« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

29 Ağu

2006

MEZHEPÇİLİK MESELESİ

Yümni SEZEN 29 Ağustos 2006

 Geçmişin günümüze yığıp bıraktığı ikinci günahı mezhep meselesidir. Elbette burada mezhepleri inceleyecek, onu haklı bunu haksız çıkaracak değiliz. Bu meseleyi de Türk milleti yönünden ele alacağız. Mezhep meselesi Türk milletinin birlik ve bütünlüğünü bozduğu gibi İslâmiyet’e de zarar getirmiştir.

İslâm, hakikatın daha iyi anlaşılması ve uygulanması için fikir tartışmasına yer verir. İçtihat müessesesi açıktır. İnsan kafasını kalıplaştırmaz ve dondurmaz… Kur’ân kül’dür, O’nda teferruat yer almaz. O halde aynı yolda yürüyenler tartışabilirler. “Ümmetimin içmaı hüccet, tartışması rahmettir.” Tartışmadan önce toplu olmak esastır. Ana kaynağa musallat olmayan bu fikir ayrılıkları; siyasî, menfaate dayalı ve başka ayrılıkların bir kamuflesi olmamalıdır.

Acaba İslâm’da mezhepler mâsum fikir ayrılıklarıyla mı başlamıştır? Yoksa onda başka etkenler daha ön plânda mıdır? İşte üzerinde durulacak en önemli mesele budur. Bilindiği gibi Hz. Muhammed’den önce Araplarda aile kavgaları vardı, kan dâvaları mevcuttu. Mekke reisliğini bile aileler arasında sıraya koymak mecburiyeti hâsıl olmuştu. Hz. Muhammed’le bunlar sükun buldu. Belki imanın tam kalplere yerleşmediği kimselerde veya İslâmiyet’e girmemiş olanlarda bu mesele içten içe devam ediyordu. Fakat İslâm cemaatinde açıkça böyle bir problem yoktu. İlk iki halife devrinde de bu sükun devam etmiştir. Bundan sonra aile kavgalarının yeniden başladığını görüyoruz. Buna, şunun veya bunun sebep olması bizim için ehemmiyetli değildir. Tefrikaların kaynağında böyle bir meselenin yatıp yatmadığı ehemmiyetlidir. Şuraya çok dikkat etmeliyiz ki, sebep olanlar, büyükler değil, bunların büyüklerine sığınıp, münafıklıklarını kusan küçüklerdir.

Bu aile ve aşiret kavgasına Yahudi parmağının (Abdullah İbni Sebe) karıştığını da görüyoruz. Bu parmak, mevcut manzaradan çok istifade etmiştir. Bu parmakla siyasî zemin kızıştırılmıştır. Artık İslâmiyet’in ruhu, bu çekişmeye âlet edilmektedir. Yine dikkate değer husus şudur ki, tarafdarlık güdenler, Hz. Ali soyundan ziyade başkalarıdır ve baş rolü bunlar oynamaktadır.

Bu çekişme İslâmiyet’in bünyesinden değil, cemiyetin kendi bünyesinden gelmekte; İslâm buna vasıta kılınmaktadır. Böylece fırkaların ayrılışı fikrî ve itikadî değil, ailevî ve siyasî temel dayanmakta, fikrî yön hemen hazırlanıp bunlara uydurulmaktadır.

Bunlardan ayrı olarak fikir tartışmalarının, farklılıklarının vuku bulduğu bir gerçektir. Bunlar; Şia ve Şia’nın kolları, Haricilik veya onun kolları gibi müstakil mezhepler değildir. Hatta bunlar; dozu kaçırılmadığı, temele inen faklılıklara girmediği, esastan bizi uzaklaştırmadığı zamanlarda, tefekkürün gelişmesine hizmet etmiştir. Bu ayrılıkların müstakil olmadığı, birbirine zıt olan her fırkada yer alabilmesinden bellidir. Mürcie ve Mu’tezile, Cebriye böyledir. Bu görüşler, Şia’nın bir çok kolunda, Haricikik’te, Ehl-i Sünnet’te yer amışlardır. Ebu Hanife’de irca görüşlerinin yer aldığı, bazı fkihlerin her görüşçe ayrı ayrı kendi tarafından zikredilmeleri, bunların birer ekol olduğunu, fakat kendi dışındakilere kesin tavır takınan birer hizip olmadığını gösterir.

