Zekâ durumları
Ahmet Selim 01 Ocak 1970
Şimdiki neslin IQ'su, eskilere nazaran daha yüksekmiş. Magazinci "Beyaz" da aynı şeyi söyledi: "Biz angutmuşuz yahu. 12 yaşındaki yeğenim neler biliyor, neler." Çocukları çok sevdiğimi, daha da önemlisi çok değerli bulduğumu beni tanıyan herkes bilir. Kızım, annesinden çok bana yakındı; hastalandığında, zora düştüğünde beni çağırırdı.
Şimdi de torunlarım, bize geldiklerinde yanlarında hep benim olmamı isterler; uyurken de, otururken de. "Sen çalış, biz sessiz dururuz!" deyip ayrılmazlar. Onlarla ciddi konuşurum. O kadar ki bazen (kendi özel hukukuma göre) gücenirim bile!
Ama "IQ'ları bizim nesillerden yüksektir" rüşvetini de vermem. Yanlışın en güzeli bile hiçbir işe yaramaz. Aslında yanlışın güzeli de olmaz. Böyle bir genellemenin mantıksızlığı, bazı değerlendirme ölçülerini bozar ve herkesin her şeyin aleyhine sonuçlar verir.
Mesela oyuncak ilgilerini beğenmiyorum. Ne alsan, kısacık bir sevinç mühleti içinde sıkışıp sönüyor. Ve bu huy, büyüyünce de öyle kalabiliyor. Bir küçük plastik cipim vardı, halının çizgileri renkleri üzerinde ne yolculuklar yapardım onunla. Tahta kayığım, üzerinde ceylan resmi olan topum
Ve bunlar ilkokul öncesine ait
Daha sonra annemin babamdan gizli olarak verdiği paralarla bisiklet kiralayışım. Kiraya veren ve beni "iyi makine seçerek!" kollayan dünya tatlısı teyzeyi bile hiç unutmadım
Oyuncaklar, çocuk oyunları, önemlidir. "Biz donuktuk, yasaklıydık, baskıdaydık" masallarının, genellemeye vurulacak hiçbir yanı yok. Ortalama kesitlerde ve mekânlarda yaşadım, gözlem alanıma girmeyen şeyin genellenemeyeceğini rahatlıkla söyleyebilirim. İstanbul'un Fatih'inde Karagümrük'ünde, Balat'ında, Vefa'sında, Şehremini'nde, Samatya'sında, Beyazıt'ında, Laleli'sinde, Çarşamba'sında, Şehzâde'sinde; okullarında, iş yerlerinde ve bağlantılarında görülmemiş şeyler, genelleştirilme vasfına sahip değildir. İhmal edilmemelidir ki köy gerçeği de minyatür halinde buralara yansırdı. İstanbul'un bir ayna olmak vasfı vardı ki, Ankara'da İzmir'de bu pek yoktu. "Hem kendisi olmak, hem her şeyi yansıtmak" nadir bir durumdur.
