. Selalet içinde alcal-maz: düşkünlüğe gönlü razı olmaz, himmet ve celâdei ile şan ve şerefe koşar. Yoksulluk hissetinden kurtulmaya, yükselmeye çalışır. Sonra onun bu asalet duyguları ıunde. böyle yüce emeller peşinde koşarak fakirlik ıcınde yetişmesi O´nu insanların haline vaki! kılar. İnsanlık. şefkat ve merhameti canlanır, insanların arasına karışır, onların içle­rinde gizlediklerini, toplumun düşüncelerin; bilir. Onların duyduklarını duyar, toplum içinde haşır neşir olur. Toplumla ılğıh bir iş görecek kimseye bunlar gerekli hallerdir. Topluma karışıp onların muamelelerini tanımak, onların düzenim sağlamak, aralarındaki alâkalan sağlamlaş­tırmak bunlar bilinmesi zorunlu şeylerdir. Toplumun hayatını işleyen bir fıkıh âliminin, topluma dinin hükümlerim tanıtacak ve onlara ait nizamlar kuracak bir kimseye, ölçüyü tam belirlemek için bunlar gereklidir. dinin hükümlerini tanıtacak ve onlara ait nizamlar kuracak bir kimseye, ölçüyü tam belirlemek için bunlar gereklidir.

Rivayet olunduğuna göre Ebû Hanife´nin talebesi Muhammed b. Hasan elbise boyacılarına gider, onlara yaptıkları işleri sorar, arala­rında cari olan örf ve muameleleri öğrenirdi. Bunu, insanların muamele­leri ile ilgili hükümler verirken onların aralarında geçen örf ve âdetleri bileyim de herhangi bir şer´i asla aykırı olmamak şartiyle, onları dikkate alayım diye yapardı. Köklü bir soydan olup da fakirlik içinde yetişen genç de toplum arasına kanşır, toplumu tanır, toplumdan kendini yük­seğe çekip de onlardan uzaklaşmaz. Toplumun sakat yanlarını da tanıdığından ıbtizale düşmez. Soyunun yüceliği, nesebinin şerefi var, onu korur, fakirliğin de iyi yanları var, onu takdir eder.[7]


Köklü Soyun ve Kanaatin Fazileti.


Köklü soyunun ve zillete düşürmeyen orta halli fakirliğin onda etkisi daima görülmüştür. Dünya O´nun önüne serilip teslim olduğu zaman O, ondan uzak durdu, onu bacaklarının dibinden kaldırıp attı, nezih bir kalb, muttaki bir ruh ile onlardan kendini çekti. Halife Müte­vekkil O´na kese kese altın döktü, yük yük mal yolladı. O bunları şerefli bir tevazuile reddeder, kabul etmezdi. Gönlü huzur içinde, kalbi rahattı, insanların duygularını, içinde duyardı, bunlar da saçı bitmedik yetim hakkı vir, derdi. Bazı insanların düştüğü ibtizale düşmedi, kendi yüksek soyu ile onlara üstünlükte taslamadı. Arap soyluluğu ile öğündüğü asla görülmüş değildir. O´nun biografisini tercümei halini yazanlar şöyle derler: «İmam Ahmed´in meclisinde olduğu gibi (Allah Ondan razı olsun) başka hiç bir mecliste fakirin aziz görüldüğü olmamıştır.» Bu değerli hasletler o şerefli aile kaynağından fışkırmış olup o da köklü bir neseb ile kanaatkar bir fakirliğin kaynaşmasından çıkmıştır. Böylece ruh yüksekliği ile takva fazileti birleşmiş, kâmil bir insan olmuştur.


Yetişmesi Ve Terbiyesi.


İmam Ahmed (Allah ondan razı olsun) Bağdad´da yetişti. İlk terbiyesini orada aldı. O çağda, Bağdad, Abbasilerin başkenti olup çeşid meşrebde, muhtelif maksat ve arzudaki insanlarla çalkanır, dolup taşardı. Her türlü ilim ve maarif, fenler orada parlıyordu. Kurra orada, Hadis ve fıkıh âlimleri, mutasavvıflar orada, dil âlimleri, hukemâ ve filezoflar hepsi orada. İslâm âleminin her bakımdan merkezi idi. Bütün dünyada devlet merkezlerinde, başkentlerde olduğu gibi orada da türlü meslekler, bir çok yollar, birbirine uymaz meşrebler, aykırı temayüller ve her türlü ilim ve fenler vardı. Ahmed b. Hanbel´in ailesi, kendile­rine en münasip olarak, Ahmed´in daha küçüklüğünde O´nun din adamı olmasını seçtiler. Çünkü O´na en uygun olan buydu. O da bu ilmin üstüne düştü, kendini din ilmine verdi. Buna hazırlayıcı olan ilimleri öğrenmeğe başladı: Lügat, Hadis, Kur´an, sahabe ve tabiinden nakil ve rivayet olunanlar, Hazret-i Peygamber Aleyhisselâmın ahvali ve slreti, O´nun sohbetinde uzun süre bulunmuş olan yakın Ashabı Kiramın hayat­ları, din fıkhı ve yekin ilmi ve özü ... Bu yolda terbiye olup yetişmesi, O´nun ruhî temayülüne, gönül arzusuna da uygun düştü. Bu işe canla başla sarıldı. O zaten bunu arıyordu, himmet bu gayeye O´nu koşturdu. Daha küçük çocukken ailesi O´na Kur´an-ı Kerim´i ezberletti. Mükem­mel bir hafız oldu. Emanet ve takvası ile birlikte zekâsı da parladı. Çocuklar arasında o, takva sahibi bir çocuk olmuştu, daha sonraları da gençler arasında en takva sahibi bir genç oldu. Sonraları da yetişkinler arasında en kâmil insan oldu ve İslâm´da en büyük imtihana o uğradı (Halk-ı Kur´an mes´elesinde neler çekti) inancı uğrunda her türtü güçlüğe katlandı, binbir meşakkat çekti. Bilmediği bir şeye karışmamak için her zahmete göğüs gerdi.

Kur´an-ı Kerim´i ezberleyip hıfzını tamamladıktan, Lügat ilmini öğ­rendikten sonra hükümette vazife alarak Divan Kalem´ine devama başladı, böylece yazmakta ilerlemek ve yazı usulünü öğrenmek istiyor­du. Bu hususta kendisi şöyle demektedir: «Küçük bir çocukken kâtiple­rin yanına girdim, sonra divana gitmeğe başladım, o zaman 14 yaşımda idim.»

O, daha küçükken, kendisini tanıyan kadın ve erkek herkesin güvenini kazanmıştı. Bu konuda şunu anlatırlar: Halife Harun Reşid ordusu ile Rakka´da bulunduğu sırada oradaki askerler, evlerindeki karılarına mektup yazarlardı. Ahmed´i tanıyan kadınlar, ondan başka kendilerine bu mektupları okuyacak güvenilir adam bulamazlar, mek­tuplarını O´na götürüp okuturlardı. Mektupların cevaplarını da Ahrned´e yazdırırlar, başkasına itimad edemezlerdi. Ahmed´de dikkat eder, hoşa gitmeyecek birşey yazmazdı.

