Tek Millet davası Tek Dile bağlıdır
Nurullah Çetin 01 Ocak 1970
İnsanların bir kavmî aidiyetleri vardır, bir de millî. Kavmî aidiyetler verili kimliktir. Yani kişi, içine doğduğu kavmin deri rengini tevarüs eder, kendi iradesi olmadan o kavimde konuşulmakta olan dili konuşur ve o kavme özgü diğer özellikleri alır. Bütün bu özelliklerle donanmış olması, iradî olmayan bir tercihtir. Yani çocuk, anası babası öyle olduğu için kendisi de onlara benzer. Bu, verili kimliktir. İnsanlar en eski zamanlarda böyle kavmî aidiyetlere sahiptirler.
Ancak zamanla bu kavimler birbirleriyle tanışırlar, görüşürler, anlaşırlar ve bir araya gelerek kavimden daha büyük toplumsal yapı üretirler. Bu yapı içerisinde artık insanlar, verili kimlikleriyle değil kazanılmış kimlikleriyle ortak bir yapı üretirler ve buna da kabaca “millet” diyoruz.
Millet, insanların iradî olarak ortak değerlerde buluşmalarıyla ortaya çıkan üst bir toplumsal yapıdır. Kavim, biyolojik ve iradî olmayan tercihlere dayanır; millet ise kültürel, sosyolojik, hukuki ve iradî ortak değerlerde buluşan şuurlu bir toplumsal yapıdır.
Bir de zaman zaman ortaya çıkan ve zaman zaman dağılan milletler birliği vardır. Bu birliktelik, gevşek bir birlikteliktir. Siyasete, coğrafyaya ve menfaate dayalı bir birliktir. Kültürel ortak değerlere dayalı bir birliktelik olmayabilir. İmparatorluklar böyle bir toplumsal yapıdır.
Kabaca tarih boyunca ortaya çıkan insan toplulukları bu üç toplumsal yapıya ayrılır. Yani tarih boyunca insanlar etnik aidiyetlere dayalı kavim, ortak kültürel değerlere dayalı millet, güce ve menfaate dayalı milletler birliği yani imparatorluk şeklinde örgütlene gelmişlerdir.
Biz de Türk milleti olarak bu üç değişik toplumsal yapılardan geçtik. Tarihî süreç içinde önce kavimler halindeydik. Yani değişik Türk boyları halindeydik. Sonra değişik etkenlerle bu boylar birleşip Türk milleti olduk. Zamanla değişik etkenlerle başka milletleri de siyasi ve coğrafi sınırlarımız içine alarak imparatorluklar kurduk.
Bugün ise geldiğimiz noktada milletler birliği olan Osmanlı imparatorluğundan gelerek, bu gevşek yapının milletlere çözülmesiyle tek bir millete; Türk milletine indirgendik. Şu anda Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içinde bir Türk milleti yapısı var. Tabii “Türk milleti” kavramına siyasi ve coğrafi yapı farklılığına sahip diğer Türk topluluklarını da dahil edebiliriz. Ama o konu, biraz farklı bir açıdan ele alınabilir.
Biz Türklerin, boylardan, aşiretlerden, kavimlerden adına ne dersek diyelim ilkel ve geri toplumsal yapılardan millet gibi yeni ve daha sağlam toplumsal yapıya evrilmemizde yani millet olmamızda iki temel kurum etkili olmuştur: İslam ve Türkçe. Yani din ve dil. Nitekim bu konuda hem Mustafa Kemal Atatürk’ün hem de Mehmet Akif Ersoy’un açık beyanları var.
Büyük Türk hakanı Mustafa Kemal Atatürk bu konuda şöyle dedi:
“Milletimiz dil ve din gibi kuvvetli iki fazilete (erdeme) maliktir (sahiptir). Bu faziletleri hiçbir kuvvet milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz.”
Millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy da şöyle der:
“Benim nezdimde (katımda) iki şey mukaddestir (kutsaldır): Din ve dil”
Biz Müslüman olduktan sonra ve yazı dilimiz olan Türkçeyi ortak bir kültür ve iletişim dili yaptıktan sonra Türk milleti olduk. İslam öncesi dönemimizde de yazı dillerimiz olmuş ama hem harf değişiklikleri hem de din farklılıkları bizi geniş katılımlı bir millet yapmaya yetmemişti. Müslüman olmamızla birlikte Türk boyları büyük kütleler halinde birleştiler, ortak bir âlem görüşü ortaya koydular. İnançları, yaşama biçimleri, değerleri, âdetleri, törenleri, hedefleri vs her şeyleri birleşti.
Bu sosyolojik ve kültürel birlikteliği ifade edecek yani İslam kültürünü ifade eden yeni bir yazı dili olan Türkçenin aldığı yeni biçim bizi büyük bir Türk milleti yaptı. Artık biz İslam ve İslam kültürünün ifade aracı olan Türkçeyle göçebe hayatından yerleşik hayata, akıncılıktan ekinciliğe geçtik. Böylelikle medenî bir millet olduk.
Türk millet birliğinin ana gövdesi olan Osmanlı Türk milleti zamanla gayr-i müslim ve gayr-i Türk olan başka milletleri de siyasi ve coğrafi sınırları içine alarak milletler birliğine dönüştü. Yani kavimden millete, milletten de milletler birliği olan Osmanlı İmparatorluğuna evrildik.
Tanzimat dönemine geldiğimizde Osmanlı milletler birliği, 1789 Fansız ihtilali sonucu ortaya çıkan ve Batının temel değerlerinden biri hâline gelen Nasyonalizm politikaları sonucu çözülmeye başladı.
Batı, nasyonalizm politikasını iki farklı boyutta uygulamıştır. Kendi içinde bütünleştirici, birleştirici, kendi dışındaki dünya için özellikle emperyalist emeller beslediği, sömürgeleştirmek istediği başka toplumlar için dağıtıcı, çözücü ve parçalayıcı bir araç olarak kullandı. Nasyonalizm politikalarını içe dönük uygulamalarıyla kendi içinde farklı kavimleri birleştirerek Fransız milleti, İngiliz milleti, Alman milleti, İspanyol milleti gibi milletler üretti.
Şimdi de milletler birliği olan Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği gibi üst birlikler üretti. Yani Batı, sadece Fransız İhtilaliyle değil, ondan önce de nasyonalizm politikalarıyla kendi içindeki yüzlerce farklı kavimden bir kaç tane millet yaptı. Bunlar da ortak dillerle olmuştur. Fransız milleti, onlarca farklı kavmin Fransızcayı ortak bir iletişim dili olarak benimsemesiyle ya da zorla dayatmasıyla oluştu.
Tanzimat’tan sonra ise bizde Avrupa’dan gelen Nasyonalizm düşüncesi ve politikası, Yunanı, Bulgarı, Sırbı, Arnavudu, Arabı, şunu bunu Osmanlı milletler birliğinden ayrıştırmak için kullanıldı. Balkan Savaşlarıyla Gayr-i Müslim, I. Dünya Savaşıyla da gayr-i Türk İslam milletlerinin ayrılması Batının Osmanlıya soktuğu nasyonalizm politikaları sayesinde olmuştur. Aynı Batı, bugün de Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içinde Türk millet birliğini kavimlere ayrıştırma çalışmaları içindedir.
Buradan gelmek istediğim nokta şudur. Ortak dil, ortak resmî dil, ortak eğitim dili kavimleri millet yapar. Biz Türkçe sayesinde büyük bir Türk milleti olmuşuzdur. Türk milleti kavramı etnik bir aidiyeti değil kültürel, sosyolojik ve hukuki bir aidiyeti ifade eden bir kavramdır.