Benim 80'i geçmiş bir halam var. Bir gün gülümseyerek "o da 40'ı geçti" dedi bir yakınımız hakkında, çok anlamlı ve hoş bir gülümseyişti bu. Neden böyle söylüyor? Çünkü buraya geldiklerinde, 5 kardeş bir dul anne, başlarında babam var. Babam ise 19 yaşında! O 5 küçük kardeşin babası durumunda! İyi okuyup yazan, "sahib-i tertip" bir adam. Daha 12 yaşında yetim kalmış ve ailesine sahip çıkma yükünü omuzlamış
Köy meşakkatini de biliyor, tarlalarda çalışmış; ama kalemi küçük cebinden eksik olmayan takım elbiseli bir İstanbul Efendisi görünümünde
Eşrâf ile temasında hiçbir zaaf yok, eşit konuşuyor
Uzatmayayım, halacığımın gördüğü "20 yaşındaki insan" modeli buydu. Şimdi "falanca mühendis çıkmış" diyorlar, misafire hoş geldiniz deyip bir çift kelâm etmesini bilmiyor. Üzerinde bir sorumluluk, sâhiplik, temsilcilik, amaçlılık ağırlığı görülmüyor
İş bulursan çalışacak, kız bulursan evlenecek, ev alırsan oturacak, araba verirsen kullanacak; bunlarla da bitmiyor, hep hatırlatacaksın, hep destekleyeceksin, hep uyaracaksın
"Hayırlı olması"nın dahi pozitif tablosu bu çerçevede kalıyor. Önemlice bir servet ve çok büyük bir sabırla bir "vasatî" ortaya çıkarmak, neredeyse bir ideal tasavvuru haline geldi
Apartman toplantılarına hep babalar dedeler katılıyor. Üniversite mezunu çocuklarımız, kendi köşelerinde oturuyor. Çünkü konuşamazlar, kavga çıkarırlar! Müfredat dışı bilgileri de yoktur; karar vermeyi ve yazmayı, koordinasyon ve uygulama işlerini bilmezler. Vs, vs,
Haksızlık mı ediyorum acaba?
Bir sondaj da telefonla yapayım:
Bir müesseseye telefon ediyorsunuz. Muhâtabınız "ben Müjgan" diyor, "ben Hüseyin" diyor. Ben bir daha ararsam ne diyeceğim? "Müjgan'ı, Hüseyin'i verin" mi diyeceğim? Soyadını niçin söylemezsin? Benden 30-40 yaş küçük biri beni arıyor; "Ahmet Selim" diye, "Ahmet Bey" diye hitap ediyor. "Efendim" diye bir kelime var, hiç mi duymadın? "Öyle değil efendim" diye çağrışım vesilesi sunuyorum, alınmıyor, almıyor, algılamıyor. Kendi hesabıma değil, onlar adına kahroluyorum.
Ortak akıl ve farklı zekâ
Basit çizgilerle yahut noktalamalarla, çetin bir meseleye bakışı kolaylaştırmayı amaçlıyorum. Kolaycılık illeti, sorumluluk bahsini müphem ve önemsiz hale getirerek, eğitimin ve düşüncenin zaafa uğramasına sebebiyet veriyor. "IQ'lar yükseldi, bilgisayar, internet" tekerlemesi de bu kolaycılık illetinin tezahürlerinden biridir. Böyle kabul edince, verilmesi gerekenleri vermenin çok zorlaşmasıdır, bu türlü yaklaşımlarımın sebebi.
Bir insan "zır acemi" olsa, üç ayda bilgisayar kullanmayı ve internetten faydalanmayı öğrenebilir. Bunu bir değerlendirme ölçüsü olarak düşüncenin merkezine oturtmanın, çok tahripkâr bir kolaycılık sayılması gerekir. Çünkü "öncelikler sentezini" bu fanteziye göre kurup kurtarmak mümkün değildir. Zekâyı ölçmek, ölçümde kullandığınız malzemeye (kavram'a, görüntüye, metoda, figüre
) âşinâ olmak derecesiyle çok yakından ilgili bir iştir. "Duygusal zekâ" ile yeni bir bakış getirildi. Daha da getirilecek. Her ölçüm tekniğinde bazı zaruri ihmaller vardır ve o zaruri ihmaller bazı dönemlerde yeniden ele alınmaya muhtaçtır. Bu söylediğim, "bilimsel" bir gerçektir. Arif Nihat Asya "terazi kendini tartamaz" derdi. Ama "akıl" kendini tartabilir, tartabilecek halde olabilir. Bence "zekâ" kavramı bu nükte ile yakından ilgilidir. Kendinin farkında olamayan, pek fazla düşünemez. "İçgörü"sü olmayanın "öngörü"sü de olmaz. Kendini tartamayan, başkasını ve başkasının "düşünce-aksiyon" mevcutlarını ve muhtemellerini de tartamaz
Çocuklar bile böyle incelenir. "Bilmem kaça kadar sayıyor, şöyle aksiyon becerileri var" değil. Bir rol üstleniyorsa oynarken, veya şaka yapmayı biliyorsa; kendinin farkında demektir ve bu çok önemlidir. Soyut kavramla aşinâlık kurma hâli, gelişen zekâ için pek değerli bir göstergedir. "Zeki çocuklar yaramaz ve hareketli olur" kanaati her nasılsa yerleşmiş. Halbuki konsantrasyon zaafı ve hiperaktiflik bu hâle daha yakın bir ihtimaldir.
