Batı Erdoğan’ı ister mi?
Bahadır Kaynak 01 Ocak 1970
Geçen hafta epeyce gündemde kalan tartışma aslında daha da kapsamlı. Soru şu: Sadece Batılılar değil -ki onların da aralarında fikir birliği olduğu söylenemez- bu coğrafyada bir çıkarı olan herhangi bir aktör Türkiye’de kimin dizginleri elinde tutmasını ister? Artık seçimlere de bir yıldan az bir süre kaldığına göre bu soru daha da anlamlı. Bir yandan yabancıların Türkiye’nin geleceğine ilişkin etkide bulunma ihtimalleri açıkça bir sorun olarak görülebilir. Ülkenin kaderine bizim karar veriyor olmamız doğru olan durum. Ancak bu, Türkiye gibi küresel siyaset açısında önem taşıyan bir aktöre ilişkin başkalarının beklentisi olmadığı anlamına gelmez. Nasıl ki biz ABD seçimleri yapılırken Trump ve Biden arasında keskin tercihler yaptık, bizim seçimlere ilişkin yurt dışında hesapların olması da doğal. Bu beklentiler doğrudan seçim sonuçlarına etki etmeyip, tribünden desteği içerdiği sürece bir sorun yaratmaz. Fakat doğrudan milli iradenin tecelli etmesine yönelik bir müdahale anlamına geliyorsa, tartışmasız bir milli güvenlik sorunu haline dönüşür. Putin’in Batı’da seçim sonuçlarına türlü yöntemlerle müdahale ettiğine dair rivayetler tam da bu soruna işaret ediyordu. Bu iddialar hiçbir zaman somut olarak ispatlanamadı. Rusya’nın Batı dünyasıyla yaşadığı kriz, eğer böyle bir girişim vardıysa bile pek bir işe yaramadığını zaten gösteriyor.
Türkiye’de yirmi yılını doldurmakta olan bir iktidar (lider mi demeliydim?) bir kez daha seçmen karşısına çıkarken yabancıların tercihlerine dair kafamızda bir netlik olması gerekirdi. Oysa Erdoğan’ın hükümet etme şekli, diğer aktörlerin de Türkiye’deki iktidara yönelik tutumlarında sürekli bir değişime sebep oluyor. Güçlü bir ideolojik tabana sahip bir hareketten gelen Cumhurbaşkanı, iktidarı elinde tuttuğu süre içerisinde ‘dava‘nın gerekliliklerinden çok iktidarda kalmanın yollarına odaklandığından bu belirsizliği normal karşılamamız lazım. Zaten Erdoğan bu esnekliği göstermemiş olsaydı bu kadar uzun süre Türkiye gibi çok kompleks bir yapının tepesinde kalması mümkün olmazdı. Bu hamle zenginliği sadece içeride değil, dışarıda da dayanak noktalarının sıkça değişmesine yol açtı. Yirmi yıl önce Adalet ve Kalkınma Partisi kurulurken yanında yer alan hemen tüm paydaşlarla vedalaşan Cumhurbaşkanı, bugün için bambaşka dostlarla yoluna devam ediyor. Yarın için ne olacağını söylemek de mümkün değil. Aynı şekilde dışarıdaki dayanak noktalarında da sürekli bir değişim var.
Yirmi sene öncesine dönersek, Erdoğan siyasi yasaklarla boğuşan, kendi partisinin başına geçmesi bile tartışmalı yargı kararlarıyla engellenen bir siyasetçi konumundaydı. Bu dönemde daha Başbakan olmadan gerçekleştirdiği ABD ziyareti ve iktidarının ilk yıllarında izlediği politikalar açık bir Batı yönelimini göstermekteydi. Aynı şekilde sadece Amerika değil AB de yeni kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi’ne avans açmaya sabırsızlanıyordu. İktidar partisinin vitrininin daha renkli olduğu ve tek adam hakimiyetinin pekişmediği bu dönemde Türkiye, AB sürecine dört elle asıldığı gibi Annan Planı’nı desteklemek gibi alışılagelmişin oldukça dışında açılımlara da razı gelebiliyordu. 1 Mart tezkeresinin kabul edilmemesini bu açıklamayla çelişkili görebiliriz ama parti politikası ABD askerinin ülkede konuşlandırılmasının kabulüne yönelikti. İçerideki bir grubun muhalefetle beraber oy kullanması sonucunda yeterli çoğunluk sağlanamamıştı.
