Kişi rejiminde devlet nasıl yönetilir?
Arslan Tekin 01 Ocak 1970
Bartın-Amasra'da, 41 kişinin hayatını yitirdiği maden ocağı faciası son olur mu dersiniz?
Gelişmiş ülkelerde nasıl tedbir alınıyorsa, bizde de öyle tedbir alınması gerekmez mi? Dünyaya açığız... Gelişmiş ülkelerle iç içeyiz. Neden örnekleri önümüze koymuyoruz? Acaba diyorum, tedbirsizlik, devlet yönetiminde sistem arızası mı?
TMMOB Maden Mühendisleri Odası Zonguldak Şubesi Yönetim Kurulu, 29-30 Eylül 2022 tarihleri arasında düzenlenen Uluslararası Kömür Kongresi'nin sonuç bildirgesini yayınladı. Teknik açıklamalara girmeyeceğim. Bildiride, siyasî dokunma dikkatimi çekti:
"Tek adam rejimi ile 'parti devleti' kuruluşu tamamlanmış, kamu görevlileri parti yöneticileri gibi, parti yöneticileri de kamu görevlisi gibi davranmaya başlamıştır. Yeni sistemde kamu kurumlarının, emek-meslek örgütlerinin ve üniversitelerin yerini cemaatler almış, bu kurum ve kuruluşlar yerine cemaatler tarafından oluşturulan politikalar yaşama geçirilmiştir. Bu durum kam[u]lardaki liyakatsiz kadrolaşmanın temelini oluşturmuş, kurumların içi boşaltılmış ve gerçek işlevlerinden uzaklaştırılmışlardır. Yönetim kadroları ise uzun zamandır politik tercihlere göre şekillendirilmektedir."
Türkiye'de, yasaklı veya yasaksız, her fikirden insan vardır. Cemaatler de tarikatlar da yer bulur. Diğer taraftan kanunlar var, anayasa var. Kadroların ne kadarı kanunlarla, Anayasa'yla uyumlu?
Bildiriden aldığım bu paragraf, Türkiye'yi yönetenlerin, sağdan olsun, soldan olsun, çok insanın dile getirdiğini özetlemediğini, "Devlet"in "bir kişi"nin eline teslim edilmediğini söyleyebilir miyiz?
O "bir kişi" her şeye el uzatıyor.
Bartın-Amasra'da maden kazası oluyor, "Amasra'ya gideceğim, çalışmaları koordine edeceğim." diyor, insanları şaşırtıyor.
Bu hâl, "lider"in her işe el attığını göstermez; kadrolarına güvensizliğini gösterir. Liyakatsizliği gösterir, bencilliği gösterir, abartıyı, lüzumsuzluğu gösterir...
Yukarıdaki alıntı ile "Devlet"i yönetenin, facia alanını "koordine"si arasında sıkı bağ vardır.
1999... Ağır depremler yılı. 17 Ağustos 1999'da Marmara depreminin ardından 12 Kasım 1999 Düzce-Kaynaşlı depremi oldu. Ben de gazeteci olarak notlar yazmak için Kaynaşlı'ya gittim. Öyle bir deprem ki, hareket hâlindeki kamyon bile devrilmişti. Çok sayıda yıkık bina. 700'den fazla insanımızı kaybetmiştik. Enkaz kaldırma çalışmaları devam ediyordu. O sıra Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Kaynaşlı'ya geldi. Öyle ardından dizi dizi korumalar, yardakçılar yok. Bir kendi arabası, bir de korumaların arabası. Aceleci bir bakan vardı. Oradan oraya gereksiz koşturuyordu. Hemen Demirel'in yanına geldi. Ben de diplerindeyim. Bakan Bey: "Efendim, ileride enkaz kaldırma çalışmaları yapılıyor, gitmek ister misiniz?" diye sordu. Demirel: "Hayır, kalabalık etmeyelim, işi engellemeyelim. Herkes işini yapsın." dedi. Biraz bilgi aldıktan sonra arabasına bindi, geri döndü.
Demirel, en tepede oturuyordu. Başbakan vardı, bakanlar vardı, bürokratlar vardı. Herkes kendi üzerine düşeni yapıyordu. Gerektiğinde istişare ediliyor, orta yol bulunuyordu.
Rejim değişikliği bir tarafa, devleti yönetenin, görüntüyle "tek adam" bağırtısı, kişiliği, sistem arızası veriyor. Öyle yol çiziyor ki, bütün kapılar ister istemez ona çıkıyor. Çevresindeki insanlar, beyin olarak ne kadar kıymetli olursa olsun, silikleşiyor, ufalıyor. "Rejim" gayya kuyusunda eriyor. Bunu bildikleri için, etrafında herkes "Cumhurbaşkanımızın emriyle" retoriğine desem uygun değil, kalıp sözüne sarılıyor, kendisini yok sayıyor.
Daha yakın zamanda Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, Balıklı Rum Hastanesi yangını için, "Cumhurbaşkanımızın talimatıyla yangına müdahale edildi." dememiş miydi!
İtfaiyeye emir vermeseydi, yangın söndürülmeyecekti!