Türk Tarihinin Akışı Çerçevesinde Türkler, Batı ve Avrupa
Durmuş Hocaoğlu 01 Ocak 1970
Batı, Batılılık, Avrupalılık mevzuunda, netice-i kelam olarak, diyebiliriz ki:
1: Bir "Ortalama Batı"nın realitesi açık ve inkarı gayri mümkün olan bir vakıa olmakla birlikte, Batı Dünyası diye, homojen ve izotrop, zaman ve mekan noktai nazarlarından hep aynı, bire-bir özdeş olan bir dünyadan söz edilmesi, yani hep aynı olan bir dünya anlamında olmak üzere böyle bir terimin kullanılması gayri meşru olacaktır. Biz burada "Batı" kelimesiyle, aksini belirtmediğimiz sürece, işbu "Ortalama Batı"yı kastetmekteyiz ki bu da, başlangıçta yaptığımız tanımlama ile kristalize edilebilir: Batı, Hristiyan, beyaz, Avrupalı veya Avrupa kökenli, Greko-Romen kültürünü çok ciddi bir seviyede özümsemiş toplumların dünyasıdır; Amerika da bu dünyada yer almakla beraber tali derecden Batılı'dır.
2: Böyle bir dünyada Bizler için bir yer bulunamaz. Bu, 'imkansız' olduğu gibi, aynı zamanda 'gereksiz'dir de. Bu nokta-i nazardan, en umumi manada Batı ve Batılılık, dar manada ise Avrupa ve Avrupalılık, hiçbir değer ve ciddiyet taşımamaktadır.
Ne var ki, bu hükümlerden, Batı'nın küçümsenmesi gibi bir sonuç çıkarılması yanlış olacaktır; böyle birşey bu satırların yazarı tarafından kastedilmekte değildir. Batı, asla küçümsenemez, hafifsenemez; zira, son derece mühimdir; hem de bir değil birçok bakımdan. Tam aksine, ciddiye alınmalıdır; aksi, hem hilaf-ı hakikat büyük bir yanlışlık olur ve hem de büyük bir tehlikeye davetiye çıkarmak.
Evet; Batı, hem bir coğrafya ve hem de kültür ve medeniyet alanı olarak mühimdir! Bu ehemmiyet Biz için ayrıca, diğer milletlere ve cemiyetlere nazaran daha farklı bir ehemmiyet arzetmektedir. Bu noktanın üzerinde durulması faydalı olacaktır; zira, bir yandan şiddetli, radikal, keskin ve sert bir Batı-karşıtlığı ihtiva eden bir manifestonun akabinde Batı'nın ehemmiyetini müdafaa eden bir başka tezi tedavüle sürmeye çalışmak, gayr-i kaabil-i te'lif bir tenakuz olarak idrak edilebilir. Evet, bu hususun üzerinde duralım; zira, müdaafa edilen, alelekser mutad olan görüşlere muhalif bir tezdir.
Öncelikle ve hemen vurgu ile belirtmeliyiz ki, Batı'ya atfedilen bu ehemmiyet, balada zikredilen iki maddelik netice ile kat'iyyen bir tenakuz içerisinde olmayıp, tam bir imtizac arzetmektedir.
***
Biz şimdi, Batı'nın arzettiği ehemmiyeti birisi dar ve hususi kontekstinde, bahusus Türkler ve Türkiye zaviyesinden ve diğeri de daha geniş ve mutazammın bir kontekstte, en umumi zaviyeden ele alacağız.
Türk Tarihinin Akışı Çerçevesinde Türkler, Batı ve Avrupa
Her ne kadar Tarih (Res Gestae: Tarihi Varlık) insan(lık) haricinde, kendinde bir ontolojik değeri olan bir objektif varlık değilse de, "Tarihin akışı" şeklinde bir terimin kullanılmasını caiz addetmek icap etmektedir: Tarih, akar; bir nehir gibi. Ve yine her ne kadar Tarih (Historia Rerum Gestarum: Tarih İlmi) denen disiplinin, kendisinden umuma şamil kaanunlar istihraç edilmesine imkan veren hakiki bir "ilim" olup-olmadığı hala tartışılmakta ise de, yine de her şeye rağmen, bir nehir gibi akan Tarih denen bu varlığın da birtakım kaanunlara tabi olduğunu düşünebilmek için elimizde kafi miktarda tecrübi data bulunmaktadır.
İmdi, bu umumi mülahazaların ışığında kendi tarihimize baktığımızda, Türk Tarihi'nin (Türk Tarihi, Historia Rerum Turcarum denen varlığın) de bir nehir gibi aktığnı ve bu akan nehirden bazı ampirik netayicin hasıl edilebileceğini düşünebiliriz.
Buna göre, tarihimizin umumi seyri nazar-ı itibare alındığında, ilk olarak dikkati celbetmesi lazım gelen ve kısm-ı azamı itibariyle Türk tarihine mahsus, diğer bir ifadeyle, Türklerin şahsına münhasır fevkalade ehemmiyetli ve birbirini bütünleyen şu iki kaanun istihraç edilebilecektir: Evvelen, Türk tarihi, dünya milletlerinin hiçbirisinde rastlanmayan bir seyyaliyet ve dinamizm göstermektedir ve salisen, Türk tarihi, sistematik bir şekilde Asya'nın içlerinden dışarıya doğru ve hassaten coğrafi istikaamet olarak batıya müteveccih bir akış arzetmektedir.