Gazze operasyonları sonrası İsrail’le ilişkilerin ciddi biçimde hasar görmesi bile Erdoğan’ın ve partisinin makas değiştirdiği anlamına gelmez. Zira iktidar, Batı’nın ve bölgedeki müttefiklerinin belirli politikalarından rahatsızlık duymakla beraber hemen yön değişikliğine gitmedi. Hatta Arap Baharının ilk yıllarında bile ABD politikalarıyla bir uyumsuzluk gözlemlenmiyor, Obama’nın Türkiye ziyaretinde işaret ettiği gibi bölge için, Müslüman topluluklar için rol modeli olma iddiası pekişiyordu. Ne zaman ki Arap Baharı Suriye’de ve Mısır’da geri tepti, başta Erdoğan olmak üzere iktidarda dış ittifaklar konusunda soru işaretleri belirmeye başladı. Obama’nın telefon konuşması yaparken servis edilen eli beyzbol sopalı fotoğrafı ABD ile Türkiye arasında baş gösteren sıkıntının sembolik anlatımı oldu. Kobane olayları, karşılıklı söz düellosu derken Erdoğan’ı Astana sürecine götüren süreç de başlamış oldu. Yine aynı dönemde içerideki müttefikler de iktidar mihverinin kimyası da değişti. Dışarıda çokça Türkiye’nin makas değiştirdiği şeklinde yorumlanan bu kırılmanın Erdoğan’ın o döneme ilişkin ihtiyaçlarıyla ve stratejileriyle ilgili olduğu çok açık. Üstelik, Rusya ve İran’la el ele sürdürülen Suriye politikası sadece Cumhurbaşkanı’nın değil aynı zamanda güvenlik elitinin de tercihi gibi görünüyor. Kim tarafından kurgulanırsa kurgulansın günün sonunda Türkiye’nin Batılı müttefiklerine ihtiyacı bitmiş değil, keza biz de kimi aksi görüşlere rağmen gözden çıkarılmış olamayız.
Sadece bölgesel anlaşmazlıklarda değil, silah tedarikinde, ekonominin ihtiyacı olan kaynaklara ulaşımda ABD’nin de AB’nin de kritik rolünü üstlenecek alternatif mevcut değil. Üstelik Ukrayna Savaşı’nın da ortaya koyduğu gibi alternatif olarak gösterilen yollar çıkmaz sokak.
O zaman Batı’nın yeniden Erdoğan yönetiminde bir Türkiye’yi tercih edeceği tezlerine geri dönelim. On yıla yakın bir süredir ilişkilerde devam eden bozulma bu tezi desteklemiyor. ABD yönetiminin bir türlü kapsamlı bir müzakereye yanaşmaması, Suriye’de PYD’ye, Ege’de Yunanistan’a desteğini sürdürmesi bir sıkıştırma politikasına işaret ediyor ve Türkiye’de farklı bir iktidarı tercih ediyor olabileceklerini gösteriyor. Biden’ın Başkanlık seçimlerinden önce yaptığı bir konuşmada, Türkiye’de demokratik yollarla iktidar değişikliğini arzuladığını söylemesi uzun süre konuşulmuştu. Öte yandan iktidardaki yirmi yılını özetlediğimiz Erdoğan’ın ihtiyaç hasıl olduğunda makas değiştirebildiğini bizim gibi Batılılar da görüyor. Seçimlerde iktidar değişikliği olmaması durumunda da ABD’nin de AB’nin de Ankara’ya ihtiyaçları devam edeceğinden bir biçimde ortak bir çalışma zemini bulunması beklenir. Yirmi senedir sarsıntılarla da olsa devam eden bir yolculuğu bir süre daha sürdürebilirler.
Bununla beraber ABD’nin de AB’nin de ilk tercihi muhalefetin adayları arasında olabilir. Henüz karşı cephe adayını tespit edemediğinden ve asıl Erdoğan’ın karşısına çıkacak aday konusunda kan gövdeyi götürdüğünden dışarısı da bu noktada beklemeyi sürdürüyor. Muhalefet adaylarının şimdiden özellikle ABD’nin desteği, Batı’yla ilişkilerin yeniden hal yoluna sokulması için bazı taahhütlerde bulunuyor olmaları mümkün. Elbette bunu Türkiye’nin Suriye ve Ege gibi konulardaki hassasiyetlerini tamamen göz ardı ederek yapmaları söz konusu olamaz. Ama adaylar içerisi kadar dışarıdaki desteklerini de yönetmek durumundalar.
Gelelim son zamanlarda en çetrefilli ilişkileri geliştirdiğimiz Rusya cephesine. Erdoğan döneminde Ankara-Moskova ilişkileri bir nevi aşk-nefret sarkacında salınıyor gibi görünüyor. Ukrayna savaşı bu uçlarda gezen durumu daha da belirginleştirdi. Türkiye’nin Ukrayna’ya belli alanlarda verdiği açık destek, NATO ittifakı içindeki duruşu bir yana bir yandan da Rusya ile yakın ilişkileri sürüyor. Bu pragmatik politikalar Merkez Bankası rezervlerinde birdenbire beliren milyarlarca dolara dönüşebiliyor. Son olarak Türkiye’ye bu kışı geçirmesine yetecek şekilde kredili doğalgaz satışı yapılacağı rivayetleri -eğer doğruysa- mali iflasa dolu dizgin giden ülkeye süre kazandırıp, hükümetin seçime kadar dayanmasına da imkân sağlayabilir. Rusya’nın bu kapıyı açıp açmayacağını göreceğiz.
Velhasıl Batı’nın da Rusya’nın da Türkiye seçimleri için tercihleri olmakla beraber, her seçim sonucuna ilişkin senaryoları olduğunu da kabul etmek gerekir. Ekonomik kırılganlığı bu derece artan bir ülkede kim seçilirse seçilsin zaten belli bir çerçevenin dışına çıkamayacaktır. Benim görüşüm, ABD’nin ve AB’nin ilk tercihinin muhalefet adayları arasında olduğu yönünde. Putin’in Erdoğan’a mavi boncuk verip vermeyeceğini ise doğalgaz anlaşması olursa göreceğiz.