O´nun necib soyu ve doğruluğu akranları ve onların babalarının gözünden kaçmayan bir şeydi. Akranları arasında seçkin yeri vardı. Babalar oğullarına O´nu arkadaş ve Örnek seçerlerdi. Hattâ babalardan biri, bir defa şöyle demişti: «Ben oğlumun yetişmesi için neler sarf ediyo­rum, onu terbiye etsin diye terbiyeci hocalar getiriyorum, fakat bakıyo­rum, birşey yapamıyorlar. Halbuki şu Ahmed b. Hanbel, yetim bir çocuk, bakın haline, ne mükemmel çocuk!.. Terbiyesi ve ahlâkı ne güzeli..»[8]


Genç Yaşta Olgunlaşan İnsan.


Küçük çocuk, büyük olan babasının özüdür, nasıl ki bir ağacın küçük çekirdeği o koca ağacın bir özüdür. Yetim bir çocuk olan Ahmed b. Muhammed b, Hanbel de böyledir. O, öyle olgun bir genç ki, bakıyoruz kadınlara mektup yazarken, yazılmasını uygun bulmadığı şeyleri yazmıyor, amcasının yazdığı mektubu, salâhıhâle muvafık gör­mediğinden yollamaktan çekiniyor. Onda Allah rızası işte böyle halis ve samimi bîr halde, Bunda Valinin de, Halifenin de ilgisini düşündüğün­den hamiyet icabı böyle yapıyor. İşte bu küçük oğlan, daha gençliğinde bu büyük imam Ahmed´in seciyelerini taşımaktadır, bir çekirdeğin içinde koca bir ağaç toplandığı gibi...

Bu genç çocuk, akranları arasında takvâsiyle, işine dikkatli olmak­la, sabır ve sebatla, cefaya katlanmaklatanındı. O´nda gençliğin halleri, şımarıklık, çocukluk, yaramazlığı yoktu. Yaşı her ne kadar çocuk yaşı ise de kendisi olgun bir adam gibiydi, bu belki de daha küçük yaşta kendisine itimad etmesinin neticesiydi, onda fikir istiklâli vardı. Bu vasıf­ları, zamanındaki âlimlerin dikkatini çekmiş, o yaşta onunla görüşenle­rin gözünden bunlar kaçmamış, Heysem b. Cemil O´nun için şöyle demiştir: «Eğer bu genç sağ olursa zamanının halkının imamı, rehberi olur.»[9]

Aşikâre görülmektedir ki, bu sezgi gerçekleşti: O genç yaşadı, büyük bir adam oldu, 77 yaşına erişti. Zamanı halkının nuru oldu, onların kalbine doldu: ilmiyle, ahlakıyla, takvâstyla, sabnyla, herşeye tahammülü ile, inancı uğrunda her ezayı hiçe sayarak mertçe kanaa-tinda sebatiyle insanlara örnek oldu, ışık oldu.



Fıkıh ve Hadis İlimleri, Dıraye ve Rıvaye Yollarından Hangisini Seçmeli?


Küçük Ahmed boy atıp büyüdü. Kendini ilme verdi. Ailesi O´nu bu yola sevketmişti. Ve bu O´nun özei temayülüne, içindeki arzulara uygun düştü, istekleri ile yöneltildiği cihet kaynaşıp birleşti. O zaman Bağdad bir İslâm kültür merkezi olup orada din âlimleri, lügat ve edebiyat, matematik, felsefe, tasavvuf gibi her nevi ilim ve fenler vardı. Bu ilim ağaçlarının dallan yüklü olup meyvelerini almak kolaydı. Ahmed de, bu meyvelerden mutlaka toplamalıydı. Şüphesiz ki bunların içinde, daha küçüklüğünden beri O´na en uygun dost ve en tatlı gelen din ilimleriydi. Buna hazırlık olarak lügat ve edşbiyat öğrendi, çünkü bunlar, din ilimlerine götüren bir yoldur. O çağda durum böyleydi ve haddiza­tında makul olan da budur.

Önünde din ilimlerinden birini seçmek yolu vardı. Ya fukahanın yolunu tutup fıkıh ilmini seçmeli veyahut da Hadis yolunu seçip bir hadis âlimi ve hadis ezberlemiş bir Hafız olmalı. O zaman Hadis yolu ve fıkıh yolu artık birbirinden ayrılmağa başlamıştı. Fıkıh ilmi, Hadis İlmi, Diraye ve Rivaye tankları belirlenmişti. Fıkıh ilmi fetvalarla, mes´eleleri hükme bağlamakla meşguldü. Hadis ilmi: Ravilerin derecesini belirtip rivayet­leri inceleyerek fukahaya malzeme hazırlamaktaydı. Eczacılar nasıl doktorlara ilâçları hazırlarsa, bunlar da fukahaya delil topluyorlardı. Bunu vaktiyle Hadis âlimi olan A´meş.fakih olan Ebû Hanefi´ye böyle söylemişti. Irak´ta bu iki tutum da vardı. Ahmed, acaba hangisine yö­nelseydi, yayını-kavsini hangi hedefe çevirseydi. Her iki kaynak ta taze berrak, safi ve tatlı.

Bağdad´da Irak fıkhı: Diraye İlmi vardı, onu Ebû Yusuf, Mu-hammed b. Hasan, Hasan İbn-i Zeyyâd ve başkaları toplayıp yazmışlardı. Bağdad da Rivâye yani Hadis ilmi de gelişmişti, Hadis âlimleri ve hadis hafızları vardı.


Önce Hadis İlmini mi, Yoksa Re´y Fıkhını mı Öğrendi?


Ahmed İbn-i Hanbel, hayatının ilk zamanlarında hadis ilmini seçti, Hadis âlimlerinin yolunu tuttu, onların mesleğine yöneldi. Öyle anlaşılıyor ki, O Hadis ilmine yönelmezden önce, re´y ile hadis arasını birleştiren fukahanın yoluna girdi. İlk defa imam Ebû Hanife´nin talebesi, o zaman Bağdad Kadısı olan İmam Ebû Yusuf ile görüştü, O´ndan ders aldı. Fakat sonradan, kendilerini sırf hadise vermiş olan âlimlere döndü. Kendisi şöyle demektedir: «Kendisinden ilk hadîs yazdığım kimse Ebû Yusuf´tur.»[10]

Fakat ondan ders almağa devam etmedi. Yukarıda dediğimiz gibi: Hadis âlimlerine döndü. Biz O´nun Hadise döndüğünü ikrar etmekle beraber, İrak fukahasının fikir mahsulü olan fetviaar, hükümler ve mes´elelere muttali olmayı büsbütün bırakıp kesinlikle dırâye fıkhından ayrıldığını söyleyemeyiz. Bunları görmüş ve okumuştur. Ancak bütün himmet ve gayreti bunlara doğru olmamıştır; onları büsbütün ihmal etmişte değildir. Zira bunlara muttali olmanın din ilminde meyvesi ve yeri vardır. Hafız Zehebî Tarihinde şunu nakleder: «Hallal demiştir ki, İmam Ahmed, bazı re´y kitapları yazmış ve onları ezber­lemişti, sonra onlara bakmadı.»