1923 sonrası süreçte Anadolu’daki daha öncesinden beri var olan Türk millet birliğinin tahkim edilmesinde, daha da pekiştirilerek güçlendirilmesinde Türkçeye devlet politikası olarak büyük bir rol verilmiştir. Türkçe ortak yazı dili, ortak resmî dil, ortak eğitim dili; hatta ortak konuşma dili yapılarak Türkiye’de yaşayan herkes, kendi içinde dayanışmacı, uyumlu, ahenkli, kaynaşmış, tek bir millet olsun denilmiştir. İyi de olmuştur. Bunun bir kötülüğü yok. Ortak dil olmadan tek millet olmaz.
Bugün bazı siyasilerimiz, gazete yazarlarımız ve başka bazı kişi ve topluluklar tek devlet, tek vatan, tek bayrak gibi birlik noktalarını sayarlarken nedense tek dilden bahsetmiyorlar. Bu, büyük bir eksikliktir. Tek millet, tek dilden geçer.Tek dil olmadan tek millet olmaz. Tek millet demek, ortak değerlerde buluşmuş, birbirini anlayan, birbiriyle konuşabilen ve anlaşabilen, birbirleriyle iletişim kurabilen, birbirine güven veren, ortak hedeflerde buluşan şuurlu topluluk demektir.
Bir ülkede birden fazla resmî dil, birden fazla eğitim dili, birden fazla yayın dili yaparsanız orası tek millet olmaktan çıkar; kavimler karmaşasına döner.
Bugün Türkiye’mizde Türkçeden başka bir resmî dil ve eğitim dili davası gütmek, Türk millet birliğini parçalamaktır. Kültürel haklar, insan hakları, demokrasi, barış diyerek kavimlerden yeni milletler yaratmaya çalışmak kavmiyetçiliktir. Büyük Atatürk kavmiyetçi değil milliyetçiydi. Onun için “Ne mutlu Türküm diyene” dedi. “Ne mutlu Türke“ demedi. Bununla “Türk” kavramını etnik bir kavim değil; ileri seviyede, sosyolojik, kültürel ve hukuki değerlerde buluşmuş millet anlamında kullandı. Nitekim “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” sözü de bunu doğrular. Milliyetçilik budur. Atatürk’ün anladığı milliyetçilik, etnik aidiyeti ne olursa olsun ortak değerlerde buluşmuş milleti esas almaktır.
Tek devlet, tek vatan ve tek millet, tek dil ve tek bayrakla mümkün olur.
Bir milletler birliği olan Osmanlı İmparatorluğunda bile resmî dilimiz Türkçe idi. Nitekim ilk anayasamız olan ve 1876’da ilan edilen Kanun-ı Esasi’nin 18. ve 68. maddelerinde bu belirtilir. 18. maddede devlet görevlilerinin Türkçe bilmeleri gereği vurgulanarak şunlar ifade edilir:
“Teba-i Osmâniyenin (Osmanlı Devleti vatandaşlarının) hidemât-ı devlette (devlet hizmetlerinde) istihdam olunmak (çalıştırılması) için devletin lisan-ı resmîsi (resmî dili) olan Türkçeyi bilmeleri şarttır.”
68. maddede de “Türkçe bilmeyen mebus (milletvekili) olmaz” denilmektedir.
Gayr-i Müslimlerin (Müslüman olmayanların) de yer aldığı milletler birliği olan Osmanlı Devleti’nde Türkçenin resmî dil olması temel ilke iken, bugün tek millet olan Türk milleti için Türkçemizin dışında başka resmî diller ve eğitim dilleri dayatmak, akıl kârı değildir. Bu yanlış yoldan hemen dönülmelidir. Çünkü devletlerin ve milletlerin çözülüp dağılması, farklı dillerin resmîleşmesi ile başlar. Nitekim Osmanlı Devleti’nin dağılmasında Bulgarcanın, Arnavutçanın, vs dillerin eğitim dili ve resmî dil olması belirleyici ve tetikleyici olmuştur. Bu mesele tarih kitaplarında yeterince açıklanmaktadır. Ama ben burada pek bilinmeyen önemli bir ayrıntıya yer vererek bu meseleyi temellendirmeye çalışacağım.
