Muhalefet, iktidarın çizdiği sınırın dışına her çıktığında, kazandı!
Murat Sevinç 01 Ocak 1970
Bu satırlar 10 Kasım günü yazılıyor, Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatının 84’üncü yıldönümü. Saat 9:05’te azımsanmayacak sayıda yurttaş tarafından anıldı, pek çok yerde trafik durdu. Aynı ülkede, işyerlerinde, evlerde okullarda ve trafikte, bu durumdan, durup beklemekten hoşnut olmayanlar da vardı ve onların hoşnutsuzluğunun, tarihsel gerekçeleri. Aynı ülkede, aynı hukuka tabi yaşıyoruz.
Her şeyi, farklı tarih okumalarını, tartışmaları vs. bir yana bırakalım, bir ‘kurucunun’ vefatından bunca yıl sonra milyonlarca insan tarafından hâlâ bu denli samimiyetle ve vefa duygusuyla anılıyor, özel ve kamusal yaşamının güvencesi kabul ediliyor oluşu, başlı başına çarpıcı bir durum. Eğitim tornamız malum, buna mukabil, tüm bileşenleriyle devlet Mustafa Kemal’den uzaklaştıkça yurttaşın yakınlaşmış olması da, ayrıca üzerinde durulması gereken bir vaka.
Bugün, samimi ya da değil, siyasetçiler de 10 Kasım anması yapacak. Aynı siyasetçiler, on küsur gün önce 29 Ekim’de Cumhuriyet’i kutladı. 29 Ekim’den üç gün sonra, 1 Kasım’da, Saltanat’ın kaldırılışının 100’üncü yılında, örneğin ‘altılı masa’dan hiçbir parti genel başkanı (kaçırdığım bir şey varsa düzeltirim) Saltanat’ın kaldırılışının 100’üncü yılıyla ilgili bir mesaj yayımlamadı.
Siyasetçi ya da değil, tanınmış insanların özel gün ve olaylarda ne yayımladığıyla, bir şey söyleyip söylemediğiyle ilgilenmiyorum. ‘Söylemeye zorlamanın’ anlamını biliyorum. Hatta, ‘bir şey söyleme’ ve bunu sosyal medya hesabından paylaşma geriliminin siyasetçiler için büyük bir dert olduğu kanısındayım. Ancak, Çatladıkapıspor şampiyon olduğunda kutlama yarışına giren liderlerin, 1 Kasım’dan habersiz olması mümkün olmadığı gibi, suskun kalmaları da kabul edilebilir değil.
Saltanat yanlısı karikatürleşmiş ahaliden dahi ürktüklerini gösteren bu pısırıklığa tanık olmak çok yorucu, can sıkıcı. Düşündüm, acaba Cumhuriyet ilanı için önce Saltanat’ın kaldırılması gerektiğini, yani monarşi ile cumhuriyetin aynı anda var olamayacağını bilmiyor olabilirler mi, sanmıyorum. Peki birinin ilanını kutlarken, diğerinin adını dahi anmamak nasıl bir zihnin ürünü olabilir? Yağmura bayılırım ama kuru olması kaydıyla… Kar yağdığında mutlu oluyorum, ancak yaz aylarında olursa… Neyse ki, ‘Öz Erciş Seyahat’ firması var. Kamuoyuna Anayasa hükümlerini hatırlatarak laikliği korumaya çalıştı bir otobüs firması, ürkek muhalefetin yapamadığını yaparak. Yaşasın halk.
Bugün 10 Kasım ve hemen her zaman tanık olduğumuz gibi, Cumhuriyet’in hiçbir olumlu değerini korumayan, Anayasa’da Cumhuriyet’in nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, demokratik devlet, laik devlet, sosyal devlet ve insan hakları ilkesi göstere göstere askıya alınır, Cumhuriyet’in malı mülkü talan edilirken sus pus ve hatta ortak olanlar, omurgasız iş insanları, şöhretler ve yazar çizer, Atatürk anacak. Çünkü bir talancı, bir vergi kaçıran, bir sömürgen, bir omurgasız, bir sahtekâr olsanız da, Atatürk anmasında hâlâ çok ekmek var. Âdetten olmadığı, değerlerimizden sayılmadığı için hiç kimse mahcup olmayacak kuşkusuz.