İmdi; ilkine dikkat edilecek olursa, Arz üzerinde hicret, akış, coğrafi mekan değiştirmek her ne kadar Türkler'in inhisarında bulunmayan bir vakıa ise de, bu tebdil-i mekanın bu denli yüksek bir tazammun ve şumule terfi ettiği tek millet onlardır. Gerek kadim ve gerekse de yakın çağlarda, oturduğu yerden sanki hiç memnun değilmişçesine mütemadi surette yer değiştiren ve bu yüzden de nerdeyse Dünya üzerinde - bilhassa Eski Dünya coğrafyasında - gitmediği bir yer kalmayan tek millet, tartışmasız olarak, Biz'iz.
Gelelim ikincisine: Bu akışın yönelmiş olduğu istikaamete dikkat edilecek olursa, en başta gelen hususiyetinin Asya'nın ortasından çıkmak gibi köklü bir gayeye müteveccih olduğu farkedilecektir.
Türkler, Asya'nın tam merkezinin çocukları, yaratıldıkları coğrafyadan hiçbir zaman tam manasıyla memnun ve mutmain olmamışlardır; haksız da sayılmazlar: Bütün denizlere, büyük ticaret yollarına, büyük medeniyetlere uzak olan ve medeniyet kurmaya pek elverişli olmayan bu coğrafya bir milleti boğar; onun için ne yapıp-edip mutlaka aşılmalıdır, aksi halde anakronikleşmek gibi çok vahim bir tehlike kaçınılmaz olarak kapıyı çalacaktır. Gidilebilecek iki mümkün istikaamet vardır: Kuzeyden batıya doğru Avrupa'ya ve güneyden sıcak denizlere. İlk hedef olarak önce Mete Han zamanında siyasi birliği sağlayan Türkler, batıda Hazar'a ve doğuda Büyük Okyanus'a kadar yaklaşmışlarsa da asıl hedef güney istikaameti olmuştur. Fakat bu da o kadar kolay bir mesele değildir; güneyde etrafı, Çin gibi, İran gibi zengin, köklü cemiyetler ve kuvvetli siyasi organizasyonlar ile çevrilmiş bulunan bir coğrafyada bu proje çok büyük emekler isteyecektir. Bir insan denizi olan Çin, aşırı nüfusu yüzünden yerleşilmesi mümkün olmayan bir tuzaktır; oradan ancak haraç alınabilir, ama yerleşilemez. Bu durumda adeta iki mecburi istikaamet kalmaktadır: Güneyde İran platosu üzerinden Orta-Doğu ve sıcak denizler ve kuzeyde ise Hazar'ın kuzeyinden Avrupa! İkincisi miladi beşinci asırda Batı Hunları tarafından denenmiş ise de asıl hedef hep birincisi olmuştur. Bunda, bilhassa İslam ile müşerref olduktan sonraki psikolojinin de belirleyici bir rol üstlendiği aşikardır. İşte, bu suretle, Asya'nın steplerinde boğulmamak için kendilerini bir bakıma bir tarihi kader ile batı istikaametinde ilerlemek mecburiyetinde hisseden Türkler'in nihayet onuncu asırdan sonra bu ilerleyişlerini çok istikrarlı bir şekilde tahakkuk ettirdiklerini ve neticeye vasıl olduklarını görmekteyiz. Böylece, ağırlık merkezi ilk önce bugünkü Moğolistan olan Türkler, bu merkezlerini ağır-ağır ama sistematik ve müstakarr bir şekilde batıya doğru kaydırmışlar, ezeli rakipleri ve hasımları İran'ı çiğneyerek Orta-Doğu'ya gelmişler; bütün İslam aleminin rakipsiz olarak en büyük ve en kudretli siyasi organizasyonu olarak, bü dünyanın hem hadimi, hem muhafızı ve hem de efendisi olarak, milli politikalarına İla-yı Kelimatu'llah'ı da eklemek suretiyle kendilerini o günden beri bin yıldır kesintisiz devam eden Hilal-Haç mücadelesinin en ön safına atarak gaza ve cihad ile hem-hal olmuşlar; bu saiklerle Anadolu platosunu fethederek Asya'dan sonraki en müstakarr bir "anayurt" haline inkılab ettirmişler ve bilahare burada da durmayarak, kadim Roma'nın takip ettiği yolu tersten takip ederek Boğazlar üzerinden Avrupa kıt'asına adım atmışlardır.