Bu haberi biz reddedecek değiliz, onu kabul ederiz. Çünkü önünde bunca ilmî neticeler ve malzeme olsun da, onları bilmesin, bu düşünü­lemez. Onlara muttali olmadan, onları reddetmesi makul olamaz. Biz bu sözü kabul etmekle beraber, hayatının ilk zamanlarında re´y kitapla­rına muttali olduğunu, onları ezberlediğini söyleyemeyiz. Dırâye fıkhına sarılması, Hadis ilminde rüsuh sahibi olduktan, onda mevsuk, itimad olunur bir delil olarak kabul edildikten sonra olmuştur.

Buna göre İmam Ahmed´in Re´y-Dirâye fıkhı karşısında durumu şöyle olmuştur. İlk zamanda yolu oraya uğradı, çünkü ilk Hadisi şerifi Ebu Yusuf´tan yazmış olması buna delildir. Zira İmam Ebu Yusuf re´y fıkhında kuvvetli bilgi sahibi olan fukahadandır. İmam Ahmed, Ebu Yusuf´tan ders almakla beraber, diğer yandan hadis âlimleriyle de teması vardı. Fıkıh görüşlerini hadisle teyid ederdi. Sonra hadise döndü. İlmi varlığı olgunlaşıp kemale erince, bu defa da re´y fıkhını bir araştırıcı, bir eleştirici gözü ile tetkike koyuldu. Hadis ilminin götürdüğü neticelerle re´y fukahastnın fer´i mes´eleleri re´y yoiuyla.alma yoluyla elde ettiklerini mukayese etti, karşılaştırdı. Sonunda sahabe ve tabiinin yolunu seçti, bununla beraber re´y fıkhından da biraz ışık aldı, bu itibarla, Hallal´ın tabirince, re´y fukahasının kitaplarını ezberlemiş sayılır. Daha doğrusu bir ilmî tabirle, re´y fukahasıntn vasıl oldukları neticeliri bilmesi, makul ve makbul bir iş olur.


O, İslam Diyarının Her Yerinden Hadis Toplamıştı.


İmam Ahmed, (Allah ondan razı olsun) gençliğinin ilkbaharı günlerinde, Hadisi şerif öğrenmeğe başladı. O zaman, İslâm ülkelerinin her tarafında Hadis âlimleri bulunurdu. Basra´da Hadis âlimleri vardı, Kûfe´de öyle, İslâm Devleti´nin merkezi Bağdad da onlarla dolu, Hicaz onlarla çalkalanıyor, o kadar çok. O çağlarda İslâm şehirleri ilim mer­kezi olup bütün İslâm ülkeleri ilmi temas içinde birbirleriyle kaynaşıyor. O zaman bölgeler arasında Hml temasa engel olacak birşey yoktu, herkes kendi içine kapanmış değildi. Birbirinden ilim alıp verirlerdi. İslâm diyarları arasında, ilim kervanları devamlı gelip giderlerdi, yakıcı sıcak, kavurucu soğuk demeden iller ve beller aşarak ilim naklederlerdi, ilim nuru bütün ufuklara saçılırdı.

Ahmed b> Hanbel gençliğinin ilk zamanlarında Hadisi şerif tale­bine azmedince, Irak, Şam ve Hicazdaki Hadis âlimlerinden hepsinden ilim alması gerekiyordu. Belki de O, bütün bölgelerden Hadis şerif toplayıp tedvin eden ilk Hadis âlimidir. Müsned kitabı bunun en sadık şahididir. Çünkü O, Hicaz, Şam, Basra, Kûfe´deki Hadisleri ihtiva etmek­tedir.


Hadisi Şerif Toplamaya Başlaması.


Mantık ieabı önce Bağdad´da Hadisi şerif toplaması, onları toplayıp belledikten sonra başka yerlere gitmesidir. O da Öyle yaptı. O 179 Hicri yılından itibaren Bağdad´da Hadis toplamağa yöneldi, 186 yılına kadar Bağdad´da oturdu. Bu müddet içinde oradaki Hadis âlimlerinden Hadis dinledi ve her işittiğini de yazdı.[11] 186 H. yılında Basra´ya gitti ve ilk ilmi seyahatına başladı. Ertesi sene Hicaz´a gitti bundan sonra ilim yolunda, Hadis yolunda seyahatları birbirini kovaladı, Basra, Hicaz, Yemen ve diğer yerlere gitti. Hadis toplamaya 179 Hicri yılında başladı­ğına ve itim yolunda 186 yılından önce seyahata çıkmadığına göre,

Bağdad´daki ulemadan Hadisi şerif toplaması 7 yıl kadar devam etmiş demektir. Bu süre içinde başka yere gitmedi, gitti ise de kısa bir yolculuk yapti ve bu da başka bir maksad içindi.


Hadis Toplamaya Nasıl Başladı?


179´dan 186 yılına kadar bu yedi yıl içinde kendini Bağdad Hadis ulemasından hadisi şerif, belledikleri mesûr fetvalarını toplamağa verdi. Bununla beraber sahabe ve tabiinin fıkhın muhtelif rnes´eleierine dair verdikleri hükümleri de topladı.

Yerleşmiş bir usuldür ki, ilme yeni başlayan bir kişi, ilmi bir ondan, bir bundan kaparak toplamaz, belki kısa veya uzun bir süre âlimlerden birini seçer ve onun dersine devam eder. Okuduklarını onlarda tamam-layıp bitirdikten sonra, anlama yeteneği kazanır ve ondan sonra elinin erdiği her yerden imkân bulduğu kadar ilim meyveleri toplamağa baş­lar. îmam Ahmed (Allah Ondan razı olsun) o da böyle yaptı. 179 yılında 16 yaşında iken hadisi şerif talebine ve fıkıh âsârı toplamağa. başladı. Fakat bunu kendisine rehberlik edecek, yol gösterecek birini seçmeden muhtelif ilimler koluna dalarak yapmadı. Bağdad´da Hadis ve fikıh âsârı bilenlerden kendisine bir imam, bir üstâd seçti.. Yedi yıi ondan ders almağa devam etti, yirmi yaşına gelinceye kadar onun dersinden ayrılmadı. Bu üstâd; Huşeym b. Beşir b. Ebû Hâzim´dir, 183 yılında vefat etmiştir.[12]

