Gözden kaçan ciddi ve hayati hususlar / Ahmet Selim
01 Ocak 1970
Ortada bir fırsatın var olduğu ve bunun kaçırılmaması ve çözümün mutlaka gerçekleştirilmesi gerektiği mesajından, itiraf etmeliyim ki ben fazla bir şey anlayamadım.
O fırsat nedir? Çözüm nedir?
Fırsat tabiriyle konjonktürel şartlarla ilgili bir durum mu kastediliyor? Yoksa iç denge şartlarında elverişli bir durumun varlığı mı işaret edilmek isteniyor? Nedir bu “fırsat”? Tam şu satırları yazarken, Sayın Cumhurbaşkanımız, fırsat sözüyle konjonktürel uygunluğu kastettiğini açıkladı. Keşke bunu öncelikle belirten ve fırsat yorumunu, vuzuhlu bir sunuş üslubunu daha başından kullansaydı.
Amerika’nın önderliğindeki Ortadoğu ilişkilerinde, bir süreç işliyor. Yepyeni bir gelişme söz konusu değil. Amerika PKK’nın ve terörün saf dışı edilmesini, bunun da birtakım tedbirler ile bir uzlaşma sağlanarak yapılabileceğini hep söylüyordu. Belirsizlik, o uzlaşmanın niteliği üzerindeydi ve bu bahiste değişen bir şey yok. Kim kiminle nasıl ve hangi konuda uzlaşacak, yine belli değil. Başka yerlerdeki çeşitli uygulamalar, onlara benzeyen ihtimaller, fikir jimnastiği yapar gibi zaten öteden beri konuşulup duruyor.
Peki iç denge şartları bakımından bir önemli değişiklik mi var? Çözümü engelleyen sebeplerin bir kısmı mı ortadan kalktı? Ben böyle bir farklılaşma da göremiyorum. “Belli çevrelerde, her şeye tepki gösterme tavrının yumuşaması” denilebilecek bir tespit yapılıyor da fırsat tanımlaması oradan mı doğuyor? Evet, herkes daha ihtiyatlı, daha dikkatli, bazı muhtemel sakıncalara karşı daha duyarlı; ama bundan “bir çözüm projesi varmış da ona tepki azalmış” gibisinden bir sonuç çıkarmak hiç doğru olmaz. Öyle bir proje bulunmuş üretilmiş bilinmiş değil ki; değerlendirilmesi konusunda çeşitli tepki ve yorum tahlilleri yapabilelim. “Ne çıkacak?” diye bir bekleyiş var, toplumda da her kesimde de. Çözüm bizatihi olumlu bir kavram. Çözümü herkes ister ve sever, kimse ben çözüme karşıyım demez. Ama çözüm ne? Çözüm anlayışları, çözüm telakkileri, çözüm biçimleri herkese göre değişir. Herkesin zihnindeki çözüm farklı. Çözümsüzlükler, farklı çözüm düşüncelerinin varlığı ve bağdaşmazlığı demektir zaten.
Ama birden bire öyle bir hava oluştu ki, “bir çözüm tarzı müştereken benimsendi ve onun gerçekleşmesi için gerekli olan şartlar da oluştu” gibi bir kanaat, bir bekleyiş heyecanı doğdu. Halbuki, bir çözüm uzlaşması, aydınlığı, berraklığı, somutlaşması, üretilmişliği yoktu ki; onun fırsatından söz edilebilsindi. Çözüm adına, yahut çözüme yarar diye, sesli düşünür gibi bir şeyler söylemek başka bir şeydir; uzlaşılabilirliğine ve uygulanabilirliğine inanılmış bir çözüm modeli fikrine sahip olmak başka bir şeydir. Aydınlarda bireysel olarak bile böyle bir çözüm modeli fikri mevcut değil; bırakın çeşitli kademelerle ve kesimlerle uzlaşılmış çözüm modeli fikrinin mevcudiyetini.
Uygulanması ve gerçekleşmesi uygun olan, güzel olan bir çözümü ben de söyleyebilirim. Ama uygulanabilirliğine ve uzlaşılabilirliğine inandığım bir çözüm söyleyemem. Bunu bilemiyorum, bulamıyorum. Başkalarının da bildiğini bulduğunu sanmıyorum. Peki doğmamış olmamış bir şeyin fırsatından söz etmek nasıl açıklanabilir?
“Çözüm biliniyor ve çok da kolay. Ama birileri bunu engelliyordu, şimdi o engeller kalktı” diyebileceğimiz kadar basitleştirilebilecek bir mesele midir bu?
* * *
12 Eylül’den önceki ortamı düşününüz.
O ortamda kimler vardı? Komünistler ve faşistler! Herkes hasmının tanımıyla anılıyordu. Tabii ki kendilerine faşist denilenler de, komünist denilenler de bu sıfatları kabul ediyor değillerdi. Ama bu kabullenmeyiş, bu ret, bir anlam taşımıyordu. Neden taşımadığını kısaca izaha çalışalım:
Kendilerine faşist denilenlerden biri çıkıp da “Kardeşim ben faşist değilim. Ama karşı taraftakilerin hepsi de komünist değil. Aralarında liberal, demokratik millî özelliklere sahip bulunanlar da var” demiyordu.
