« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

09 Eyl

2009

HİCRET

01 Ocak 1970

‘Hicret’, sözlükte, kişi veya kişilerin bulundukları yerden göç yoluyla ayrılmaları anlamına gelir.

Bu ayrılma beden ile olabileceği gibi, dil ile veya kalp ile de olabilir. (Müzemmil sûresi, 73/10; Nisa sûresi, 4/34.)

Bir ayette ise kalbi Allah’ın dışındaki şeylerden ayırıp yine O’na yönelmek anlamına kullanılmaktadır ki bu, Allah (c.c.)’a hicret (yönelme) ibadetidir. (Ankebüt sûresi, 24/26.)

‘Hicret’, terim olarak Peygamberimiz (s.a.v.)’in ve Mekkeli müslümanların miladi 622 yılında, peygamberliğin on üçüncü yılında Mekke’den Medine’ye göç etmeleridir.

İslâm tarihinde ve peygamberimizin hayatında kuşkusuz en önemli olay Hicret’tir. Çünkü bu olay İslâm’ı yeryüzüne duyurma ve yaymada bir dönüm noktasıdır, İslâm’ın dirilişi ve güçlü bir yapı olarak ortaya çıkışıdır.

‘Hicret’, imanın, Allah’a ve Rasûlüne bağlılığın, Allah yolunda özveride bulunmanın, dünya varlıklarından vazgeçmenin, yalnızca Allah rızasını seçmenin, bir göstergesi; küfre ve onların azgın yöneticilerinin otoritelerine boyun eğmemenin, iman uğruna her zorluğu göze almanın en yüce ifadesidir.

Peygamberimizle birlikte bu destanı yazan güzel insanlara Kur’an ‘muhacir’ diyor ve onları kelimelerin en tatlısı ile övüyor.

“Öne geçen Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan razı olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.’’ (Tevbe sûresi, 9/100.)

‘‘Şüphesiz iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; işte onlar Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, merhamet edendir.” (Bakara sûresi, 2/218.)

Hicretin Sebebi

Mekke şehir devletinin ve onun zalim yöneticilerinin zulmünden ve baskısından dolayı Müslümanlar daha önce iki kez de Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalmışlardı. Onlar, Mekke’de adi suç işleyen, başkalarının malını veya ırzına tecavüz eden, başkasının canına kasteden kimseler değillerdi. Kimse onlara kötü, zararlı, soyguncu, haydut diyemezdi. Tam aksine onlar, Hz. Peygamber (s.a.v)’in çağrısına uyup müslüman olduktan sonra ahlâkları düzeliyor, kötü huyları gidiyor, önceleri yaptıkları fenalıkları bırakıyorlardı.

Onlar Mekke toplumunun huzurunu bozan adi suçlular değillerdi ama daha büyük bir suçları vardı:

Onlar, ‘Lailahe illallah Muhammedü’r-Rasûlüllah-Allah’tan başka tanrı yoktur. Hz. Muhammed O’nun elçisidir’ diyorlardı.
Bu söz hem onu söyleyen için hem de Mekke devletinin oligarşik yönetimi için son derece önemliydi. Bu sözü söyleyen müminler, eski inançlarını, ahlâklarını, hayata bakışlarını, anlayışlarını, daha doğrusu atalarının ve özellikle Mekkelilerin sömürü aracı olan dinlerini terk ediyorlardı.

Mekke yöneticileri, eğer bu ifade, sıradan bir söz olsaydı seslerini çıkarmazlardı. Eninde sonunda bu sözler de bir söz değil miydi? İnsanlar onu söylese ne olur, söylemese ne olurdu? Fakat gerçek öyle değildi... Bu sözü söyleyen değişiyor, başka bir insan oluyor, Hz.Muhammed (s.a.v)’e uyuyordu. O’nun söylediklerini hayatına uyguluyordu. Mekke oligarşisinin çizdiği sınırın dışına çıkıyor, dahası kontrol dışı kalıyordu. Böylece sorun oluyordu.

Muhammed (s.a.v.)’in getirip tebliğ ettiği vahyi kabul eden müminler, günün birinde Mekkelilerin baskısına dayanamayıp bir iman yolculuğuna çıkmak zorunda kalmışlardı. İmanın hayatlaşmasına fırsat veren bir başka beldeye gitmeye zorunda kalmışlardı.

Bu yolculuk (hicret) sıradan bir göç değildi. Bu, ekonomik bir nedene dayanan yer değiştirme, daha rahat bir yaşamı elde etmeye yöneliş, ya da başka diyarların altınlarının ve zenginliklerinin çekiciliğine karşı bir yolculuk değildi. Bu hicret, aydınlığa, kurtuluşa, İslâm’ın nuruna, İslâm’ı tebliği en uzak yerlere kadar götürebilme imkanına, Allah’a hakkıyla kulluk yapma fırsatına uzanan bir yolculuktu.

İslâm tarihinin açılma, dal budak salma günüdür Hicret.

İslâm, Hicretle toplumsal planda uygulanma imkanı buldu. Hicretle devletleşti, kendi egemenliğini kurdu, ayrı bir güç ve taraf olarak ortaya çıktı ve Medine’den diğer insanlara rahatlıkla ulaşabilme yolları açıldı. Bir başka deyişle diğer beldelerin insanları Hicret’ten sonra İslâm nimetiyle ve onun nuruyla tanışma imkanına kavuştular.

Bu büyük olayı hazırlayan nedenler oldukça önemlidir. İmanda samimi olmanın, inanılan şeyin doğru olduğuna güvenmenin eşsiz örneğidir Mekke hayatı.

