« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

M. METİN KAPLAN

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

12 Eyl

2022

Bilmeyi de bilmiyoruz, düşünmeyi de

Ahmet Selim 01 Ocak 1970

Sinan Çetin nostaljiye, geçmişe vuruyor. Önemli olan gelecekmiş, geçmişe önem veren tükenirmiş, falan.

Ne denilmesi gerektiği belli; onun da onu söylemeye çalıştığı besbelli! Demek istiyor ki, “Eski günler, eski yapılanlar, şöyle güzeldi böyle iyiydi diyerek köşeye çekilmek ve her yeni yapılanı her yeni günü kötüleyip durmak yanlıştır.”

Demek istediği başka, dediği başka.

Her yeniyi övmek, ve bunun tabii icabıymış gibi de bütün geçmişi kötülemek; bizim eğitim sistemimizin esasıydı. O da yanlış, ama bu da yanlış.

Hep düşünmüşümdür neden biz, her doğrunun kuyruğuna kendisinden bile daha büyük bir yanlışı takıyoruz acaba? Bunu niçin inatla, ısrarla, ilke gibi, ideal gibi benimseyip uyguluyoruz?

1970’li yıllarda ilk yerli otomobil çıkmıştı. Şimdi “tenekeydi” diyorlar. Ama şimdi diyorlar. İlk çıktığında, yılların şoförleri bile sempatik bulmuşlardı ve beni çileden çıkarmışlardı. “Yahu bu, kavram olarak bile otomobil değil. Sepetli motosiklet gibi bir şey. Kendini bir otomobilde yolculuk yapıyormuş gibi hissedemiyorsun. Sanki bir otomobilde değilim de, gerçek bir otomobilin kaputunun üzerine oturmuşum, tutunmaya çalışıyorum! Hızı çok belli ediyor, üstelik sarsak-titrek bir belli ediş bu. Pedallarına bak, oyuncak gibi; neredeyse ayaklarım birbirine sürtecek. Çok basit, çok aciz bir şey” diyordum. Karşı çıkanlar oluyordu.

Bizde yeniye karşı görmezliğe varan bir iltimaslı hayranlık daima söz konusu olmuş değil midir? Bizim asıl zaafımız, yeni hayranlığının körlüğü müdür; eskiye takılı olmaktan dolayı yeni güzelliklerin farkına varmamak mıdır? Hadi oturup; hatırlayalım, örnekleyelim, şöyle efendice bir muhasebesini yapalım… Kabul ettiremezsin. Sevmezler böyle soğuk ve basit değerlendirme işlemlerini!

Kaçmak kötüdür. Hayattan, hakikatten kaçmak kötüdür. Ama sadece geriye doğru değil, ileriye doğru kaçmak da kötüdür. Ve bizim kaçışımız, hep ileriye doğru olmuştur. Çünkü böylesi daha kolay, daha masrafsız, daha bol aldanış tesellileri olan bir kaçıştır. Üstelik, ucundan kenarından gericilik şaibesine bulaşmak riskiniz de hiç yoktur!

Şimdi tukaka ediyorlar. 1980’lerde öyle bir iyimser hava vardı ki değme gitsin! Rauf Tamer’in bazı yazılarını hatırlıyorum. “Gençlerin boyları bile uzadı. Ayaklarına, ayaklarındaki rahat ayakkabılara bakın. Hayatı ve rahatı seviyorlar. Hepsi pırıl pırıl, hepsi dinamik…” türünden yazılardı onlar. Banker olayları dahi, önceleri kapitalizmin büyülü dalgalanışları olarak alkışlanmıştı… Öyle miydi hakikat? Ve biz hakikat’ten kaçıyor değil miydik? Milliyet Gazetesi’nde bir Japonya gezisiyle ilgili olarak bazı iş adamlarının kepazelikleri anlatılmıştı, tam sayfa olarak. Apaçık görülüyordu ki, ürkütücü bir “tefrit-ifrat” sarsıntısı daha yaşanmak üzereydi… Çeşitli yeni bunalımları vahim bir tepkisellik dağılması yüzünden biriktirmeye başladığımız apaçık okunuyordu… Sadece şu kadarını hatırlamak yetebilir: “anarşi-terör bitti” derken, asıl belalı terörün başımıza yeni musallat olacağını aklımızın ucundan bile geçirmiyorduk.