Bu üstadın dersine devam müddetinin ne kadar olduğu yine ondan rivayet olunmaktadır. Oğlu Salih´in haber verdiğine göre kendisi şöyle demiştir: «Huşeym´den 179 yılı Hadis yazmağa başladım. 181, 182 yıllarına kadar hep ona devam ettim. 183 yılında hakkın rahmetine kavuştu. Ondan Hac kitabına 1000 kadar Hadisi şerif yazdım. Tefsire dair baz* şeylerle Kaza kitabını ve bazı küçük kitaplar yazdım.» Oğlu Salih bundan sonra O´na: Üçbin Hadis tutar mı? diye sordu. Daha fazladır, dedi.[13]

O´nun dersine devamı tamamiyle ona bağlı şek.lde değildi. Bu süre içinde hem ondan ders okudu, hem de bazen başkalarından ders aldı. Diğer hocaların ders halkalarında oturup dinledi. Rivayet olunduğuna göre, üstadı Huşeyrnin ölümünden önce, 182 yılında Umeyr Ss. Abdullah b. Halid´den ders aldı. Bu süre içinde Abdurrahman b. Mehdî´den ders dinledi. Kendisinin şöyle dediği naklolunur: «182 yı­lında buraya Abdurrahman b. Mehdi geldi. O zaman 45 yaşındaydı ve sakah kınalıydı. CamideO´nunlagörüşürdüm.» Ebû Bekir b. Abbas´dan da ders dinler ve O´ndan rivayet ederdi.

Bütün bunlardan çıkan sonuç şudur: O, üstadı Huşeym´e, özellikle devam etmekle beraber başkalarından ders almayı da bırakmış değil­dir. Başkalarının derslerine de gider, dinler, onlardan rivayet eder, mevsuk ve emin bir ravi nerde bulursa ondan Hadis yazardı. Hele rivayette meşhur olmuş birini buldumu hiç kaçırmazdı Böylece İslâm ülkelerinde Hadis topladı.


Anası Bir Koruyucu Melek Gibi O´na Şefkat Gösterdi:


İmam Ahmed, üstadı Huşeym´in vefatından sonra, diğer üstad-iardan kimi, nerede bulursa Hadisi şerif toplamağa, dinleyip yazmağa başladı. Huşeym´in ölümünden sonra Bağdad´da 3 yıl kaldı ve ciddi bir gayretle Hadis âlimlerinden ilim aldı. Bu defa Huşeym´de yaptığı gibi hiç birini diğerinden üstün tutmuyor, kimi bulursa ondan ders okuyordu. Huşeym´in ölümü sırasında 20 yaşına yaklaşmıştı, artık yönünü tayin etmiş, tutacağı yolu bulmuştu. Ciddiyet ve gayretle, azim ve sebatta Hadis talebinde devam ediyordu. Anası, koruyucu bir melek gibi O´nun üstüne titriyor, O´nu bir taraftan ilme teşvik ederken, diğer yandan kendisini fazla yormamasını isterdi. Anasının O´na ne kadar şefkatle davrandığını göstermek için Ahmed şunu anlatır: «Hadis dersine er­kenden gitmek isterdim. Anam, elbiselerimi alıp saklardı, sabah olsun da insanlar işlerine gitsin diye bekletirdi, erkenden salmazdı.»


İlim Yolunda Seyahatları:


Bağdad´da alacağını almıştı. 186 H. yılında diğer İslâm merkezle­rindeki ilim adamalarından Hadis toplamak için seyahata çıktı. İlim kervanı yola düştü. Önce Basra´ya gitti, Sonra Hicaz´a, sonra Yemen´e, sonra Kûfe´ye gitti, ilim merkezlerini birbir ziyaret etti. Rey şehrine gidip Cerir b. Abdülhamid´den ders dinlemeyi çok isterdi.

O´nu bu âna kadar Bağdad´da görmüş değildi. Fakat Rey uzak oldu­ğundan oraya gidip gelmek çok yol masrafına bağlıdır. Bu yüzden oraya gidemedi. Hadis âlimlerinin dilinden şifahen Hadis dinlemek ve ağızla­rıyla söylediklerini aynen yazmak için bu ilmî seyahatler devam etti.

Basra´ya beş defa gidip geldi. Bazen orada beş ay kaldığı olurdu, bazen daha az, bazen daha çok kalırdı. Bu müddet içinde ora âlimlerin­den Hadis dinlerdi. İlim almak için gittiği şeyhin dersinin durumuna göre okuyup dönerdi.

Hicaz´a beş defa gitti. İlk defa 187 H. yılında gitti. Bu seyahatta İmam Şafii ile görüştü. Bu seyahattan maksadı asıl, Ebû Uy ey-ne´den Hadis dinlemekti, bunu yaptığı gibi İmam Şafii´den de fıkıh dersi aldı. Şafii´nin usulünü, Kur´an´ın nâsih ve mensuhunu beyanını öğrendi. Bundan sonra Şafii ile Bağdad´da görüştü, o zaman Şafii fıkhını işlemiş, hazırlanmıştı, usulü tesbit olunmuş ve yazılmıştı, dağarcığı ilim doluydu. Mısır´da daha sonraları fıkıh usulünü olgunlaşttnp daha mükemmel hale getirmeğe devam ettiyse de Bağdad´da da tamam sayılırdı. O zaman Ahmed de kemaie ermiş, olgunlaşmış bir âlimdi. Hattâ Şafii, bazen hadislerin sıhhatim bilme hususunda Ahmed´e itimad ederdi. Ona şöyle derdi: «Bir Hadisin sıhhati sizece sabit ise, bana onu bildir. Hicaz´dan, Şam´dan, Irak´tan, Yemen´den nereden olursa olsun, onu alayım.»[14]

İbn-i Kesîr, Ahmed´in bu Hicaz seyahatiartnı tafsilâtiyle şöyle . anlatır: «İlk defa Hicaz´a gidip birinci Haccını 187 yılında yaptı. Arkasın­dan 191, sonra 196 yılında Hacca gitti. 197 yılında Mücavir olarak bulundu. Sonra 198´de Hac yaptı ve 199 yılına kadar mücavir olarak kaldı.» İmam Ahmed kendisi şöyle der: «Üç defa Hac vazifesini ifa ettim. Üçüne de yaya olarak gittim. Bu hac yolculuklarından bir defa­sında ancak 30 dirhem harcadım. Bazısında yolu şaşırdım , yaya yürü­düm. Şöyle diyordum: Ey Allah´ın kulları, bana yolu gösterin! Nihayet yolu bulmağa muvaffak oldum.»[15]

Belki de O, sevabı çok olsun diye Hacca yaya gidiyordu. Çünkü taatın meşakkati artınca sevabı da çok olur. En râcih ihtimale göre yolculuk masrafını bulamadığından böyle yapıyordu.. Bir de orada bir müddet kalıp Beytullah civarında duracak, Hadisi şerif dinleyecek ve okuyacak, ashab ve tabiinin fetvalarını toplayacaktı. Bu da masrafı gerektirirdi.