Yıldırım Aytaç isimli emekli bir öğretmen, İzmir’in Karaburun ilçesiyle ilgili önemli tarih, folklor, dil, toplum, coğrafya araştırmalarını içeren kitaplar yayınladı. Bu kitapları kendisi yayınlayıp kendisi satıyor. Bir kitabın ismi de Gönlümdeki Aktopraklar Karaburunlu Rumlarla Türklerin Öyküsü, (İzmir, 2008)‘dür. Bu kitabın 20. sayfasında şöyle bir anekdot aktarılır:
“Eskici Dimitri, 1919 yılından sonra Yunanistan, Rumca bilmeyenlere Rumca öğretmek için öğretmenler getirip Rumca öğrenimini mecbur tutunca komşusu Çavuşoğlu Mehmet Efendiye dert yanıyormuş. Rumca öğrenimi belli bir yaştan sonra zor geldiğinden “vire Meemet Efendi ne güzel dilimiz vaka niye bize bilmediğimiz dili öööreditturlar aanamik turun bize reva mı vire bu cefa reva mı bize” diye dert yanıyormuş.”
Gayr-i Müslim milletlerin bile Türkçe ile bir birlik yapısı içinde bütünleşmesi, entegrasyonu kendi doğal seyri içinde gerçekleşecekken dışardan dayatmalarla, Batının projeleriyle insanlara başka resmî diller ve eğitim dilleri verilerek topluluklar ayrıştırılmıştır. Aynı Batı, bugün de bazı vatandaşlarımıza ayrı resmî dil, ayrı eğitim dili verin deyip duruyor. Bu dayatmaya boyun eğilirse isimleri, dinleri, kültürleri bizimle aynı olan insanlar da korkarım ki Eskici Dimitri gibi feryat etmeye başlayacaklardır.
Onun için asıl millî birlik projesi, Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte resmî dil ve eğitim dili olarak kurumsallaştırdığı tek dil Türkçede buluşma projesidir. İsteyene istediği dilde eğitim ve resmî işlerini görme hakkı, Türk millet birliğini parçalamaktan ve milleti kavimlere ayrıştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bu proje batının nasyonalist projesidir. Batının ayrıştırıcı ve çözücü nasyonalist projesine karşı Atatürk’ün birleştirici, kaynaştırıcı, bütünleştirici milliyetçi projesine bağlı kalmak hatta bunu daha da ilerletmek ve tahkim etmek zorundayız. Türkçe bilmeyen vatandaşımız varsa ona Türkçe öğretmek devletin temel görevidir. “Madem Türkçe bilmiyorsun; bilmesen de olur, sana istediğin dilde işlerini görecek resmî zemin ve imkanları vereyim” demek, devletin işi değildir, olmamalıdır.
Batı, bizim millet birliğimizi parçalamak ve bizi kolayca sömürülebilir ve güdülebilir bir duruma getirmek için böyle çok kültürlülük, çok dillilik vs dayatmaları yapıyor. Milletini seven insan, bu dayatmalara boyun eğmez; tam tersine ona karşı kendi projesini uygular.
Türk milletinin uyanık vicdanlarından Ziya Gökalp, bu meselenin farkına varmış ve şöyle demiştir:
“Birkaç dil yok Turan’da
Tek dilli bir kümeyiz.
Turan’ın bir ili var
Ve yalnız bir dili var.
“Başka dil var…” diyenin
Başka bir emeli var.
Türklüğün vicdanı bir
Dini bir, vatanı bir;
Fakat hepsi ayrılır,
Olmazsa lisanı bir”[1]