« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

07 Kas

2022

Bir başka açıdan bir başka ışıkla bakmak

Ahmet Selim 01 Ocak 1970

Normalden her gün biraz daha uzaklaşıyoruz, tuhaflaşıyoruz. Genişleyip derinleşen potansiyel tepki fokurdayışını yok saymakta ısrarlı gibiyiz. Gönül planındaki sancılanmayı hissedemez haldeyiz. Toplumsal psikolojik yapıyla hiç ilgilenmiyoruz.
Aynı manayı belki daha da etkili bir biçimde ve incitici olmadan vermek mümkünken; acaba niçin öyle yapmayız da, incitici-kırıcı-yaralayıcı olan sivri bir üslubu tercih ederiz? Hiç anlamadığım konulardan biri de budur. Ne daha etkili, ne de daha güzel ve yararlı olur. Peki niçin öylesi tercih edilir?
Bir hatıramı anlatmak istiyorum:
1960’lı yıllardaydı. Okul arkadaşımla bizim semtin bir kahvehanesinde buluşuyoruz… Bahçeli bir yerdi, herkesi görmek mümkün oluyordu… Kahvehanenin sahibi eski bir kabadayı, bize karşı da çok saygılı… O kahveyi sonra semtimizin delikanlılarından birine devretti. Devretti ama, aralarında büyük bir husumet doğdu. Beni ikisi de çok sever, sayardı. Kahvenin yeni sahibi de, gerçekten mert, yürekli ve bilekli bir delikanlı… Aynı zamanda dürüst, efendi… Ve hiçbir şeyden çekinmeyen, dönmeyen bir ruha sahip… Araları öylesine gerildi ki, kıyamet koptu kopacak. Öyle sıkılıyordum ki, anlatılamaz. Bir şey yapabilir miyim diye düşünmekten geceleri doğru dürüst uyuyamıyorum. Bana mı düşer, ben üniversite çağında bir gencim. Ama semtin ileri gelenleri durumu seyrediyor.
Bir sabah, ünlü kabadayının kıraathanesine gittim. Sevindi, memnuniyetini ifade etti. Kahvelerimizi içmeye başladık. “Abi” dedim, “Hiç haddim değil. Ama bana olan sevginizden cesaret alarak, size bir ricada bulunmak için geldim…” Uzatmamayım. Son cümlelerim şöyleydi: “Bir insana, konumuna mevkiine göre yüzlerce binlerce insan hoş davranabilir, yağ çekebilir. Ama gerçekten sevenlerin sayısı çok fazla değildir. Belki 10, belki 5, 3 kişidir. Şunu tam bir bilgiyle söylüyorum ki o çocuk sizi gerçekten sevenlerden biri.” Birkaç tespitimi de naklettim… Gözlerinde ışıltılı bir doluluk oluştu. “Sözlerin içime işledi, mesaj alındı” dedi… Ve ertesi gün geldi, işini bitirmeyi düşündüğü delikanlıyla kucaklaştı ve barış sağlandı. Herkes şaşırdı ve kimse bu işin nasıl olduğunu anlayamadı. Ben de kimseye söylemedim. Yalnız, yaşlı bir amcamız vardı, Kâtip Ali olarak bilinen; o bir gün bana “Bu barışın sırrı bana malumdur” dedi, omzuma elini koyarak. “Sağ olasın sen” ile başlayıp birkaç dua cümlesi söylemeye çalışırken sesi titriyordu…
Bazen insanların yüreğine dokunmak gerekir. Uygun üslubu, uygun kelimeleri bularak ve gönülden seslenerek olur bu. Her zaman değil; zor geçitlerde, tıkanma noktalarında, derin meselelerde… Bunu yapmadan “tedbire tevessül” görevi tamamlanmış olmaz.
* * *