"Zaman'ın ruhu" kavramını alışılanın dışında çok verimli bir teşbih kaynağı olarak kullanabiliriz. Toplumsal zamanın da, ailevî zamanın da; eğitim, ekonomi, sanat, gazetecilik zamanlarının da ruhu var. Şöyle bir örnek verilebilir:
Geçen gün "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu" ile ilgili bir reklâm vardı. Bu eser bir edebiyat şâheseridir ve böyle olduğu hakkında da ortak bir değer hükmü söz konusudur. Farz ediniz ki böyle bir eser yazılmadı ve aynısını bugünkü insanlarımızdan biri şimdi yazdı. İlgi görür mü dersiniz? Ben hiç sanmıyorum! Zekâ zamanının ruhu buna elverişli değil! Kimsenin ilgisini çekmez. "Herkes kendi hayatının romanlık olduğunu düşünür. Böyle biri kalkmış hastalık acılarını anlatmış" deyip geçerler. Daha nice eserler için aynı varsayımı uygulayın, bence aynı sonuçlar doğar. O ruh, "mâşerî idrak, maşeri vicdan" kavramlarıyla da ilgilidir ve bizim tarafımızdan oluşturulmaktadır. Bugün, bir sürü medyatik teknoloji imkânlarına rağmen, zekâ'yı geliştiren besleyen parlatan bir ortam içinde değiliz. Zekâ binbir dalı olan bir nimet ve mazhariyettir. İlgi sunuşları ile beslenmeyen dalları güdük kalır ve körelir. Oysa, aynen bir ağaç gibi, her dalının büyümesi sonra da bazı dallarının daha da yükselmesidir dengeli ve sıhhatli olan gelişme.
"Kabiliyeti (yeteneği) var, kabiliyetini geliştirme kabiliyeti yok" sözünü çok kullanırım. İçgörü'sü olmayanın öngörüsü gelişmez. Kendini tartamaz, eksiklerinin farkına varamaz ve ihtiyacını duyamaz. Gerçek tevâzu da "içgörü ve öngörü" dengesinden doğar. Kendini en önde görenin, daha doğrusu hep bu açıdan yapılmış kıyaslarla yetinenin tevâzuu, sahih değildir. Hatta bazen lüzumsuzdur bile. Ama içinin ışığıyla, önündeki kişilere ve mesafelere bakabilen birinin tevâzu zekâsına yapışık gibidir. Zekâsına, kişiliğine, karakterine
Siyasete, spora, ilme, düşünceye, sanata (edebiyata, müziğe) bakınız. Göze çarpan şey, sıradanlık değil midir? "Ortak akıl" kavramı önemli bir ifade ihtiyacını karşılıyor ama, "makul ve mantıklı olma"nın ötesindeki zekâ ihtiyacını da biraz unutturuyor. Yine aynı şey söz konusudur ve "ortak akıl"ın özel zekâ farklılıklarına muhtaç olduğu hakikati asla unutulmamalıdır. Arada tezat değil, tamamlanma ihtiyacı ve zarureti var. Aksi halde ortak akıl, ortak gaflete ve akamete dönüşür. Fikrî hayatı koruyan bir toplumun, günlük ve pratik mantığı da çarpılır. Kendini tartamayan terazi, elmayı armudu da tartamaz hale gelir!