Bizde her yeni dönem “sıfırlama” ile başlatılmak istenir. “İstenir” sadece. İstenir ve buna bağlı olarak bazı “yok saymalar”ın hamuruyla bir “yeni” sayfası açılır; lakin bir müddet sonra, o sıfırlama sayfası realitenin sıcağında eriyip gider ve dönüşümlü devamlılıkların manzarası ortaya çıkar. Hiçbir dönemi sıfırdan başlatamazsınız; siz öncesinin bilançosunu adam gibi değerlendirip akıllıca ders almış olarak bir yol haritası birikimiyle yola çıkmaz da ileriye kaçma sıfırcılığının rehavetini seçerseniz, sadece o dönemin “olması ve doğması gereken” nasibini sıfırlamış olursunuz.

* * *

Her şey modaya tâbi değildir ki, her şey için “modası geçti” denilebilsin. Öyle değerler vardır ki, onlar değişmez. Sadece bizim onları anlayabilme kavrayabilme ve yorumlayabilme seviyemiz farklılık gösterebilir. Öyle değerler de vardır ki, özlerini koruyarak değişebilirler… Bunlar hakkında endazesiz konuşulmaz. Değer ölçülerini bir keyfi izafiyet tavrıyla müphemleştirirsek, düşünülecek konu kalmaz; yahut konular düşüncesiz kalır!

Saçmalamanın ideolojisi ekolü olmaz. Bazı adlandırmalar, eleştiri noktasına izafeten yapılır. “Gelenekçilik” de öyledir. “Ben geleneklerden başka değer tanımam; gelenekte ne varsa odur, başka ölçü dinlemem.” diyen bir normal düşünür var mıdır? “Ben yeniyi yeniliği moderni, nitelikleri ne olursa olsun reddederim” diyen bir “gelenekçi” tanıdınız mı siz, bizim yakın geçmişimizde? Sıfırcılığa, yani sıfırdan başlamanın hakikat kaçgınlığına karşı çıkmak, “gelenekçilik” yaftalamasına müstahak bir tutum mudur?

Henüz kelimelerden cümlelere geçemedik ki, cümlelerin akış bütünlüğü içindeki “kavramlar ilişkisi”nin tutarlık ve sıhhat dengesine gelebilelim.

Acemi yüzücü, suyla kavga eder. Yapacağı iş, kendini suya taşıtmanın küçük hareketlerle ahengini kurmak olduğu halde; “aman bu boğacak beni!” korkusu yüzünden onunla kavga eder. Acemiliğin pratik tanımı budur. Acemi düşünce adamı da kelimelerle kavga eder. Sadece husumetinde değil, sevdasında bile nobranlık vardır. Kelimelerin kendi dilleri olsaydı da konuşabilseydiler; bütün acemilere, dost yahut düşman olduklarına hiç aldırış etmeden, “aman benden uzak dur!” derlerdi. Dipteki bunalımın bir özetini vermeye çalışayım:

Herkesin söylediğinde bir hakikat payı var; hiç kimse başkasının sözündeki hakikat payını görmeye ve kabullenmeye razı değil; “benim söylediklerim tümüyle doğru, onun söyledikleri tümüyle yanlış” iddialaşması, herkesçe bir varoluş zarureti gibi algılandığı için, sentezini ve sentezcilerini arayan hakikat değerleri (unsurları) kopkoyu bir nisyan sürgününde. “Dip Bunalım” işte bu.

