Adriyatik’ten Çin Seddi’ne
Bahadır Kaynak 01 Ocak 1970
Birinci Dünya Savaşı sürerken Rus Çarlığının çökmesi, mücadeleden mağlup ayrılan Osmanlı Devleti’nde bile hevesleri canlandıran bir boşluk doğurmuştu. Kafkasya’dan Orta Asya’ya uzanan Turan hayali, kaybedilmiş imparatorluğun yerine geçecek büyük bir mükafat olacaktı.
Bu hayalin peşinde koşarken can veren Enver Paşa’nın özellikle milliyetçi kesimler nezdindeki itibarı bu ülküyle bağlantılandırılmalıdır. Devletin mahvına sebep olan bir maceraya atılma hesapsızlığında bulunmak bile bu hedef peşindeki şehadetiyle unutulmuştur.
Başta Atatürk olmak üzere genç cumhuriyetin yöneticilerinin konuya yaklaşımıysa tamamen farklıdır. Kurtuluş Savaşı’nı da sırtını Bolşevik Rusya’ya dayayarak yürüten kadro için kuzeydeki büyük komşumuz Batı’nın bölgedeki hedeflerini dengelemek için kullanacakları bir araçtır. Moskova’yı rahatsız edecek hedefler peşinde koşmak memleketi saldırıya açık hale getirecektir. Böylelikle 1930’lardan itibaren başta İngiltere olmak üzere Batı dünyasıyla ilişkiler tamir edilirken bile Rusya gözden çıkarılmaz.
İkinci Dünya Savaşı, Türkiye ile Rusya arasındaki çeyrek yüzyıllık bahar havasının sona ermesine sebep olur. Nazi Almanya’sı, Barbarossa Harekâtı ile Kızıl Ordu’yu önüne katıp kovalamaya başlayınca yine aynı milliyetçi kesimlerde Turan hayalleri rüyaları süsler. Zaten eski silah arkadaşlarımız Almanlar Birinci Dünya Savaşı’nda yapamadıklarını ikincide yapacak gibi gözüktüğünden ve Rusya çökmekte olduğundan bu fırsat kaçırılmamalıdır. Neyse ki İsmet Paşa’nın siyasi sağduyusu ağır basar, Stalingrad’la da işin rengi değişince memleketin başı belaya sokulmadan varta atlatılır.
Ancak Türkiye-Sovyet ilişkilerinde olanlar olmuş, Stalin’in hoyratlığıyla da Soğuk Savaş boyunca bazen sönümlenen bazen alevlenen gerginlik safhası başlamıştır. Tutsak Türkler meselesi bir kenarda dursa bile Türk dış politikasının bir parçası haline getirilmediğinden işlerin kontrolden çıkması engellenebilmiştir.
Bu süreç de önce Berlin Duvarı’nın çökmesi ve Almanya’nın birleşmesi, ardından da başarısız darbe girişimi sonrası Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sona erecektir. Doksanlı yıllarda Moskova’nın geri çekilmesi siyaseten düzenli olmakla beraber ekonomik felaket derin ve çok boyutludur. Gündem, Rusya çekilirken doğacak boşluğun nasıl ve kimler tarafından doldurulacağıdır. İşte yeniden Kafkasya ve Orta Asya’daki kardeş topluluklarla bir bağ kurma, yıllardır Rus boyunduruğu altında ezilen Türklere ulaşmanın imkânı oluşmuştur. Yirmi birinci yüzyıl Türklerin ve Türkiye’nin asrı olacaktır. Demirel, milliyetçi kamuoyundaki bu coşkuya, ‘Adriyatik’ten Çin Seddi’ne‘ bir Türk dünyası sözleriyle karşılık verir. Demirel’in siyaset yapma biçimi göz önüne alındığında bunun bir anlık coşkuya kapılarak söylediği bir sözden ziyade kendi tabanındaki bir kesime yönelik bir beyan olduğu düşünülmelidir. Yine de Rusya’nın geri çekilmekte olduğu ve Türkiye’nin önünde bir fırsat kapısının açılmakta olduğu kanısı yaygın kabul görmektedir. Bu kapıdan büyük bir hevesle geçilir, ancak kısmen şişirilmiş beklentilerin kısmen de açgözlü ve kısa vadeli politikaların etkisiyle yapılabilenler sınırlı kalacaktır. Yine de en azından ekonomik ve kültürel ilişkilerde bir nebze mesafe katedilecektir. Ancak Rusya eski arka bahçesine hızlı dönüş yaptığından, her ne yapılacaksa Moskova’nın ayağına basmadan yapılması gerektiği de bu süreçte öğrenilmiştir.