Hadis talebi için Kûfe´ye Qîtti, Küfe Bağdad´a yakın olduuğu halde bu seyahatte çok meşakkat çekti. Kûfe´de ikameti hiç de rahat olmadı. Kendisinin anlattığına göre öyle bir evde kaldı ki, uyurken başının altına yastık yerine kerpiç koyar, öyle uyurdu. Bir de şöyle der: «Elimde 90 dirhem param olsaydı, Cerir b. Abdulhamid´den ders almak için Reye giderdim. Bazı arkadaşlarımız gittiler, ben gidemedim, çünkü elimde, avucumda birşey yoktu.»


İlim İçin Bu Zahmetlere Seve Seve Katlanıyordu. San´a Yolunda Bir İlim Aşığı Parasız Kalınca:


Anladığımıza göre O, Hadis talebi uğrunda bu meşakkatlere seve seve katlanıyordu. Çünkü kolayca kazanılan şey, çabuk unutulur, ucuz elde edilen şeyin değeri olmaz. Bundan başka ayrıca O Hadis yolunda yolculuğu, hicret gibi hayır sayıyor, Allah´dan sevap bekliyordu.

Kendisi için şöyle bir seyahat plânı tasarlamıştı. 198 yılı hacca gidecek, hacdan sonra Yemen´e giderek San´a da Ahdurrazzak b. Hümâm ile görüşecekti. Bu düşüncesini hacda yol arkadaşı, ilim talebinde şeriki olan Yahya b. Maîn´e açtı İkisinin arzusu birbirine uygun düştü. Bu niyetle Mekke´ye gittiler ve hac vazifesini ifaya başladı­lar, onjar Kabe´de Kudüm tavafını yaparken, birde baktılar ki, Abdur­razzak da hacca gelmiş, tavaf yapıyor. Onu Yahya gördü, eskiden tanıyordu. Selâmlaştılar. Ve: «Bu da kerdeşin Ahmed b. Hanbel» diye­rek Ahmed´! tanıttı. Abdurrazzak bundan çok memnun kaldı, Allah ona selâmet"ve sebat versin, onun daima iyi haberlerini alıyorum, dedi. Yahya: Varın sana gelelim, senden Hadis dinleyip yazalım, olur mu?» dedi. Sonra Ahmed itiraz etti: «Hocadan niçin böyle randevu alıp söz verdin?» dedi. Yahya´da: «Hadis dinleyelim diye» dedi. «Allah seni bir ay gitme bir ay da dönme yolculuğu çilesinden kurtardı. Seyahat mas­rafı da yanına kâr kaldı. «Ahmet buna karşı şu cevabı verdi: «Ben yaptığım bu niyeti bozamam, Allah göstermesin, senin dediklerine ba­karak bunu yapamam. Oraya gidip ondan orada dinleriz», dedi. Ve sonra San´â´ya gidip orada Hadis dinledi.»[16]

İlim yolunda yolculuktan beklediklerine, iyi niyetine bak. Onu yolcu­luk zahmetinden kurtaracak güzel bir fırsat doğuyor, bunu tepiyor, ilim yolunda diyar diyar dolaşıp gezmeyi tercih ediyor. Tesadüfün ele geçir­diği bu kolaylıktan yararlanma yolunu tutmuyor, ucuz ele geçmiş şeyin değeri bilinmez, diyerek kendini kolaylığa vermiyor, güçlüğe göğüs gerip katlanmayı tercih ediyor.

Bu beklediği de başına geldi, San´â´ya yollandı. Güç şartlarla zor seyahatle yüzyüze geldi. Yolda parası tükendi. Kendisi, hamallara çıraklık yaparak San´â´ya varabildi.[17] Yol arkadaşları O´na yardım elini uzatıp masrafını vermek istedilerse de bunu kabul etmedi, Allah bana bu masrafı karşılamak için hizmet yaparak para kazanacak kuv­vet vermiş, ona çok şükür olsun, diyerek reddetti.

San´â´ya vardığı zaman ayağına gittiği âlim Abdurrazzak da O´na yardım etmek istedi ve O´na:

«Ey Ebû Abdullah, al şunları, onlarla işini gör, zira bizim ülkemiz ticaret yeri değil, burada kazanç yok, dedi ve O´na bir miktar altın sundu. Ahmed buna karşı:

? El-hamdulillah , ben iyi haldeyim, dedi ve İki yıl bu.zahmeti çekip katlandı. Bu zahmetler o´na hiç geldi, çünkü burada Zünrı ve İbn-i Müseyyeb yoluyla daha önce işitmediği Hadisler öğrendi ve bu O´na yeter.

Ahmed , yaşı ilerleyip ilmi kemal bulduktan sonra da ilim yolunda seyahatlara devam etti. Hattâ İmam Şafii ile Bağdad´da son görüştükle­rinde Mısır´a gidip onunla buluşacağına söz verdi. Fakat bu va´dini yerine getiremedi. Şafii´nin talebesi Harmeie, Şafiî´nin şöyle dedi-gini nakleder. «Ahmed b. Hanbel bana Mısır´a geleceğine söz verdi, fakat gelemedi.» İbn-i Ebû Hâtem diyor ki: «Sanırım ki elinin yufka olması, yoksulluk onu bu va´dini yerine getir­mekten alıkoydu.»[18]


İlimden Usanmayan Bir İlim Aşığı Yazı île Mezara dek:


Ahmed ibn-i Hanbel, Hadis talebi yolunda İslâm ülkelerini diyar diyar dolaştı. Ne kadar Hadis bulsa; bu çok oldu, artık, yeter demiyor, yorgunluktan usanıp çileden bezmiyordu. Sırtında içi kitap dolu çantası, omuzunda ilim dağarcığı, elinde yol arkadaşı asası, geziyor, dolaşıyor. Bu, bir doymaz altın arayıcısı değil, bir ilim arayıcısı, dünyanın en kıymetli hazinesini arayan bir âlim, Ahmed b. Hanbel bu... O´nu tanıyanlardan biri, bir yolculuk esnasında O´na rastlayınca: «Ri­vayet ettiklerin pek çok,ezberlediklerin kâfi.Bir Kûfe´ye, Bir Basra´ya, ne zamana kadar bu, yeter artık!» dedi.[19]

Fakat bu ilim âşığı yeter demiyordu.

Hadis taleb ve rivayetinde ciddiyet ve sebatla devam etti. Hattâ bu ilimde İmam unvanını aldıktan sonra da asla gevşemedi. Çağdaşların­dan biri elinde yazı hokkası ve kalemi; işittiklerini yazarken O´nu gördü ve şöyle dedi:

? Ey Ebû Abdullah, sen bu mertebeye yükseldin, Müslümanların âlimi, Hadis ilminin imamı oldun, yetmez mi?

Buna şu cevabı verdi:

? Maal mıhbere, ilel makbere - Yazı takımı ile mezaradek.