Her türlü gayrete rağmen, bazılarına bazı şeyleri anlatmak mümkün olmayabilir. Hem de hiç ummadığınız kişilerden böyle bir anlayışsızlık görebilirsiniz. Benim de bu türden birkaç hicranlı hatıram var. Ve o hatıralarım içimin bir köşesinde, fısıltı halinde bile olsa varlığını hissettirip durur. Tahammül etmişimdir ama; kabullenememişimdir, unutamamışımdır. O fısıltılar, bazen, sessiz gecelerde beni bir müddet meşgul eder periyodik olarak, Aradan 20-30 belki 40 yıl geçmiştir; ama hâlâ canladır. Mücadeleden ve mukabeleden kolay bir şey yok. İsteseydim siler geçerdim. Hatta belki de öyle yapmam objektif açıdan daha doğru olurdu. Buradaki önemli farklılık şu: gücüm yetmediği için yapamamış değilim, gönlüm razı olmadığı için yapmadım. Bedelini göze alarak sabır ve vefayı seçtim. Anlatmaya çalıştım, anlayamadı; vermeye çalıştım, almadı. İçimde hüzün var, pişmanlık değil. Sızlayan vicdanım değil, yüreğim. Her meseleyi çözemeyeceğimizi, çözemeyeceğimiz meselelerin daima var olacağını hem biliyorum, hem de bilinmesinin gerekliliğine inanıyorum. Bir noktada durmak ve ötesine sadece tevekkülle bakmak lazım…
… Peki bu manzarada haşinliğin nobranlığın yeri var mı? Bir düşünür hayat üç günden ibarettir demiş: dün, bugün, yarın. Nasibimiz neyse onu alıp gideceğiz. Kimler geldi, kimler gitti. Sevgi ve düşünce ile tanışmamışsak, kavga edip durmuşsak, hangi nasiple nereye nasıl bir yüzle gideceğiz. Yenişehirli Avni Bey, “… rûz-i mahşerde nemiz var denecek; Biz günah etmedik ki insancasına” diyor. Öyle beğenirim ki bu “günah etmedik ki insancasına” sözünü.
İnsan doğmak yetmez. İnsan olmak ve insan kalmak ise; eğitimle ve tekamülle gerçekleşir. İnsanlığımızı tartışılır hale getiren bir noktadaysak; birtakım mensubiyetlerin ve aidiyetlerin, sıfatların ve unvanların hiçbir anlamı kalmaz. “Bu da insanlık mı?” dedirten haller eleştirilmez, sadece vasfı söylenip geçilir.
* * *
Ruhuna saplanmış bir şey var ise, ona saplantı denilemez. Ziya Gökalp beyninde bir kurşunla yaşamış; o kurşun, saplantı değil, saplanandır. Neden öyle oluyor? Çünkü kurşun çıkarılabilecek yerde değil ve onunla yaşamak zorunda kalmış. Ha beyinde ha ruhta hiç fark etmez.
Bir arkadaşım vardı, okul çağlarındayken. Bir ihanete uğramıştı ve tedavi etmeye çalışıyorlardı. Ben ise bambaşka bir şey söyledim: “Bak benim güzel arkadaşım” dedim. “Bu kurşunu kalbinden kimse çıkaramaz. Sen onunla yaşamaya çalışacaksın. Çünkü yaşamak bizim görevimiz. Can bize emanet. Bu ilk defa senin başına gelmiyor. Felaketi kabul edeceksin, ama sana öyle bir saygım var ki, bu saygı bile hayatın yaşanmaya değer olduğunu anlatmaya yeter. Helal süt emmiş insan mı yok? Neler var, neler. Kim bilir hangisi seni nerede bekliyor?” Ve o arkadaşım iki yıl sonra tanıdığım en mesut bir evliliğin sahibi oldu… Öteki de zilletin kuyusuna doğru yuvarlanmaya devam etti. Bana bir gün dedi ki. “O kıymık beynimde hâlâ duruyor.” Normaldir, diye karşılık verdim. “Normaldir. Çünkü sen normal insansın. Yeter ki beynine saplanmış o kıymığı bir saplantı haline getirme, şimdiki aziz eşin de o saplanmışı biliyor, ama saplantının varlığını hissederse sarsılır. Hiçbir olay, ‘olmamış’ hale getirilemez; ama gömülebilir; bir virüs gibi izole edilebilir, hayatın dışına atılabilir. İnançlarınla dik duracaksın. Biz Allah’ın kuluyuz. Bu sadece ona karşı görevlerimiz var demek değildir. Bu aynı zamanda ‘O bizim sahibimiz’ demektir. Ve biz önce bunun için, yalnız değiliz, kimsesiz ve yardımcısız değiliz. O onun levsiyatıdır ve sana hiçbir şey bulaşmaz. Sevmeyi bilmeyenler kimseyi sevemez. Vefayı bilmeyenler kimseye vefa gösteremez. Ben sana senet vereyim; en geç 5 yıl içinde o şimdikini de aldatacak. Senin yıkılman değil, acıman lazım. Acınacak halde olan o. Sen yaralı bir aslansın. Bu yara sen gibi bir aslanı deviremez, bitiremez, şimdi beraberce sokağa çıkıp başımız bulutlarda yürüyeceğiz gökyüzüne gülümseyerek. Şu ilaçları falan da bırak. Saplanmışlarınız çok olabilir, ama saplantılarınız olmamalı. Bazı yaralar çiçek gibi taşınır. Yeter ki ruhunda kirlilik olmasın. Alınlara leke sürülmeye çalışılmasın. Sonra, insanın kendine zulmetmesi de zalimliktir; nefsine bu hakkı tanırsan, öbür zalimden bir farkın kalmaz ki…”