Ayrıca hukukî meselelerden doğan içtihat ayrılıkları ile teşkil olmuş mezhepler de İslâm’a aykırı değildir. Buradaki ayrılıklar ana kaynağa inen çatlaklar değildir ve tefrika sayılmaz.

İslâm, fikir ayrılığının tefrikaya dönüşmesini istemez. Bunu istemediği halde daha kötüsü, fikrin, nefsaniyetin hâkim olduğu bölünmelere âlet edilmesi karşımıza çıkıyor. Bunlar mevki çekişmeleridir.

En tehlikeli şey, ailevî, siyasî çekişmeler uğruna Kur’ân âyetlerinin yoruma tâbi tutulması olmuştur. Mezhep kavgaları için binlerce hadis uydurulmuştur. Tarihî vakalar değiştirilmiştir. Kur’ân’ın bir kısmını red için, diğer bir kısmını delil diye göstermek dalâletine düşülmüştür.

Kur’ân-ı Kerim önümüzde duruyor. Peygamberimizin hayatı bellidir. Buraya yönelecek, onu alacak yerde, ondan sonrakileri almamız hata olur. Sonrakiler O’nu anlamamızı kolaylaştırmak şartıyla meşrûdur. Parçaladığı veya O’ndan uzaklaştırdığı nisbette gayrı meşrûdur.

O’ndan sonra ve önce hiçbir şey, hiçbir kimse O’nun yerine geçemez. Ancak O’na götürmek vazifesini yapar.

Kur’ân’ın yerine başka bir kitap, Hz. Peygamberin yerine başka bir kimse konamaz. Allah’a şirk koşulamıyacağı gibi, Hz. Peygamber’e de peygamberlikte ortak ve yardımcı aranamaz. Bunlar yapılırsa İslâm’dan ayrı bir şey olur. Müslüman olmayanlar, özellikle Hıristiyan ve Yahudiler, Kur’ân’ın muhkemliğine, tesbit sağlamlığına rağmen üzerinde şüphe yaratmak, kendi kitaplarının başına gelenler gibi macera yaratmak için oyunlar oynamış, maalesef bu oyuna bazı Araplar âlet edilmiştir.

Kur’ân’ın bir kısmını alıp, bir kısmını almamazlık, bir kısmına uyup, bir kısmına uymamazlık edemeyiz. Şahsen eksikliklerimiz, suçlarımız olabilir. Fakat bunlar üzerinde doğruymuş gibi ısrar etmek, bunları herhangi bir mezhebe esas almak, İslâm’dan kopmak manâsını taşır.

Kur’ân bir bütündür. Onun muhkemliği ilmen sabittir. İnanıp inanmamak bir tarafa, bütün dünyaca bu sağlamlık kabul edilmiştir. Üzerinde şüphe ve sapıklığa götürecek yollar, İslâm mezhepleri değil, İslâm’ın dışında yollardır.

Kur’ân Hz. Muhammed’e gelmiştir. Bunda tereddüt etmek, insan kafasına sahip olmamaktır. Sağduyuyu yitirmektir. Hz. Muhammed başkasına gelecek olan kutsal kitabı çalmış mıdır? Yahut, vahiy başkasına gelecekken, yolunu şaşırıp Hz. Muhammed’e mi gelmiştir? Kutsal kelâmı, kimin kimlere not ettirdiği ve kaç kişiye not ettirdiği besbelli, yine içindekilere inanıp inanmamak bir tarafa, bütün dünyanın kabul ettiği gerçeklerdir. O’nun yerine konmak istenenlerin, O’ndan emir ve telkinler almak için nasıl gözünün içine baktıkları, kafa ve gönüllerini O’na bağladıkları hiç inkâr edilebilir mi?