Allah O´nu rahmetine gark etsin, şöyle derdi: »Ben mezara kadar ilim peşindeyim.»[20]

Ahmed b. Hanbel, dillere destan olan bu hikmetli söze göre hare­ket eder , ona uyardı: «Kişi ilim talebinde bulunduğu müd­detçe âlimdir, eğer ben bilirim zannına kapılırsa, cahil kaldı demektir.» Bu hikmetli sözü O hem işleriyle konuştu, hem de diliyle söyledi. O´ndan naklettiğimiz sözler bunun canlı şâhididir.


Hadisi Hem Yazar, Hem Ezberlerdi, Fakat Ezberden değil, Yazdığından Okurdu:


O´nun ilim yolundaki yolculuklarından sözü kesmeden önce, bu­rada iki şeye dokunmak istiyoruz, ki bunlar O´nun ilmi hayatiyle, ondan sonraki yüksek mevkii ile ilgilidir:

1. İmam Ahmed, Resul-ü Ekremün Hadislerinden ve ashabın söz­lerinden her işittiğini kaydedip yazmağa çok itina gösterirdi. Yalnız hafızaya güvenmezdi. Çünkü O´nun asrı artık ilmin yazılma asrıydı. Fıkıh, lügat ve Hadis ilimleri o zaman yazılmağa başlanmıştı. O,sırf kulakla duymakla, kafasıyla bellemekle iktifa etmiyordu. Kulağıyla din­lediklerini, kâğıtların arasına gömüyor, oraya kaydederek uçup gitmele­rini önlüyordu. Aynı zamanda onları hafızasına da tevdi edip ezberliyordu. Bütün hadisleri, senetleriyle, tanklanyla belliyordu. Fakat bir hadisi nakil ve rivayet ettiği zaman onu yalnız kitaptan okuyarak nakil ederdi. Çünkü akıl yanılır, yanlış bellemiş olabilirdi, bundan korkardı, Hz. Pey­gamberin-bir sözünü tahrif etmemek için böyle yapardı. Üstün takvası O´nu buna sevkederdi. Ve bu hususta Selef-i Saliha uyardı. Çünkü onlardan bir kısmını, belki kesin bilemeyiz, benzeterek yanılırız korku­suyla Hadis rivayetinden çekinirlerdi.

Bütün haberler İmam Ahmed´in hem hafızasının kuvvetli olduğun­da, hem de çok şey ezberlemiş bulunduğunda ittifak ederler. Hattâ bazen O, hafızasına güvenerek hadisin senedini yazmazdı, fakat Ha­disi dâima mutlaka yazardı ve ayrıca ezberlerdi de. Ancak Hadisi ezbe­rinden asla okumazdı, behemehal yazdığı metine bakarak söylerdi. Hattâ birisi O´na ezberinde olan bir hadisi sorsa, onu kitaba bakmadan söylemez, yazdığından okurdu. Rivayet olunduğuna göre: Merv1 hal­kından bir adam O´na bir Hadis sordu, O da oğlu Abdullah´a Hadisi aramak için Fevâid kitabını getirmesini söyledi. Oğlu kitabı bulamadı. Bizzat kendisi kalkıp kitabı alarak geldi, kitap birkaç cüz´dü. Oturup Hadisi aramağa başladı, iş uzadı. Adam gelip Hadisi istedi. Adama: «Allah´ın öğrettiğini bana mı öğretiyorsun?» dedi. Eve girdi, Hadis kitaplarını tekrar çıkardı ve ona Hadisi yazdırmağa başladı. Yazma işi bitince adama: «Yazdığını bana bir oku bakayım,» dedi.[21]

İmam Ahmed, İyi bir ezberci, kuvvetli hafızası olmasına rağmen hafızaya itimad etmez, her işittiğini kaydedip yazardı. Hadisi başkasına naklederken, kendisi çok mükemmel ezberlemiş olduğu halde, onu ezberden değil, yazdığından naklederdi, bu kadar dikkatli idi.

2- Bahsi kapamadan önce uyarmak istediğimiz ikinci husus şudur: O´nun talep ettiği ilim, şüphesiz ki Hadistir: Resulün asarı, ashabın fetvaları, onların ilmi eserleri, ictihad ettikleri mes´eleler. Bunların hep­sini beller, anlar, maksad ve gayelerini bitir ve´bunların hidayeti üzere hareket ederdi.


O Sadece Bir Rivayetçi Değildir, Hükümlerin Hikmetini de Düşünür, Bunu Şafiî´ye Borçludur:


Şunu da bilelim ki, bunun mânası; Ahmed sadece rivayete bağlıy­dı, önün ötesine geçmezdi demek değildir. Yani onlardan başkasını aramaz, onlardan başkasını öğrenip bilmez demek değildir. Bu konu tetkik ve araştırma konusudur. Onun fıkhından bahsederken bunu etüd edeceğiz. Fakat biz burada madem ki o hangi ilimleri talep ederdi! hususunu konuşuyoruz. İleride yeri gelince inşaallah beyan edeceği­miz şeyde bir hazırlık olmak üzere şuna işaret edelim ki, yukarıda söylediğimiz gibi, Ahmed b. Hanbei, ilk gençlik zamanlarında Ebû Yusuf´tan Hadis dersi okumağa başlamıştı. İbn-i Kesir der ki: «Ahmed ilk gençliğinde Bağdad´da Kadı Ebû Yusuf´un ders mecli­sine gelirdi. Ebû Yusuf; Mes´ele hakkında bir fetva, eski bir hüküm bulamazsa, o zaman re´yiyle hükmedip fetva veren, Dirâye fıkhı âlimle-rindendi. Ahmed´in onun dersine devam etmesi, şüphesiz ki ona re´y yoluyla fıkıh hükmü çıkarma hakkında bir fikir vermiş olmalıdır. Ahmed, her ne kadar Hadis öğrendi ise de, nassları ve gayelerini, ihtiva ettikleri maslahatları ve faydaları anlamadan, hüküm çıkarmadaki amacı dü­şünmeden, araştırmadan Hadis rivayet eden hadiscilerden değildi. Onun okuduğu dersleri, onun ders aldığı üstadları gözden geçirince, bizi şu inanca götürür ki, o rivayete önem verdiği kadar nasslardan hüküm çıkarmaya da itina göstermiştir. Bakıyoruz, Mekke´de Süfyan b. Uyeyne ile buluşuyor, Ahmed ondan duyduklarını yazıyor, rivayet ediyor. Sonra İmam Şafiî ile buluşuyor. Onun usulünü okuyor. Şüp­hesiz ki, onun fıkıh yolu Ahmed´in.dikkatini çekmiş, zihninde yer etmiş­tir, Şafiî´nin usulünü ve metodunu o kadar beğeniyor ki, arkadaşlarını bile onu dinlemeğe çağırıyor. Yakut, Mu´cem´inde şunu anlatır: «İshak b. Rahveyh diyor ki: Süfyan b. Uyeyne´nin yarımdaydık, Amr b. Dinar Hadislerini yazıyorduk. Ahmed b. Hanbei gelerek bana: «Kalk, ey Ebû Yakup, gel sana bir benzerini görmediğin bir adam göstereceğim,» dedi. Kalktık, beraberce Zemzem kuyusu sahasına geldik. Baktım, orada beyaz elbiseli bir adam var, yüzü biraz esrnerces Güzel huylu ve gösterişli bir adam. Beni yanına oturttu ve: Ey Ebû Abdullah, Bu İshak b. Rahveyh mi? dedi. Beni selâmlayıp hoş geldiniz, ´ dedi. Birbirimizle müzakere ettik. Onda öyle bir ilim kaynağı var ki, çok beğendim. Orada oturmamız uzaytnca, kalk, o adama gidelim, dedim. Ya bu adam, dedi. Ben de: Suphanallah, dedim. Ben: Bize Zühri şu Hadisi nakletti, diyen adamın yanından kaldırdın, ben de Zühri´ye veya ona yakın birine benzeyen bir adamın yanına getireceğini sanmıştım. Bizi bu gencin yanına getirdin.» dedim. Bunun üzerine bana:«Ey Ebû Yakup bu adamdan ilim al, çünkü gözlerim onun benzerini görmüş değil.» dedi.

