Tarihin ‘tek yolcu’ları ya da aydınların ‘sapıtma rotası’
01 Ocak 1970
1960’lardaydık. Bizim okula, “Hidrojen Bombası’nın Babası”, Nobel Fizik Ödülü sahibi Edward Teller gelmişti. Öğrenciler alanlarındaki büyük isimlere ağzı açık bakar. Huşu ve hayretle karışık bir bakış. Tam öyleydim. Konuşurken sahnede sağdan sola, soldan sağa yürüyordu. Topallığı bu yürümeyi daha bir hareketli kılmaktaydı. Hani günümüzün Doktor House’u gibiydi.
Konuşmasına, bir sebeple, genel izafiyetle başladı.
Özel izafiyetin teorisiyle onu destekleyen deneyler birlikte ilerlemişti. Buna karşılık genel izafiyetin kritik deneyleri pek azdı. Önde geleni ışığın, yıldızların yanından geçerken bükülmesi idi. Genel izafiyet doğru ise, kütle, uzayı büker. Şişman bir insanın yattığı yatağı çökertmesi gibi. Meselâ yıldızlar, uzayı büker. Dolayısıyla yıldızın yanından geçen bir ışık ışını da yıldıza doğru sapar. Şişman adamın yattığı yatakta yuvarlanan bilyenin adamın oluşturduğu çukura doğru sapması gibi. Eh buyurun bunu gözleyin! Bir ışık ışını bulacaksınız. Işın bir yıldıza teğet geçerken bakacaksınız, bükülüyor mu, bükülmüyor mu? Yakında bir yıldızımız var, adına güneş diyoruz. Fakat mesele şu ki, bir başka yıldızın teğet geçen ışığına bakmak için güneş biraz fazla parlak. O kadar parlak ki, değil yakınındaki, uzak veya yakını gökyüzündeki bütün yıldızları görünmez kılıyor. Bir çare, deneyi güneşin tutulduğu anda yapmak. Bu yüzden, o gün bu gündür astrofizikçiler dünya üzerinde güneş tutulmalarını kovalarlar. (Güneş bir yerde tutulur, ama başka bir yerde tutulmaz ya.) Tutulma esnasında güneşe yakın bir yıldız bulacaklar ve onun ışığının güneşin yanından geçerken büküldüğünü, yani yıldızın sanki yer değiştirdiğini gözleyecekler!
Bilimsel sosyalistler için hakikat
Teller’e dönelim. Işığın bükülmesinden bahsederken şöyle dedi: “Buna inanmamız için elimizde iki delil var. Biri kuvvetli, diğeri eh şöyle böyle… Kuvvetli delil şu: Einstein öyle söylemişti! Zayıf delil ise: Dicke bunu ispat etti.”
Güzel bir espri idi ve salona gülüşmeler yayıldı. Muhakkak ki Dicke’nin deneyle ispatı olmasaydı Einstein’ın “öyle demesi” pek bir işe yaramayacaktı. Güvenin asıl kaynağı deneydi. Söz değil.
Bu uzun girizgâhı niçin yaptım? Hatıraları yâd etmek zevkli muhakkak ama asıl maksat şu soruyu sorabilmekti: Teller fizikçi değil de “araştırmacı yazar” veya “ideolog köşe yazarı” olsaydı böyle bir espri yapabilir miydi? Yapabilse, salondakiler o espriyi bu kadar çabuk anlar mıydı?
Buyurun size maziden Teller’e tam ters bir örnek. ODTÜ’nün üçlü amfisinde Mihri Belli konuşuyor. 1960’ların sonu olmalı. Mihri Belli, Millî Demokratik Devrimci denilen fraksiyondan. Teoriye göre henüz komünist devrim safhasında değiliz. Önce proleterya ile millî burjuvazi el ele tutuşup devrim yapacak, emperyalistleri kovacak. Sonra proleterya kendi devrimini yapacak. Türkçesi: İhtilal yapmak için Deniz Gezmiş yetmez. Ordudan birilerini de ikna edip öyle ihtilal yapacağız. Sonra NATO’dan çıkıp Varşova Paktı’na gireceğiz. Brejnev’in, “Türkiye’de dost bir hükümet kurulacak” stratejisi bu…
Bir soru üzerine Belli konuşuyor: “Bakın, toplum polisi proleter. Devrimci gençler burjuva. Ee, bu durumda Marks, Engels, Lenin, hepsi haksız çıkardı.
Demek ki insanın sınıfı menşeiyle değil, attığı adımla belirlenir.”