Esefle söylemek gerekir ki, mezhep kavgaları, cemiyetleri yukarıdaki saçmalıklara sürüklemiştir.

Artık bunlar, mezhep değil, İslâm’ın dışında dolaşmalardır. Artık bunlar İslâm değil, şayet olursa başka bir din olur. Hem onun dışında dolaşıp, hem bunu İslâm’ın içinde göstermeye kalkmak, haksızlıkların en büyüğüdür.

“Bunları ancak bugünkü kafa ile söyleyebiliyoruz, o gün için gidiş böyleydi, tarihte kabahat aranmaz” diyeceklere katılmıyoruz. Şimdi yapmakta olduğumuz hatalar geleceği etkileyeceğine göre, bizi sorumlu tutmayacaklar mı? İslâmiyet’in aslına sırt çevirmeyi, Arabın kendi kavgasını kendimize mal etmeyi bir türlü aklımız almamaktadır.

Halli gereken meselelerden biri de şahıslarda ulûhiyyet aranmasıdır. Peygamber dahil, hiç kimsede ulûhiyet aranamaz. İslâm’a zıt olan inançlardan biri budur. İslâm’ın peygamberi sık sık kendinin bir insan olduğunu bize hatırlatmıştır. “Ancak bir kulum, ben. Dininize ait bir şey emredersem bu emri yerine getirin. Kendi reyimle bir emir verirsem, insanım ancak.” “Ancak bir insanım, sizin gibi.”

Kurân da bunu bildirir: “De ki: Muhakkak ki ben de sizin gibi bir insanım. Ancak bana vahiy geliyor.” (Kehf sûresi, âyet 110)

Hz. İsa da ulûhiyyet gören Hıristiyanlara Kur’ân’ın verdiği cevap meydandadır. (Maide sûresi, âyet:116-117; Nisa sûresi, âyet:171-172; Meryem sûresi, âyet:92-93) Şahıslardaki ulûhiyet fikrine giden yolları tıkamıştır. Şahıslarda ulûhiyet aranması fikri, İslâmiyet’te o kadar yoktur ki, Allah’ın irâde ve kudreti, şahısçılıktan, putçuluktan, görünüş aldanmalarından o kadar arınmıştır ki, şu hadis bize bu konuda yol gösterir: “Allah affetmezse hi kimse cennete giremez” diyen Hz. Peygambere etrafındakilerden biri: “sen de mi Ya Resûlullah?” demesine karşılık: “Ben de” diye buyurmuştur.

“Kim zerre ağırlığınca hayır işlerse onu görecek, kim zerre ağırlığınca şer işlerse onu görecek. (Zilzal sûresi, âyet:7-8) Kutsal kelâmı, bizim yaptığımız, yapacağımız hiçbir şeyin kaybolmayacağını gösterir. Yoksa Allah’ın irâdesini bizim yaptıklarımız sınırlamaz. Allah mutlak hürdür ve irâdesi sınırsızdır.Allah’ın irâdesini bizim yaptıklarımıza göre ölçmek ve sınırlamak yanlışlığı yerine, O’nun irâdesine göre bizim fiillerimizi ele almak zorunluluğu olmalıdır. Yoksa ben böyle yaptığım için onun karşılığında Allah’ı mecbur tutmak manâsı çıkar ki, bu, hatalı bir yol olur. Determinizm eser içindir. Tabiat kanunu sünnetullahtır (Allah’ın âdetidir) Bu sünnet O’nun irâdesinin içinde yer alır. O murad etti mi, hiçbir şeyin şaşmayacağını, yanılmayacağını, aksamayacağını gösterir. Karşılık vermek bizim anladığımız manâda bir muhasebe işi değildir. Biz muhasebe işiyle fazla meşgul olduğumuz ve ancak öyle idrak edebileceğimiz için, miktarlar verilmiştir. Bunlar ancak insanın başıboş olmadığını işaret eder.

“İnsan oğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır.” (Kıyamet sûresi, âyet: 36) Sizi boş yere yarattığımızı ve bize dönmiyeceğinizi mi sandınız.” (Müminûn sûresi, âyet: 115)

Nefsimizin kötülüklere meylinden ötürü muhasebenin bizim aleyhimize olacağı bellidir. Bu bakımdan, O affetmezse iyi karşılık görmemiz mümkündeğildir.