Aranan sentez, sabit bir formül kalıbı değil; farklı ağırlık değerlemeleriyle geliştirilecek çözüm düşünceleri, çözüm yorumları ve bunlarla ışıyacak olan zengin nüanslı bir sentezler manzumesidir.

Farklılıklarla ilgili meselelerin, ortak noktalardan oluşan kimlik ve kişilik hasletleriyle çözülebileceğini dahi akıl edemiyoruz. Çözücü zenginliklerin bizatihi kendisini çözülmeye iten bir entelektüel nefsaniyet, en kaba materyalizmde bile benzeri olmayan bir özel bencillik tutkusuyla kendini de ziyan ettiğini düşünemiyor.

Aslında düşünmek, bilmeye çalışmaktır. “Ben bunu biliyorum” demek “bu düşünülmüşün sahibiyim” demektir. Allah her şeyi bilir, düşünerek bilgi elde etmekten münezzehtir. Biz her şeyi bilmediğimiz için, bilişimizi arttırmak için düşünüyoruz, düşünmek durumundayız. Gerçekten bilen insan, düşünmesini de bilen insandır. Bilgisi çok da düşüncesi kıt” gibi gördüğünüz insanlar, inanın ki aslen hiçbir şey bilmiyorlar. İnsan, sırtındaki değil beyindeki, ruhundaki bilgiyle bilgili olur. Bilgi hamallarının cehaletinde şaşılacak hiçbir şey yoktur. Her şeyden önce, bilginin ne olduğunu bilmek için bile düşünmeye muhtacız. Sadece taşınan yahut ezberlenen bilgiler yani içselleşmeyen ve düşünülmeyen bilgiler cehaleti kaldırmaz; ama çok muhataralı bir sonuç doğurur: Cehaleti gizler, renkli örtülerle örter, ruhi zekayı yavaş yavaş köreltir. Kapitalizmin küresel iklim bozulmasını bile önemsemeyen son versiyonu ruhi zekayı özellikle köreltiyor ve o versiyonun güç bela uygulayıcısı olmak durumunda kalanlarda da, onun sardığı çaresizliklerle bunalanlarda da, bu hal çok daha dramatik bir biçimde yaşanıyor. Ortak noktaları devre dışı bırakan koparılmış ve keskinleştirilmiş farklılıklarda insanın yeni kimlik arayayım derken kişiliğini kaybettiğini fark edememesi; “aile bireyi” olmasını bile imkansızlaştıran bir gafletin doğması; meselelerini çözeceğim sanarak kendi kendini çözülmeye uğratan bir acıklı çelişkinin rağbet bulur hale gelmesi; hep bu “ruhi zeka körelmesi” dramının sonuçlarıdır. Kelimelerle kavga etme tavrının sonunda kendi kendisiyle de kavga etme (kendi kendini nakzetme, cerh etme) türeviyle buluşup kesişmesinde yadırganacak bir şey yoktur.

* * *

“O meselenin çözümü, vaz edilişinde kullanılacak cümlenin doğru kurulmasıyla kendiliğinde ortaya çıkar kardeşim!” sözünü hemen her mesele hakkında rahatlıkla söyleyebilirsiniz. 24 saatte gündem değişir, mevsim değişir, ortam değişir; ama kelimelerle kavramlarla kavga etmeyi bir var oluş kaçınılmazlığı gibi gören derin gafletin ruhi zekayı söndüren inadı bunu normal karşılar.

Ortak akıl kavramını da içini boş bırakarak ortak akıl karışıklığına bakın ne kadar kolay dönüştürdük.

Bir değişim şartına bağlamaksızın mutlu ve iyimser olmak, kötümserlik ve umutsuzluk telkin eden menfiliklere katkı sunmak anlamına gelir; bunu yapmayalım. Yapmamız gereken, umudun ve iyimserliğin icaplarını gönülden savunmaya sevgiyle sabırla duayla devam etmektir.

Ziyaret -> Toplam : 145,94 M - Bugn : 123217

ulkucudunya@ulkucudunya.com