Kendilerine komünist denilenlerden biri de çıkıp “Ben komünist falan değilim kardeşim. Ama karşı taraftakilerin hepsi de faşist değil. Aralarında, liberal demokratik insancıl özelliklere sahip bulunanlar da var” demiyordu.
Siz başkalarına insafla bakmayı beceremezseniz, başkalarından insaf bekleyemezsiniz.
Ortam karakteri ile ilgili kural şudur: ifratlar, tefritler üzerinde tersinden bir uzlaşma ve ayniyet var ise, orada negatif tanımlar geçerlidir; “birbirinin aleyhine ne söylüyorlarsa, doğrudur!” ilkesi yürürlüktedir. Böyle bir ortamda düşünce üretilemez ki “uzlaşılabilecek uygulanabilecek” çözümler üretilebilsin.
Ya şimdiki ortam nasıl?
Bir tarafta; dinozorlar, diktacılar, faşistler, çağdışılar…
Öbür tarafta; yozlaşmacılar, işbirlikçiler, çıkarcılar, gafiller ve hainler!
Dikkat edin; rağbet gören, ilgi çeken, prim yapan yazılar ve beyanlar, hep bu “ifrat çelişkileri” ekseninde yer alan polemikçi bir nitelik taşıyor.
Böyle bir ortamda, sağlıklı düşünceler üretilebilir mi? Tatminkâr ve kuşatıcı değerlendirmeler yapılabilir mi?
Şu satırları yazarken Kürt kökenli bir “araştırmacı yazar” bir kanalda şunları söylüyordu: “Türkiye’deki Kürtler, Kıbrıs’taki Türkler kadar önemli değil midir?” (K.B) şu yaklaşım tarzı ve mantığı, “kabil-i hitap” mıdır? Buna itiraz etmek insanı dinozor mu yapar? Dinozor olmamak için bu türlü yaklaşım biçimleri karşısında eleştirisiz, suskun, hatta mütebessim bir duruş mu göstermeliyiz? O zaman birilerinin bu eleştirisizlik boşluğunda çeşitli ölçüsüz tepkiler göstermesine sebebiyet vermiş olmaz mıyız?
En büyük baskı, en büyük despot, en büyük düşünce engeli; “ifratlara saplanmışlık ve şartlanmışlık” ortamının bizatihi kendi varlığıdır. Kendi gerçekliğidir. Sabahtan akşama kadar herkes kendi ezberini konuşup durur, ama kimse düşünce üretemez.
* * *
Bir kanalda bir arkadaşımız “ortada somut bir proje var, var olmasa bu kadar konuşulur mu, bunca tartışma yapılır mı?” diyor. “Ben biliyorum var olduğunu” vurgusunu da yapıyor. O kardeşimize şunları söylemek isterdim: Öyle bir tamamlanmış somut proje var olsaydı, onu sadece sen bilmezdin; ben de bilirdim. Bu bir habercilik konusu da değil. Böyle bir meselede somut bir projenin var olup olmadığını, bilmekten önce anlarım ben. Hissederim, fark ederim, sezerim, okurum, tanırım, yakalarım.”
Birilerinin zannettiği gibi, ciddi anayasa değişikliklerini gerektiren, devletin anayasal temel çerçevesini değiştiren bir niyet de bir proje de söz konusu değil ve olamaz. Bugün yapılmak istenen; demokratik insan haklarını geliştirmeyi, terörden vazgeçilmesini sağlamayı, geçmiş acıları geride bırakıp birlikte yaşama arzularını öne çıkarmayı amaçlayıcı bir nedamet ve olgunlaşma arayışıdır. Belli ilke, niyet, dilek, temenni notları çerçevesinde bir imkânlar ve pozitif ihtimaller yoklamasıdır yapılmak istenen. Bunu görmeyip de “somut proje hazır, engeller aşılacak, dinozorlar yenilecek ve bu proje hayata geçirilecek ve mesele bitecek” yaklaşımı, iyi niyetli arayışları da zaafa uğratıcı bir düşüncesizliğin eseridir. Bugün resmen var olan, bir somut çözüm projesi değil, iyi niyetli bir tasavvurdur.
Çok kulisçilik yapanlarda, siyaseti ve haberciliği böyle anlayanlarda zamanla ufuk kaybı ve ufuk aydınlığına bakamama zaafı oluşur. Medya kötü niyetli olmaksızın, bu zaafı dolayısıyla ülkenin geleceğini zora sokuyor. Sağduyu, sanki yoğun bir sis tabakasının ardında kaldı. Bilimle uğraşanlar medyaya uyarıcı yardımlar yapacaklarına kendileri medyatikleştiler.
Birbiriyle bağdaşmayan büyük beklentilerin oluşması, iyi bir şey değildir. Bu husus çok önemlidir ve ısrarla dikkatlerin buraya çekilmesi gerektiğine inanıyorum. Şunu hiç unutmayalım: en büyük zorluklar, kolaycılık tavırları yüzünden oluşur.
Her türlü sosyal “mesele” çözümünün temel ve genel metodu şudur: olamayacakları, gerçekçi ve rasyonel bir bilinçle tespit etmek; sonra o çerçevedeki olabilirlik verilerinden en uygun kompozisyonu, düşünce üreterek kurmak, inşa etmek. Ve ne yazık ki şu ortam bu metodun ortamı değil.