Peki, Saltanat’ın kaldırılmasının 100’üncü yılına ilişkin tek cümle kuramayan liderler, son yıllarda hangi anlarda parladı, heyecan yarattı, yapıp ettiklerinden aklımızda kalan ne oldu sizce? Pısırıklık mı yoksa öngörüden mahrum olmayan yürekli adımlar mı ilerletir bir toplumu, siyaseti ve siyasetçiyi? Neye ihtiyacı var bu ülke ve toplumun, daha çok din, daha çok milliyetçilik, daha çok baskıya mı, özgürlüğe, insan haklarına, eşitlikçi bir ekonomik sosyal düzene mi?
Örneğin, Meral Akşener ‘andımız’ ve ‘Ömer’in yolu’ dediğinde mi, yoksa ‘İstanbul Sözleşmesi’ çıkışları ve toplantılarda yurttaşa mikrofon uzattığında mı umut verdi ya da oy oranını yükseltti? Akşener’in çoğu sözü, vaadi vs. unutulacak ileride, ancak bir kasabada konuşurken Alevi yurttaştan dilediği samimi özür, muhtemelen yıllar sonra da hatırlanır.
Nedir Ali Babacan’a puan kazandıran, “Ben harikaydım, partiden ayrılınca bu hale geldiler” snopluğu mu, “Yeni hükümet sistemine yüksek sesle karşı çıkmalıydım 2017’de, keşke yapsaydım” itirafı mı? Neden Mustafa Yeneroğlu ismi öne çıkıyor DEVA’da, özeleştiri yapma eğilimi ve samimi insan hakları savunusu nedeniyle olabilir mi?
Hangi Temel Karamollaoğlu Türkiye’nin geleceğine hitap eder, İstanbul Sözleşmesi’ne karşı olan mı, “Sorun laiklik ilkesinde değil, onun uygulanmasındaydı” cümlesini kuran mı?
Şöyle bir düşünelim, muhalefet partileri ne söyleyip yaptığında iktidarı zorladı? Kurulu düzeni ve kendi ideolojik bagajlarını sorguladıklarında mı, iktidarın çizdiği sınırlara hapsolduklarında mı?
Kılıçdaroğlu, Adalet Yürüyüşü’ne başlayıp milyonları peşine taktığında, o yirmi beş gün boyunca bir karayolunda sayısız ittifak kurduğunda mı sarstı bu çürümüş düzeni, tezkerelere koşa koşa oy verirken mi? İkisi de CHP’li, diyelim bir meydanda ya da üniversite amfisinde, Faik Öztrak mı yoksa Ekrem İmamoğlu mu heyecan, coşku yaratır dinleyenlerde? Bu soruya istisnasız herkesin aynı yanıtı vereceği kanısındayım, neden peki? Neden Canan Kaftancıoğlu’nu tanıyor ve seviyoruz, onca il başkanı geldi geçti, hangisini hatırlıyoruz, neden o bıyıklı, hizipçi ve çok sıkıcı CHP’li er kişiler değil de Kaftancıoğlu başardı, umulan heyecanı yarattı ve neden o heyecan CHP içinde bile belli kesimlerin sinirini bozuyor?
Kılıçdaroğlu, lüzumsuz (çünkü yasak yok!) türban yasası çıkışını yaptığında mı, her ne kadar kavramı anlatmakta (ya da birileri, anlamakta) pek başarılı olamadıysa da “Helalleşme” dediğinde mi umutlandırdı? Demirtaş’ı anan Kılıçdaroğlu mu, onları cezaevine gönderen zırva anayasa değişikliği destekleyen CHP genel başkanı mı muteberdir bir demokrasi için? Kılıçdaroğlu’nun SADAT önünde dile getirdikleri mi, sakin üslubuyla sunduğu vaatler mi, yoksa “Cesaretin varsa çık karşıma” külhanbeylikleri mi, parti-devletin arayıp da bulamadığıdır? Bu toplum ortalaması neye özlem duyuyor nicedir, kabadayılığa mı nezakete mi?
Sorması ve yanıtı çok basit sorular değil mi, bunlar?