Bütün insanlar Allah’a nazaran bu durumdayken, insan denen varlıkta ulûhiyet aramak, İslâm’a girmiş olanların işi olamaz. Bu işi İslâm’dan önceki din ve felsefelerde bulunan

bâtıl yollardı. Arap çekişmesi tekrar buna dönmüş, yeni biçimler eklemiştir.

Türklerin İslâmiyet’e girişi, siyasî çekişmelerin mevcut olduğu devrelere rastlar. İslâmiyet’in esasını, bu çekişmelerin arasında kalarak öğrenmek bahtsızlığına uğramıştır. Bu, Türk milleti için büyük bir talihsizlik olmuştur. İlgili olarak diğer bir talihsizlik, İranlıların Türklerde önce Müslüman olmalarıdır. Türk milleti, kısır çekişmeleri yenmek, bunların üstüne çıkmak kabiliyetini de göstermiş, büyük dehâlar yetiştirmiş, meselelere müsbet istikamet vermiştir. Fakat yine de olan olmuş, arzu edilmeyen şeyler kitleye mal olmuştur.

Bütün bunlarda, Emevilerin entrikaları, Türkleri kalemle karşılıyacak yerde kılıçla karşılamaları rol oynamış, Türklerin Emevilere karşı antipati beslemelerine sebep olmuştur.

Zannediyoruz ki, şimdi sormak zamanı gelmiştir: Arap çekişmelerinden Türk milleti olarak bize ne? Halifeliğe Hz. Ali mi, Hz. Osman mı lâyıktı? Bize ne? O ki bu büyüklerin eşsiz şahsiyetlerini istismar eden bir Arap kavgası meydana çıkmıştı. Arapların kendi mücadelesi içinde biri diğerinden daha haklı, biri öbüründen daha faziletli imiş. Ne biliriz ve bize ne? Şu aile, bu aileden daha efdalmiş. Bize ne? Bunlar benim bölünmem, taraf olmam için bir sebep olabilir mi? Birini diğerine tercih etsem bile, bölünüp parçalanmam için bir sebep olamaz. Türk milleti haklı ve haksız olanı ayırmakta hassastır ama, mezhebe yol açacak kadar işe cephe kazandırması, kendi dışındakiler adına bunu yapması büyük hatadır. Bu döğüş İslâmiyet’e ne getirmiştir ki Türk milletine ne getirsin?

Kur’ân orta yerden kayıp mı olmuştur? Hz. Peygamberin hayatı meçhul müdür? Meselelerin halli doğruca bunlara yönelmekle mümkündür. Buna yönelmek için maksat fikirlerden istifade ise, evet. Fakat şahısçılık, şahısları putlaştırmak, şahıslaraa ulûhiyet aramak ise, hayır.

Bu bahçede çok gül yetişmiştir. Bu güllerden sadece bir veya birkaç tanesini sevmek zorunda değiliz.

Günümüzde İslâmiyet ve Milliyetçilik, sh:111-118

Halim Kaya

26 Kas 2024

Süleyman Eryiğit’in yazdıklarından daha önce hiçbir yazısını okumadım. Mümtaz Turhan, Sabri F. Ülgener, Ömer Lütfü Barkan, Mehmet Genç gibi hocaları okuyup Osmanlının geri kalışının sebepleriyle ilgilenmeye başladığımdan ve özellikle de Mehmet Genç’in iki ciltlik “Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi” adlı kitabını okuduktan sonra “Osmanlı ve Kapitalizm” konusu daha dikkatimi çekmeye başladı.

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

26 Kas 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

28 Eki 2024

M. Metin KAPLAN

12 Eyl 2024

Nurullah KAPLAN

12 Eyl 2024

Hüdai KUŞ

22 Tem 2024

Orkun Özeller

03 Haz 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Ziyaret -> Toplam : 127,33 M - Bugn : 201071

ulkucudunya@ulkucudunya.com