Bu hikâye şüphe bırakmayacak şekilde gösteriyor ki, Ahmed b. Hanbel, İmam Şafii´nin ilmini çok beğeniyor, takdir ediyordu. Ah­med´in Şafii için şöyle dediği söylenir: «Hz. Peygamber Efendimiz (Ona salat ve selâm olsun): «Allah Teâlâ her yüzyıl başında bu ümmetin dini umurunu canlandırıp yenileyecek birini gönderir, buyurmuştur. Bi­rinci asrın, yani 10O´ncü yılın başında bu ümmetin dini umurunu canlandırıp ­ yenileyecek Ömer b. Abdülaziz geldi. İkinci yüzüncü yılın adamı, umarım ki Şafiî olur.»[22]

Ahmed´in, İmam Şafii´den beğendiği şey nedir? Bu rivayet ilmi olamaz. Çünkü o bu konuda Süfyan b. Uyeyne derecesinde değildi, bizzat Ahmed derecesinde dahi değildi. Şafiî en üstün tarafı, fıkıhtaki hüküm çıkarma, istinbat usulü ve metodudur ki, Ahmed, Mekke´de. Bağdad´da ondan bunları öğrenip aldı. Onun zihninde yer eden. fikrini açan da bunlar olmuştu.


O Rivayet İlmi Yanı Sıra Diraye Fıkhını Da Bilirdi:


Durum böyle olunca, kabul etmemiz gerekir ki, Ahmed b. Han­bel, rivayet ilmi yanısıra fıkıh ve ahkâm istinbat! ilmini de öğrenmiştir, bunları da biliyordu. Buniarı İmam Şafiî´den ve diğerlerinden almıştır. Hattâ biz, onun Ehli re´y-Dirâye ilmi âlimlerinin kitaplarını ezberle­miş olduğuna dair söylenenleri dahi kabul etmekteyiz. Ancak onları ezberlemiş olması, onları alması, kabul veya reddetmesi demek değildir. Onları bilir, fakat iltifat etmezdi. Talebesi Hallal şöyle demiştir: «İmam Ahmed, ehli re´yin kitaplarını yazmış ve onları ezberlemişti, fakat sonra onlara itilaf etmedi.[23]

Bu nakil, makul ve makbul bir şeydir. Bunun delâlet ettiği üzere. İmam Ahmed, fıkıh ilmi, re´y. kıyas ve isfinbat yollan üzerine ders alırken itina gösterirdi. Ebû Hanife ve talebeleri gibi Irak re´y fukaha-sının yazdıklarında, onun susuzluğunu gidermek veya onun esere bağlı tutumuna uyacak birşey bulamadı ise de. yine her halde fıkıh ile meş­guldü. Ancak bazı fukahanın tuttuğu yolu beğenmiyordu.


O Hadis Ve Fıkıh İlmini Birleştiren Bir Alimdir:


İmam Ahmed, fıkıh ilmini talep etmekle beraber, asıl Hadis ilmine itina gösterir, âsâr rivayete son derece önem verirdi. Böyle olunca Hadisleri kuru bir rivayet halinde bırakmaz, onların gayelerini ve meramlarını anlar, fıkhı maksat ve mânalarını araştırırdı. Ashab-ı Kî-ram´ın fetvalarını toplar, tesbit ederdi. Müsned kitabında her bir sa-habinin büyük bir bölüm tutan fıkıh ve fetvalarını buluyoruz. Müsned-i Ömer kısmında, büyük fakih Hz. Ömer´in vermiş olduğu fetvalardan büyük bir kısmı var. Müsned-i Ali, Müsned-i Osman, Müsned-i Abdullah b. Mes´ud ve diğerleri de böyle, onların fetvalarından, verdikleri hüküm ve kazalardan büyük bir miktar yer almakta.

Fıkhı tetkike itina ile ashabın bu fetvalarını nakletmek, işte dirayetli bir fıkıh âlimi bundan oluşur. Böylece İmam Ahmed´de Hadis ile fıkıh birleşip kaynaşır. Bu suretle Hadis âlimi olan Ahmed, aynı zamanda fıkıh âlimidir. İmam A´zam Ebû Hanife şöyle demiştir: «Yalnız Hadis talebinde bulunup da fıkıh bilmeyen kimse, şöyle bir eczacıya benzer: İlâçları toplar, fakat hangi derde derman, hangi hastalığa ilâç olduğunu bilmez. Bunu ancak doktor tarif eder. Hadis talep eden de böyledir, elindeki Hadisinin neye yaradığını bilemez, fakih gelir, onu o bilir.»[24]

İmam Ahmed, Hadis ile fıkıh arasını bulup birleştirmede, her iki­sinde de imam sayılmasında, İmam Malik gibidir. Ancak İmam Ma-lik´in fıkıh yönü daha açıktır. Bu biraz izaha muhtaçtır. Ahmed´in fıkıh ve hadisinden ileride söz açtığımız zaman, bunu açıklayacağız ve bu konuda onunla Malik arasında bir karşılaştırma yapacağız.


Çağındaki Sapık Fırkalar Hakkındaki Bilgisi:


Burada bir noktaya daha değinelim: Acaba Ahmed b. Hanbel, Hadis, fıkıh ve ulum-u Arabiyyeden yani lugattan başka ilimleri de tahsil etti mi? Galip olan zanna göre o. bunlardan başka bir ilim tahsil etmedi. Kelâm ilmi, felsefe okumadı, halbuki o sağken bunlar meydana çıkmış, tercüme işleri başlamıştı. Bunun sebebi şu olsa gerek; O Hadis ve Kur´an ilimlerinden başkalarını itinaya lâyık bir ilim olarak görmüyordu. Onlar Ulum-u Arabiyye gibi. din ilimlerini anlamaya vasıta olanlardan da değildi.