Soğuk Savaş sonrasında gelişen çok yönlü bağlara rağmen her iki ülke zaman zaman rekabetin şiddetlendiği dönemler geçirdi. Son zamanlarda ise -birçok kez değindiğimiz gibi- Türkiye ile Rusya bütün çeliştikleri noktalara rağmen bir biçimde ilişkilerinde dengeyi yakalamış görünüyor. Erdoğan’la Putin arasındaki yoğun görüşme trafiği, silah ve enerji ticareti, turizm derken son olarak da Rusya’nın doğalgaz ödemelerini ötelediğine dair iddialar gündemde. İşi ilginç hale getirense bu uyumun Rusya’nın doksanlı yıllardan sonra en derin krizi yaşadığı döneme denk gelmesi. Moskova bundan otuz yıl önce sadece doğu Avrupa’dan çekilmekle kalmayıp, Sovyet cumhuriyetlerinde de kontrolü kaybeder gibi görünürken Türkiye’deki milliyetçi cenah bu gerilemeyi fırsat olarak algılamıştı. Bir zamanlar kendisi hapiste, fikirleri iktidarda olan bu kesim, bugün muavin koltuğunda olmakla beraber hiçbir zaman olmadığı kadar iktidarda. Lakin otuz yıl önce uygulanan politikalarla bugünkü yaklaşım arasında derin bir uçurum görünüyor. Sovyetlerin ikinci çöküşü tezleri havalarda uçuşurken, doksanlarda Demirel’in ağzından duyduğumuza benzer sözleri milliyetçi politikacılarımızdan duyduğumuzu hayal bile edemiyoruz. Oysa Rusya sadece Ukrayna savaşında bataklığa saplanmakla kalmıyor, Azerbaycan’ın Kafkasya’daki hamlelerinden rahatsız olduğunu açıkça belli edecek şekilde Bakü’yle de atışıyor. Bilhassa Kazakistan’la sözlü düzeyde de olsa bir gerginlik sürüyor. Kırgızistan Tacikistan arasında çatışmalar mevcut. Rusya, Ukrayna’da tökezledikçe eski Sovyet cumhuriyetlerinde eski etkinliğini sürdürüp sürdüremeyeceği tartışılıyor. Moskova’nın kan kaybıyla oluşan boşlukta Çin’in ve Türkiye’nin etki alanını genişleteceğine dair öngörüleri okuyoruz. Yine de bizim siyasetçilerin ağzından bu yönde bir ifade duymuyoruz.
Öyleyse iki benzer durumda, benzer bir zihniyet dünyasının iktidarda olduğu Türkiye’de bu iki farklı politik tercihin sebeplerini sorgulayabiliriz. Neden Türkiye otuz yıl önce zayıflayan bir Rusya’nın açtığı alanı fırsat olarak görüyordu ancak bugün meseleye tamamen ilgisiz gibi bir pozisyon alıyor? Neden bu defa tercihini Rusya’yla daha olumlu ilişkilerden yana koyuyor?
Sorunun cevabı sanırım yukarıdaki politika tercihinin ilk bakışta görünenden kısmen farklı olmasıyla ilgili. Üst düzey yetkililerin ağzından duymasak bile daha alt katmanlarda Rusya’nın güç kaybettiği bölgelerde Türkiye’nin önüne fırsatlar açılabileceğine dair görüşler mevcut. Bu sadece Kafkaslar ve Orta Asya’da değil, Suriye gibi daha öncelikli, Libya gibi ikincil öneme sahip bir alanda da mevcut. Bununla birlikte Rusya’nın tam bir çöküntüye girmesinin Ankara’nın isteyeceği bir şey olmayacağı da düşünülüyor. İktidar, Batı’yla bağlarını koparan Rusya’ya karşı elinin güçlendiği, daha orta bir yol tutturarak avantaj elde edebileceği görüşünde. Bir zamanlar Batı Türkiye’ye ateşten kestaneleri aldırmanın yolunu ararken bu defa Ankara aynı şeyi müttefiklerine yaptırabildiğini düşünüyor.
Bundan daha da önemlisi Türkiye’nin politikalarının doksanlardan farkının en önemli nedeni, ABD ile yaşanan güven krizi. Ankara’dan bakınca küresel konjonktürdeki depremin belirli fırsatlar yarattığı görünüyor. Bu fırsatlar Türkiye Azerbaycan arasında artan iş birliğinde görüldüğü gibi selektif olarak kullanılıyor. Fakat ABD’yle temel konulardaki makas henüz kapanmamışken Rusya’yla sorunları artıracak agresif bir politika benimsenmiyor. Ancak Batı’nın baskısı Suriye’de veya ekonomik ilişkilerde taviz koparmak için kullanılabiliyor. Diğer taraftan Türkiye’nin artan bölgesel ağırlığının ABD’nin Suriye ve Yunanistan gibi iki konudaki rahatsızlık verici tutumunu gözden geçirmesine sebep olacağı bekleniyor.
Özetlersek, aradan geçen otuz yıl sonra Türkiye’nin benzer iki duruma verdiği farklı tepki daha çok yöntemle ilişkili. Yoksa gerçekleşmekte olan ‘Sovyetler’in ikinci çöküşü‘nün belirli mahfillerde hevesleri kabarttığını düşünüyorum. Bu iştahın Türk dış politikasına yavaş yavaş yansıması, belki de ABD’yi ikna için havuç olarak kullanılması ve Batı’yla ilişkilerde olumlu gelişmeler yaşanması halinde hızlanması mümkün. Bu elbette bir yanıyla Rusya’nın Ukrayna savaşından ne kadar yarayla çıkacağına da bağlı. Şu an için Putin’in çözemediği bu düğümün Ankara’da birilerinin aklına başlıktaki sözü getirmiş olduğunu da tahmin edebiliyorum.