Bu cümleleri şöyle de özetleyebilirsiniz: Madem ki Marks, Engels, Lenin’in “dediği” gerçekle çelişiyor, o halde gerçek yanlıştır. Edward Teller ve bir amfi dolusu fizikçi bu anlayıştan habersiz olduklarından Teller’in Belli’ninkine benzeyen cümlesi, onlar için şakaydı. Bir salon dolusu “bilimsel sosyalist” içinse hakikatin ta kendisi!
Diyeceksiniz ki o bir çılgınlık asrıydı. Bilimsel sosyalizmin hakikaten bilimsel olduğuna inanan bir alay insan vardı. Neyse ki nöbet geçti.
Geçti mi?
Geçen gün bir sosyolog arkadaşımla konuşuyordum. Hâlâ Marksist sosyologlar bulunduğunu söyledim. “Zannettiğinden de beter” dedi, “Türkiye’de onlar çoğunluktadır.”
Türkiye için esasta çok fazla şey değişmedi. Artık Sovyetler Birliği diye bir tehdit yok. Marksizm de, sosyologlara rağmen, başlıca derdimiz değil. Fakat Belli örneğindeki gibi sapkınlıklara yol açan psikolojik tuzak aynen devam ediyor. Aklı başında, okumuş, yazmış insanları iğfal eden mekanizma hafife alınacak bir şey değildir her halde. Bu mekanizmanın temel unsurları şunlar:
Psikolojik tuzağın unsurları
1. Siz, ülkenin ve dünyanın geleceği olan bir akımın öncüsüsünüz.
2. “Acaba?” diye endişe etmeyiniz, öncülüğünü yaptığınız gelecek kaçınılmazdır ve hiçbir kuvvet bunun önünde duramaz. Zaferiniz peşinen garanti edilmiştir.
3. Bu öncülük işlevini yerine getirirken içinde bulunduğunuz toplumun seviyesini kendi seviyenize doğru yükseltiyorsunuz. O insanların kaçınılmaz ve parlak geleceğe bir an önce ulaşmasında pay sahibisiniz.
4. Toplumda karanlıkta kalan çoğunluğa ışık saçıyorsunuz. O yüzden size eskiden “münevver” denirdi. Şimdi “aydın” deniyor.
5. Bu size hakkınız olan bir gurur veriyor. Taraftarlarınızın bağlılığı bu gururu hak ettiğinizin göstergesidir.
6. Yaptıklarınızın bazı devletlerin politikasına uyduğunun farkındasınız ama ne olacak? Zaten onlar muhteşem geleceği destekleyen medenî devletlerdir.
7. Gerçi siz paraya önem vermezsiniz ama öncülüğünüzün para karşılığını da alıyorsunuz. Eh artık bu kutlu hayata kim sırt çevirir…
Geleceğe giden tek yönlü yol
Bu maddelerden görüldüğü gibi sizi öncü yapan mekanizma bir tek ideoloji veya toplum teorisi ile mukayyet değildir. Tek kayıt, ideolojinin “geleceğin dünyası”na ve “alternatifsiz, mecburi tek yönlü geleceğe” işaret etmesidir. Öyle ki bu geleceğe direnebileceğini veya başka bir geleceğin de mümkün olabileceğini düşünenler zavallıdır; karanlıktadır.
Lütfen birkaç dakika düşünün. Etrafınızda bu maddelere uyan kaç “bilimsel köşe yazarı”, kaç “araştırmacı yazar” tanıyorsunuz? Size bir ipucu vereyim, örnekleri sağdan da soldan da, iktidardan da muhalefetten de bulabilirsiniz. Örnekleriniz eski tüfek sebatkâr Marksistler de olabilir, Marksist Batıcılar da, Tandoğan tipi Jakobenler de, AB-ABD çizgisinde, “gelecek kesinkes küresel köydür” diyen Toffler’ci “liberaller” de. “Liberal” derken parantez kullanmak zorundayım çünkü ben de kendimi liberal bilirim. Ama millet, milliyet, Türklük ve millet devleti aleyhtarı değilim. Geleceği de o tarihî maddeciliği bilim sanan “liberaller” gibi net ve apaçık göremiyorum maalesef. Onlar liberal değilken de geleceği çok net görüyorlardı. Sadece gördükleri gelecek değişti…
Peki bu aklı başında insanlar tek yönlü yollarının aslında gerçek olmadığını tarihe, bugüne, hayata, olaylara bakarak göremiyorlar mı? İdeolojilerinin çürüdüğünü fark etmiyorlar mı?
Etmiyorlar. Tam tersine, bu kadar avantajlı bir inanç onların algılarını seçici hale getiriyor. Her gözledikleri, teorilerine bir delil gibi görünüyor. İdeolojilerini açıkça yanlışlayan bir şey varsa da onu görmüyorlar. Veya ters yüz ediyorlar. Belli buna güzel bir misaldi.