Fakat Ahmed´in: Hariciler, Şia, Cehmiyye, Mutezile ve başkaları gibi muhtelif İslâm fırkalarının görüş ve inançlarından haberi olmadığını söyleyemeyiz. Çok kuvvetli bir zan olarak; Ahmed bu fırka­larla meşgul oldu, onları tanıdı diyebiliriz. Onun hayatı ve olaylar buna müsaittir. Buna aykırı birşey yoktur. Meselâ o, Hadis talebi için Bas­ra´ya beş defa gitti, orada altı ay kadar kalırdı. Basra ise bu fırkaların kaynaştığı bir yerdi. Mûtezile´nin ocağı orası. Hariciler ora çölünde yuva kurmuş, etrafı kasıp kavuruyor. Cehmiyenin. Mürcienin orada ve Kü­le´de cemaatleri vardı. Araştırıcı olan âlim. aralarında yaşadığı etrafında bulunan ve temas ettiği kimselerden birçok şey öğrenir, bilgi sahibi olur. Bu fırkaların haberleri her tarafta dolaşıyor, meclislerde kimisi beğene­rek, kimisi yererek onlar konuşuluyordu. Lehte, aleyhte bir çok şeyler söyleniyordu. İlim sahipleri de bazı red, bazısı kabul mahiyetinde görüş­lerini ortaya döküyorlardı. Ahmed bunların içinde yaşıyordu. Ona göre bu fırkaların hepsi bid´atcıydılar ve Selef-i Salihin´in yolundan çok uzaktılar. İmam Ahmed gibi aklı başında, fikri yerinde olan bir kişi, haklarında bir bilgisi olmadan kalkıp da bu gibi insanlar için boşuboşuna böyle lâf etmez, onlara kuru iftira atmaz. Onlar hakkında bilgisi olmak gerekir. Çünkü birşey hakkında olumlu, olumsuz, beğenerek veya yere­rek hüküm vermek, lehte veya aleyhte konuşmak için o hususta bilgi ´ sahibi olmak icabeder. Ezbere konuşmak, karanlığa taş atmak olur. Sonra diğer bakımdan, İmam Ahmed, kendilerinden Hadis ve ilim aldığı kimselerin, onun görüşüne göre, dinden uzak saydığı bu gibi konulardan, bu sapık sözlerden uzak kalmış olmaları, bu dalalet çuku­runa dalmamış olmaları gerekirdi. Bu hükmü verebilmek için onların ne gibi şeyler olduğunu, bu konuda bilgi sahibi bulunması icabeder, onun gibi bir âlim rastgele konuşmaz.

Bütün bunları gözönünde tutarak, kesinlikle yakın bir kanaatle diyoruz ki, Ahmed b. Hanbel, bu fırkalar hakkında bilgi sahibidir. Onların mahiyetini biliyordu. Keza çağındaki ilimlerin bir kısmına vakıftı. Ancak onların tesirinde kalmış, ruhuna onlar işlemiş değildi. Çünkü onlar onun eğilimiyle barışmıyor- Onun arzu ve kanatlerine uymuyordu. Onun için kendini onlara kaptırmadı.

Buraya kadar söylediklerimizden, Ahmed m o ilimleri bütün tefer-ruatiyle tam ve kâmil bir surette bildiği, o fırkaların içyüzüne tamamiyle vâkıf olduğu neticesi çıkarılmasın, biz bu hususta umumi bilgisi oldu­ğunu söylüyoruz. Yoksa inceden inceye araştırıp da bilgi edinmiş demek istemiyoruz. O bir âlim sıfatiyle, çevresinde olup bitenlerden haberdardı, çağındaki tıkır cereyanlarına vakıftı, ona bu kadarı da yeter.


İmam Ahmed´in Farsça Bildiği:


İmam Ahmed´in hadis ve fıkıh ilimlerinden başka şeyler bildiği hakkındaki kuvvetli zannımızı te´yid eden bir şey de şudur: Onun farsça bildiğini ve bu dili konuştuğunu öğrenince, bu zan yakîn derecesine Yükselir. Konuştuğu kimse arapçayı iyi bilmiyorsa onunla farsca konuş-uğu bilinen bir şeydir. Bu sahih olarak naklolunan haberle sabittir. ağındaki kimselerle münasebeti, çevrede farsçanın konuşulması, ona şrapçadan başka bir dil bilmesini gerektirirdi. Nasıl ki beğendiği, başka-jarını sakındırdığı.halde, küçük düşmemek için çağındaki geçerli ilimleri öğrenmek lüzumunu hissetmiştir.

Onun farsça bildiğine dair haber sahihtir ve şöyledir: Hafız Zehebi´nin tarihinde naklettiğine göre: Horasandan tey­zesinin oğlu gelmiş ve ona misafir olmuş. Yemek yenmiş, bu esnada \hmed Horasan´dan ve halkından malumaî almak için bazı şeyler îormuş. Akrabalarından orada kimler kalmış, bunları öğrenmek iste-niş. Misafiri arapçayı iyi arılamayınca Ahmed onunla farsça konuş-nağa başlamış. Bu haberi nakleden İmam Ahmed´in torunu Züheyr )lup, o esnada orada bulunduğunu ve bunu gözüyle gördüğnü söyler. Bu haberi reddeden bir başka delil yoktur. Râvisı mevsuk olan bir Ihaber, delilsiz, gelişi güze! reddolunamaz, onun için bu haberi kabul ederek farsça bildiğini söylüyoruz.

Ancak Ahmed farsça bilmekle beraber fıkhında bundan faydalanmış değildir. Onun fıkhı, bilindiği üzere. Hadise dayalı eserci, rivayetle beslenmiş bir fıkıhtır. Onda felsefe, mantık yoluyla işlenmiş birşey yok­tur. Ondan rivayet olunan mes´elelerde fars fikrinin tesirini gösteren birşey yoktu. Her ne kadar bazen çevrenin tesiri görülürse de, bu ancak hükmün esası: Kıyas, Maslahat, Şeddi zerai* olduğu zamandır, esas nass olduğu zaman değil. Şu da kesindir ki, zaten Ahmed kıyası çok az kullanır. Maslahat delilini de eşyada asıl olan mubah olmaktır, esasına göre nass olmıyan yerde alır. Fakat maslahatın, itibar edilme­sine dair bir nass bulunursa o zaman almaz. Böyle bir delil bulunmayın­ca, maslahat aslı üzere mubah olduğunu gösterir. Onun fıkhından bahsederken bu husus etraflıca anlatılacaktır,

Ziyaret -> Toplam : 125,23 M - Bugn : 118016

ulkucudunya@ulkucudunya.com