Avrupa coğrafyasına bu giriş, hem güzergah itibariyle kendilerinden takriben dokuz asır kadar mukaddem ataları Batı Hunları'nınkininden farklıdır ve hem de aldığı neticeler bakımından çok daha derinlikli, çok daha müessir. Hunlar, Hazar'ın kuzeyinden gelmişlerdi; torunları Selçuklular ve onların ardılı Osmanlılar ise güneyinden ve Anadolu platosu üzerinden, Balkan güzergahı ile. Hunlar, az nüfus ve az gelişmiş bir step kültürü ile gelmişlerdi; bu sebeple, yine de mühim tesirler bırakmalarına rağmen kalıcı olamamışlar, bir fırtına gibi çok hızlı bir biçimde gelmişler ve yine aynı hızla zaman içerisinde erimişlerdi. Buna mukaabil onların Müslüman torunlarının ilerleyişi daha yavaş, ama çok daha istikrarlı, sindirile-sindirile yürütülen planlı bir süreç gibidir. Onlar, Avrupa'nın ta merkezine kadar ilerlemişler, orada asırlarca siyasi ve kültürel bir varlık, taş gibi katı ve sert bir gerçeklik olarak kendilerini kabul ettirmişler, Avrupa'nın siyaseti ve kültürel tarihine derin tesirler ve nüfuzlarda bulunmuşlar ve hiçbir zaman Avrupalılar tarafından ne asimile ve ne de entegre edilebilmişlerdir.
***
Ayrıca izaha, tafsile ve isbata hacet yoktur ki, Türkler en büyük toplumsal değişim ve dönüşümlerini Asya'nın ortasından başlattıkları bu tarihi akış güzergahında yaratmışlar; en büyük medeniyet eserlerini bu tarihi akış güzergahında sun' ile var-kılmışlar ve en büyük devletlerini bu tarihi akış güzergahında kurmuşlardır. Bütün Türk kavimleri ve halkları içerisinde sadece Batı Türkleri'nin gerçek anlamıyla "Millet" statüsüne yükselebilmesi bu tarihi akışın bir mahsulüdür.
İran platosu üzerinden başlayan batı istikaametindeki bu büyük yürüyüşün, çok calib-i dikkattir, Avrupa coğrafyasına olan alakası Arap coğrafyasına olanınkinden kat be kat ziyadesiyle fazladır; Coğrafi Batı'ya müteveccih bereketli bir nehir gibi akan Türkler'in Osmanlısı, yani bütün cihan tarihinin en büyük iki imperyumundan kronolojik olarak ikincisi, bütün Türk ve İslam tarihinin kat'i surette en ihtişamlı, en azametli devleti olan Devlet-i Aliyye-yi Osmaniye, aynı zamanda bir Avrupa devletidir; hatta Osmanlı'nın anavatanı, Anadolu, yani Asya'dan ziyade Balkanlar, yani Avrupa'dır; ve dahi, Osmanlı aynı zamanda Roma'nın da varisidir; Feth-i Mübin'i müteakiben, Gennadius'un, Fatih'e hitaben irad ettiği nutkunda, "Sen hiç şüphesiz Roma'nın meşru varisi ve halefisin; Roma bir putperest olarak doğdu, sonra Hristiyan oldu, şimdi de Müslüman" diyerek O'nu Roma İmparatoru ilan etmesinde, göz-ardı edilmesi mümkün olmayan bir hakikat vardır: Türklerin batıdaki son noktası olan Osmanlı, hep birşekilde Avrupa'da olmuştur. Lakin, dikkat edilmelidir ki, hiçbir zaman teknik manada Avrupalı ve Batılı olmamıştır; zira, ne Hristiyan'dır, ne Avrupa-soylu, ne de Yunan'ın ve Roma'nın çanağını yalamıştır. O, Batı coğrafyasında, hep "kendisi" olmuştur: Müslüman, Asya-soylu, Turanlı!!!
***
Hasılı, Batı, hem coğrafya, hem de bir kültür ve medeniyet havası olarak Biz için, ayrıca ve hususi bir ehemmiyet taşımaktadır: Biz, bu kıt'aya ilk adım attığımızda, daha Asya'nın Osmanlıları olan Kök-Türkler'in kitabelerinin dikilmesine üç asır vardı; Avrupa kıt'asında ise, bugünkü milletlerin hiçbirisi yoktu! Öyle-böyle değil; tamı-tamına onaltı asırlık bir meseledir bu! Biz bu coğrafyada bugünkü milletlerin birçoğundan daha kıdemliyiz.
Batı ve Avrupa, Biz için fevkalade mühim; bu manada batı güzergahından değil ki geri dönmek, daha da ilerlemek, zayi ve kaybettiklerimizi istirdad etmek dahi boynumuza borç, başımıza farzdır.
... ancak, bütün bunlara rağmen, işbu onaltı asırlık maceraya rağmen, biz yine de Avrupalı değiliz; Biz, Müslüman, Asya-soylu, Turanlı Türkler, ancak, "Avrupalılık" kriterlerini kökten değiştirebildiğimizde bu sıfatla muttasif olmaya talip olabiliriz. Bu ise şimdi ve yakın ve hatt1a uzak gelecek için dahi muhaldir; öyleyse, bir Musevi darbı meselinde dendiği gibi, denizler deniz olarak kalmalı, kumlar da kum!
***
Batı'nın başka bir kontekstte başka bir ehemmiyetinden de gelecek yazıda söz edelim.