İktidardan, iktidarın şu halinden, iktidarın şu halinin kemikleşmiş fanatik sempatizanından çekinerek, onların belirlediği sınırlar içinde siyaset yapmak ve sonunda kaybetmek, bir seçenek.
Yurttaşın ne halde olduğu görmek, muhalif seçmenin kendi partilerinden daha ileride, daha özgürlükçü ve cesur olduğunu kavrayıp kişilikli, ne dediği belli, muktediri kendi sınırları içinde terk edip o çitin dışarı çıkan, derin nefes alan ve aldıran bir yol-yordam tercih ederek sonunda kazanmak, diğer seçenek.
Daha çok din, daha çok milliyetçilik, daha çok hamaset, daha çok baskı, adaletsizlik ve yalan dolan, daha çok yoksulluk istemiyor milyonlarca yurttaş, muhterem muhalefet, bunu görün artık. Yurt dışına çıkmak için kuyruğa girmiş eğitimli gençlerin derdi, sabahları ‘andımız’ın okunmaması değil, örneğin İngiltere’yi ve ABD’yi bu yüzden, ya da daha dindar ülkeler olduğu için tercih etmiyorlar; ‘gardaş’ Azerbaycan’da yaşamak istemiyorlar, ‘dindaş’ ülkelere yerleşen yok, gençliğinizin ne hayal ettiğini anlayıverin bir zahmet. Sizin kırmızı çizgileriniz varsa, bizim de bir yaşamımız var ve inanın sandığınızdan da, muhtelif renkteki çizgilerinizden de daha değerli. Her gün yaptırdığınız anketlerdeki rakamlardan ibaret değiliz, insanız biz, insan.
Ekrem İmamoğlu notu:
Cuma günü, ayın 11’inde İmamoğlu ile ilgili bir karar verilecek ve yargı kararı, kendisinin yakın gelecekteki siyasi yaşamına yön verecek. İmamoğlu aleyhine karar uman, hapis cezası alırsa sevineceklere, daha önce yine Diken’de yazdığım bir ‘durumu’ ya da ‘tarihsel gerçeği’ hatırlatmak istiyorum. Yok hayır, Erdoğan’ın, okuduğu şiir nedeniyle aldığı hapis cezasından sonra nasıl parladığını anlatmayacağım, şunu bile düşünemeyenlere. Türkiye’de halk, temel ve hak ve özgürlükleri içinde en fazla ve kararlı biçimde ‘oy hakkına’ sahip çıkmıştır. 1877’ye dek gitmek mümkünse de, çok partili yaşama bakalım: 1946’daki seçim hokkabazlığı, 1950’deki seçim sonucunu değiştirmedi, DP ağır bir yenilgi yaşattı. 27 Mayıs darbesiyle seçme hakkına müdahale edilen halk, 1961 anayasa oylaması, ardından genel seçim ve 1965 seçimlerinde cevabını verdi. Aynı şeyi 12 Eylül’de yaptı ve Evren’in generallerinin partilerini değil, Özal’ı destekleyip tek başına iktidara getirdi. 2007’de tüm anketlerde yüzde 30’larda görünen AKP oyları, e-muhtıra ve 367 kararı ardından yapılan erken seçimde, yüzde 47’ye çıktı. Son olarak 2019’da iptal edilen belediye seçimlerinde, seçme hakkının gasp edilmesine çok şiddetli-görkemli bir yanıt verdi seçmen. Halk, yönetime katılması için kendisine tanınan tek yol olan seçime, yüz yıldır iltifat ediyor, oy hakkına yönelik bir müdahale gördüğünde tepkisini mutlaka gösteriyor. Bu, yalnızca benim gözlemim değil, Mülkiye Anayasa Kürsüsü hocalarının on yıllardır özellikle dikkat çektiği bir durum. Eğer yarın İmamoğlu’nun yakın dönem siyasi geleceği bir hapis cezasıyla kesintiye uğratılırsa, aynı halkın, aynı biçimde davranacağından kuşkum yok. Bu ülkeyi ve halkı küçümsememekte yarar var. Hele ki ‘milli iradecilerin’ küçümsememesinde, daha da büyük yarar var