* * *
Bir hakikat payının yahut parçasının etrafına bir nefsaniyet ağı örüp onu güya savunduğunu sananlar, kendilerini aldatmış olurlar ancak. Bu hakikate hizmet değil, onu istismar etmektir. Bunların arasındaki çeşitlenmeler, farklılıklar, (surîdir) görünüştedir ve aslında yaptıkları iş, hakikati beraberce tahrip etmek demektir.
Bazı ortak değer ölçüleri yok ise, farklılıklar da olmaz; olan şey, kopukluktur, yabancılıktır sadece. Neye göre farklı? Bunun “ölçüsü-sınırı” yoksa farklılık da yoktur… İhtilaf bahsinde de durum aynıdır. Hiç ortak noktası olmayanlar arasındaki yabancılıklara ihtilaf denilmez.
Normalden her gün biraz daha uzaklaşıyoruz, tuhaflaşıyoruz. Genişleyip derinleşen potansiyel tepkiyi görmemekte ısrarlı gibiyiz. Gönül planındaki görünmez ayrışmayı hissedemez haldeyiz. Toplumsal psikolojik yapıyla hiç ilgilenmiyoruz. “İdeolojik” denilebilecek bir tez-antitez furyasının anaforunda her medyatik aydın, kendi bireyselliğinin kopmuşluğunu tekrar edip duruyor ve bu havailiğin bütün beşerî (insani) değerlerimizi nasıl salladığını fark edemiyoruz. Üslubumuz bozuk, tavrımız duruşumuz hiç hoş değil.
Ortak akıl, adeta bir karşılıklı kurnazlık biçiminde algılanır oldu. Karşımızdaki tehlikenin bilincimizde yeri yok. “Kılıçdaroğlu, terörü silahla önlemeye çalışıyorlar, bu iş mantıkla çözülür” diyor. Hangi mantıkla? Sendekiyle mi? Karşıda, açık-gizli 10 binlerce mensubu olan, uluslararası desteğe ve ciddi finans kaynaklarına sahip silahlı bir örgüt var, bunun paralelinde başka örgütler ve destekler var… Lakin ihatalı bir tespit bakışımız yok. “Ateş düştüğü yeri yakar” denilir. Bunun doğru kullanım yerleri var ama, bu ateş bütünün bağrını yakıyor, sadece düştüğü yeri değil. O örgüt, öylece dururken, demokratikleşme özlemleri gerçekleşemez. Özlememiz elbette devam etmeli; ama özlemlerimiz gözlerimizi kör etmemeli… Devlet içinde, demokratik kurumlar arasında, rahat söylenip anlatılması bile mümkün olmayan çekişmeler uyuşmazlıklar var…
… İnsanımız böyle bir ortamda kendi insani sıkıntılarıyla baş başa ve yapayalnız. Kendisiyle bile konuşamıyor.
Bir başka açıdan bir başka ışıkla bakmaya şiddetle ihtiyacımız var. Yalnızlığımız, özlemlerimiz, acılarımız derinleşiyor.

Halim Kaya

16 Ara 2024

Mustafa Çolak’ı birkaç yıl önce Samsun Türk Ocağı’nda dinlemiştim. O zaman Enver Paşa ile İttihat ve Terakki hakkında benim tarafımdan dikkat çeken bilgiler vermiş, dolayısıyla dikkatimi çekmişti.

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

16 Ara 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

28 Eki 2024

M. Metin KAPLAN

12 Eyl 2024

Nurullah KAPLAN

12 Eyl 2024

Hüdai KUŞ

22 Tem 2024

Orkun Özeller

03 Haz 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Ziyaret -> Toplam : 130,49 M - Bugn : 43478

ulkucudunya@ulkucudunya.com