Meselâ siz Batı’nın başlangıçtan beri ileri ve medeni, Türklerin de sırf Türk ve Müslüman olduklarından ötürü geri ve barbar olduklarına, tek yönlü kaçınılmaz yolun tıpkı Avrupa gibi olmaktan geçtiğine inanıyorsanız dünyada şunları görüyorsunuz: Türkiye’de çok fazla bıyıklı erkek var. Gelişmek için bıyık yasaklanmalı. Türkiye’de çok kedi, az köpek var. Kediler azaltılıp köpekler çoğaltılmalı…
Bir yazar ciddî ciddî şöyle yazıyordu: “Hollanda’da çok yel değirmeni var. Halbuki bizde birkaç kıyı kasabası hâriç yel değirmeni yok. Keşke bizde de bol yel değirmeni olsaydı.” Söylemiyordu ama bu da barbar ve geri olduğumuzun örneklerindendi.
Gerçek şudur ki rüzgâr enerjisi, istisnalar hariç, denizle karanın farklı ısınıp soğumasından ötürü ancak sahillerde sürekli ve yeterlidir. Dünyanın dönüşünden ötürü de bizim coğrafî enlemlerimizde batı sahilleri bol rüzgâr alır. Değirmenler ülkesi Hollanda bu bakımdan idealdir. Tamamı sahilde, hem de koskoca Atlantik Okyanusu’nun sahilindedir. Konya’da bol yel değirmeninin yokluğu, Konyalılar’ın barbarlığından değil, coğrafyanın azizliğindendir. Rüzgâr enerjisinden medet umduğumuz bu günlerde de kimse Konya’ya rüzgâr türbini dikmiyor. Türbinler yine “birkaç sahil kasabasında”. Alaçatı’da, Bandırma’da…
***
Anlattığım ‘sapıtma rotası’ benim icadım değil. Karl Popper, o muhteşem geleceğe giden tek yönlü yolun ta 1957’de farkına vardı. O, “geleceğe giden tek yönlü yol” saplantısına “historicism” yani tarihçicilik diyordu ve tespitlerini “Historisizmin Sefaleti” kitabında yazdı. Historisizm, Popper’in büyük eseri “Açık Toplum ve Düşmanları”nın ön notları gibidir.
Yukarıda tek yolcuları tarif ederken gurur ve tepeden bakma özelliğini de saydım. Meselâ “Türklerin yüzde yetmişi aptaldır” gibi… Bu özellik veya üslup, tarif ettiğim yazar tipini teşhis etmenizde yararlıdır. Bakınız Popper, aynı konuda ne diyor: “Bu yazarlar, aynı historisist ruhla, muhaliflerini aklen geri kalmışlıkla suçlarlar ve kendilerine düşen görevin ‘eski düşünce alışkanlıklarını kırmak ve değişen dünyayı anlamak için yeni anahtarlar bulmak’ olduğuna inanırlar.”
Medeniyet ve ilerilik
Popper geçmişten üç örnek üzerine yazdı: Eflatun, Hegel ve Marks. Bunlara kolaylıkla tek yönlü başka yollar gösteren düşünceleri de ekleyebilirsiniz. Meselâ pozitivizmi. Konunun çok güzel bir özetini rahmetli sosyolog Erol Güngör şöyle yapıyor:
“Kısacası Batılı düşünürler dünyanın uzak köşelerindeki ilkel toplulukları insanlığın ilk halinin temsilcileri olarak kabul ediyorlar, onlardan itibaren on dokuzuncu yüzyılın Batı Cemiyetine doğru uzun bir çizgi çekiyorlar ve rastladıkları her cemiyeti bu çizginin üzerinde bir yere oturtuyorlardı. (…) Medeniyetin (burada kültür de dâhil olmak üzere geniş manada) bir tek olduğu doğru değildir: onun hep ileriye doğru gittiği ve zaman içinde bir sonraki halin bir öncekinden daima daha ‘ileri’yi temsil ettiği de doğru değildir, daha doğrusu böyle olması için hiçbir zaruret yoktur. Batılılar kendilerini Ortaçağ’dan uzaklaştırdıkları ölçüde daha mesut ve müreffeh olacaklarını düşünüyorlar, bunun için de sonraki hallerinin evvelki hallerine nispetle daima daha iyi olduğunu iddia ediyorlardı. Yani medeniyet ve ilerilik hakkındaki fikirleri onların kendi davalarını aksettiriyordu. Fakat biz kuvvetli ile ‘özdeşleştikten’ yani kendimizi onunla bir tuttuktan sonra onun bütün vasıflarına da sahip çıktık. Tıpkı önünde yetişkin modeli olarak babasını gören ve dolayısıyla onun bütün vasıflarını benimseyen çocuklar gibi.”