Mekke ileri gelenleri Peygamberimiz (s.a.v.)’e birkaç kişinin uymasına önceleri pek aldırmadılar. Ama müslümanların sayısı arttıkça onların tepkisi de arttı. Buna bağlı olarak hareket, alay, sıkıştırma, baskı, fiili işkence ve nihayet korkunç ambargo yöntemleri de fazlalaştı. Bütün baskı, işkence ve yıldırma yöntemlerini denemelerine karşın insanlar Peygamberimizi dinliyor ve O’nun getirdiği vahye inanıyorlardı. Hem de hem türlü tehlikeyi göze alarak.

Mekkelilerin üç yıl boyunca uyguladıkları ambargo, onları ekonomik ve sosyal açıdan zor duruma soksa da bu gibi olaylar müminlerin imanını ve sayılarını artırıyordu.

Birinci ve ikinci Akabe Biat’larından sonra Mekkeli müslümanlar teker teker, bazen açıktan, bazen gizlice Medine’ye hicret ettiler. En sonunda da Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Ebu Bekir (r.a.) ile birlikte Medine’ye göç etti. O’nun hicretiyle Medineliler hayatlarının en büyük bayramını yaşadılar. O’nun gelişinin sevincini ‘Veda tepesinin üzerinden üzerimize ay doğdu.” diyerek türkülerle, şarkılarla ölümsüzleştirdiler.

Hicretin Sonucu

O’nun hicretiyle eski adı Yesrib olan şehir, Medinetü’n-Nebi (Peygamber şehri) ünvanını aldı.

Hicret, yanlızca baskı, işkence ve zorluktan kurtulmak üzere göç etme, ya da zulümden bir kaçış değildir. Peygamberimiz )s.a.v)’in Hicretini bu şekilde yorumlamak, onu anlamamak ve onun sonuçlarını görmemek olur. Hicret, sonuçları yönünden üzerinde önemle durulması gereken bir olaydır.

Müslümanlar Mekke’de iken, oradaki site devletin vatandaşları idiler. Hukuk yönünden mevcut otoriteye bağlıydılar. Putperest olan otorite sahipleri ise, ataları adına uydurdukları din ve sistemle insanlara hükmediyorlar, saltanatlarını sürdürüyorlardı. Peygamberimizin daveti ise, onların izni, kontrolü dışında bir gelişmeydi.Üstelik O’nun davet ettiği Din, onların atalarının dinini ve o dine ait hayat anlayışını, kurulu düzeni reddediyordu. Peygambere ve O’na inananlar Mekkelilerin kontrolünden çıkıyorlardı.

Bu açıdan müslümanlar dinlerini rahatlıkla yaşayamıyorlar, İslâmi tebliği başkalarına rahatlıkla ulaştıramıyorlardı. İslâmi, sosyal ve uygulama planında topluca yaşamak mümkün değildi. Çünkü düzenin başındakiler putperestti ve onlara her konuda karışıyorlardı. Mekkeli yetkililere göre müslümanlar kendilerinin bir parçasıydı, dolayısıyla onlardan izinsiz başka dine inanıp, başka hayat tarzı seçemezlerdi.

Hicretle müminler barınacak bir yurt buldular. Orada kendi egemenliklerini ve hukuki varlıklarını kurdular. Mekkeliler karşısında bir taraf oldular. Toplumsal bir güç haline geldikten sonra düşmanlarıyla, daha doğrusu kendilerine saldıranlarla savaşma iznine kavuştular. Hicret öncesi varlıkları fiili bir varlık iken Hicret sonrası hukuki bir varlık oldular.

Hicretin altıncı yılında Mekkeliler, daha önceden yok etmeye çalıştıkları müslümanlarla Hudeybiye anlaşmasını yaptılar, onları hukuki bir taraf varlık olarak tanıdılar. Bu diplomatik zafere Kur’an en büyük fetih demektedir. Bu zaferin yolu hicretle açılmıştı. Müslümanlar Hicretle Mekke’yi terk etmeselerdi ne böyle hukuki bir güce ve statüye kavuşabilirdi, ne de Mekkeliler onlara baskı yapmaktan vazgeçerlerdi.

Medine’de kendi toplum düzenini ve bir anlamda devletini kuran Peygamberimiz, bir taraftan gelen vahy ile müminleri yetiştirip ve ıslah ederken, bir taraftan da İslâmî hükümleri uyguluyor, Medine’nin dışındaki insanlara İslâm’ı ulaştırmak üzere tebliğe devam ediyordu. Hatta Hudeybiye’de sağlanılan barış ortamından yararlanılarak etraftaki devlet başkanları bile İslâm’a davet edilebilmişti.

Hicretle toplumsal bir güce ve siyasal bir yapıya kavuşan müslümanlar, dinlerini rahatça yaşama imkânına kavuştular. İslâm Medine’de güçlendi, dirildi, genişledi ve zaman içerisinde bütün dünyaya ulaşma fırsatını buldu.

Bu bakımdan hicret, yalnızca zulüm ve baskıdan kurtulmak değil, bir mevzi değiştirme, bir siyasi manevra, bir strateji ve var olma yolculuğudur.

Mekke’den Medine’ye Hicret Mekke’nin fethiyle bitmiştir. Fakat Hicret’in taşıdığı anlam, onun gerekliliği ve yararları Kıyamet’e kadar sürecektir. Müslümanlar dünyanın hangi coğrafyasında olursa olsun, İslâm’ı yaşama konusunda, baskı, işkence ve dayatmaya uğradıkları zaman, Allah’ın geniş yeryüzünde İslâm’ı yaşayabilecekleri bir yere göç edeceklerdir. Kendi içlerinde, gönüllerde sürekli bir şekilde kötüden iyiye doğru, eksiklerden olgunluğa doğru manevi hicreti sürekli yaşayacaklardır.

Ziyaret -> Toplam : 125,17 M - Bugn : 48348

ulkucudunya@ulkucudunya.com